Türk mutfağı, halkların iç içe yaşamasıyla oluşmuş, paylaşımcı, coğrafya odaklı ve çok lezzetli bir mutfaktır.
1492’de İspanya’dan gelen Yahudiler, Anadolu’yu, özellikle İstanbul’u Sefarad mutfağıyla tanıştırmışlardır. Balkan Savaşı sırasında gelenler, Balkan mutfağının o muhteşem lezzetlerini de yanlarında getirmişlerdir. 1923-1924 mübadelesiyle Yunanistan’dan ve Ege adalarından göç edenlerse bütün yemek kültürlerini taşımışlardır buralara.
Bulgar hükümetinin dayatmasıyla göç eden Türkler, Fatih Sultan Mehmet döneminde gelen Arnavutlar, 19’uncu yüzyılda Osmanlı topraklarına sığınan Polonyalılar, büyük dalgalar halinde göç eden Boşnaklar, MÖ 6’ncı yüzyıldan beri Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler, 19’uncu yüzyılda başlayan göç dalgasıyla gelen Kırım Tatarları, Gürcüler, Çerkesler, Dağıstanlılar, Çeçenler, Çin’in zulmünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Doğu Türkistanlılar, güneyde Araplar... Hepsinin malzemeleri, pişirme teknikleri, yemekleri ve deneyimleri zengin bir mozaik oluşturmuştur.
Kırmızıyla işaretlediklerim...
Bu gerçekleri şimdi vurgulamamın nedeni; kısa bir süre önce yayımlanan, ‘Anadolu’nun Tadı Tuzu Kardeş Mutfaklar’ adlı kitap. Oğlak Yayınları tarafından basılan kitabı; arkeolog, reklamcı, yemek kültürü yazarı Ayfer Yavi’yle gazeteci ve radyo programcısı Raife Polat hazırlamışlar. Ayfer Yavi’yi bir Ermenistan gezisinde tanımıştım. Ermeni mutfağını milim milim kazarak öğrenmeye çalışıyordu.
İkilinin beş yılda tamamladığı kitaptan öğrendiklerim şöyle:
-- Trakya’da yağmur duasına çıkan köylülere dağıtılan ‘yağmur böreği’nin Selanik asıllı olduğunu bu kitapta okudum.
Lezzet gezisine İstanbul’la başlayalım isterseniz. Aslında sonbaharın renkleri, İstanbul’un içinde pek görülmez. Belki biraz asırlık çınarlardan kaldırımlara dökülen sarı yapraklar anımsatır bu renkli mevsimi. Size sonbaharı görmeniz için Yıldız ve Emirgan parklarına veya ‘Beykoz Korusu’na gitmenizi öneririm. Bir bardak çay, bir fincan kahve eşliğinde sonbahar tablosunu doya doya seyredebilirsiniz.
Ancak İstanbul civarında en iyisi Anadolu Kavağına gitmek. Beykoz’dan sonra tepeleri kaplayan kestane ağaçları, kavaklar, meşeler yolculuğunuzda size renkli bir dostluk sunacak. Yolunuz deniz kıyısında sona erecek. Bu mevsimde balık bol... Palamut yağlandı, hamsi yavaş yavaş kendini göstermeye başladı, çinekop ve sarıkanatlar ızgaraya konacak boyutlara geldi. İstavrit zaten taze… Şansınız varsa erken lüfere de rastlayabilirsiniz.
Sonbahar İstanbul’da en güzel ve en lezzetli ‘Anadolu Kavağında’ gelip geçer. Polonezköy de sonbaharda tabloya dönen adreslerden biri. Ağaçlardan her renk yaprak uçuşur. Bu tablonun içinde gezinmek isterseniz, bir sabah kahvaltısını buradaki güzel mekânlardan birinde yapmanızı öneririm. Bakmayın sonbaharı İstanbul’un içinde göremezsiniz dememe. Görmeseniz de koklayabilir, tadına bakabilirsiniz. Hangi balıkçıya gitseniz olur. Hepsinde mezeler lezzetli, balıklar taze, salatalar sonbahar kokulu bugünlerde.
Turşunun faydalarını bilmeyen kalmadı. Bağırsaklardaki dost bakterilerin en önemli destekçisi olduğu işin uzmanlarınca onaylandı. Fermantasyon işleminden doğan bakteriler, sağlıkla ilgili çevreleri çoktandır heyecanlandırıyor. İçimizde beynimizin ağırlığı kadar faydalı bakteri var. Bunlar, mide ve bağırsaklarımızda mutlu bir şekilde yaşıyor. Varlıkları sağlığımızı ve pek çok şeyi etkiliyor. Ama özellikle Batı mutfağı vücudumuzdaki bu garip ekosistemi yeterince beslemiyor. Tükettiğimiz besinlerin pek çoğu ve antibiyotikler, mide bakterilerimizin faydalarını engelleyebiliyor.
Bu bakterilerin dostu yiyeceklerse şöyle sıralanıyor: Soğan, sarmısak, kuşkonmaz, enginar ve muz. Kefir, evde yapılmış yoğurt ve turşu.
Sofradan eksik etmem
Turşuların ‘en kralı’ lahanadır. Belki de en çok sevdiğimiz, en çok tükettiğimiz turşu çeşidi... Ben de lahanalar pazar tezgâhlarına yığılmaya başlayınca hemen turşuyu kurarım. Kuru fasulyeyle, bulgur pilavıyla, karnıyarıkla, güveçle birlikte sofraya mutlaka lahana turşusu da koyarım.
Türk halkı lahana turşusunu sever ama Güney Kore halkı kadar değil. Korelilerin ‘kimçi’si turşudan da öte bir yerdedir; popüler kültürden sağlığa, siyasetten doğa bilimlerine kadar her yerde kendini gösterir.
* * *
Kitap Yayınevi’nin yayımladığı ‘Yemekle Devriâlem’ adlı kitapta, yazar N. Defne Karaosmanoğlu, kimçi konusunda çok ilginç bilgiler vermiş. Koreliler bu turşunun 7’nci yüzyılda Kore’de ortaya çıktığını söylese de diğer kaynaklar kökenini Çin turşusuna dayandırıyor. Kore mutfağı uzmanları 200’e yakın çeşidi olduğunu belirtir. Bu turşunun geleneksel tarifi şöyledir: Acı biberle ovulan lahanalar küplere basılır. Toprak altına gömülen küpler bütün kışı burada geçirir. Bahar başlangıcında afiyetle yenir. Günümüzde bunun yerine özel ‘kimçi buzdolapları’ kullanılıyor.
Öyle koşuşturmacalı programlar önermeyeceğim. İstanbul’un vahşi trafiğinde zaman harcamanızı da istemeyeceğim. Kültür sanat da olmayacak programda. Sadece akıp giden Boğaz akıntısına bakacaksınız. Olta sallayacaksınız. Bir banka oturup, beyaz bulutlarda oluşan şekilleri yakalamaya çalışacaksınız. Geçip giden gemilere binmeyecekseniz tabii ki ama onlara düşlerinizi bindirmenizde bir sakınca olmayacak. Yani özgürce bir gün (bilmediniz iki) armağan edeceksiniz kendinize.
Önerdiğim adres, Boğaz’ın her iki yakası. Avrupa tarafında, Büyükdere’den Akıntıburnu’na kadar uzun bir şerit var sizi bekleyen. Karşı tarafta Çubuklu-Anadolu Hisarı arası…İster yürüyün, ister banklara oturup ıslık çalın, ister bir kahvede demli bir çayın keyfini çıkartın.İstanbul’un üstüne sonbahar iyiden iyiye çöktü bugünlerde. Sararmış yapraklar, üşüten poyraz, çığlık çığlığa martılar.Martıların derdi balıktır. Çığlıkları rakiplerini korkutmak için atarlar. İstanbul’da karın doyurmak kolay değil ne de olsa.Balık demişken, balık tutmanın da tam zamanı İstanbul’da! Vakit geçirmenin en ucuz ve en lezzetli yolu!
‘İstavrit’ elde var bir. ‘Sarıkanat’ ve ‘Çinekop’ ise rastgele. Belki de çok kısmetliyseniz ‘Lüfer’.Bunun için bir kamış olta, sahilde duracak bir boşluk lazım. Eğer yakında bir de bank varsa, değmesin kimse keyfinize. Yoruldukça oturup dinlenirsiniz.Diyelim ki oltanızı kaptınız, Boğaz’ın Avrupa yakasında balık tutmaya niyetlendiniz. Balığa erken çıkılır, aklınızda bulunsun. Sabah gün ağardıktan biraz sonra... Büyükdere civarında o saatlerde pek ses yoktur. Yalnız Karadeniz’den esen rüzgâr, biraz sert olur, üşütür.
Güne börekle başlayın
Dünyadaki yeme-içme serüvenini, 1900’lü yılların başlarında yayımlanmaya başlayan ‘Michelin Rehberi’ yönlendirir. O yıllarda Andre ve Edouard Michelin kardeşlerin çıkardığı rehber kitapçık, özellikle kamyon şoförlerine yönelikti.
Yol üstündeki iyi otelleri ve lokantaları sürücülere öneren kitapçık, zaman içinde tam bir fenomene dönüştü. Dünyanın en ünlü şefleri omuzlarına Michelin yıldızlarını takabilmek için kıran kırana bir yarışa girdiler. Yıldızı kazananlar başarı merdivenlerinden hızla tırmandılar. Şöhrete,bol kazanca kavuştular. Yıldızı kazanmak kadar, onu korumak da çok önemliydi. Yıldızını kaybettiği için intihar eden şefler bile oldu. Bugün ‘Michelin Rehberi’ üç ayrı kategoride yayımlanıyor. Bir tanesi sadece yıldızlı restoranları ve şefleri tanıtıyor. Diğeri önerilen (yıldızsız) restoranlara yer veriyor. Bir diğeri ise yolculuk yapanlara rehberlik ediyor. Michelin’in özet öyküsü böyle.
Gizli müfettişler işbaşında
Türkiye’de de bu önemli yıldızlama sistemine sıkı bir rakip çıktı. Adı: ‘İncili Gastronomi Rehberi’. Bu rehber Hürriyet-Karaca işbirliğiyle hazırlandı.
Müfettişlerin, ‘Denetleme ve Danışma Kurulu’nun oylarıyla inci kazanan restoranlar, geçen hafta, Sofa Hotel’de düzenlenen törenle ödüllerini aldılar.
Gittiğim ilk yer, İspanya’nın yeme içme cenneti San Sebastian’dı. Bu küçük şehir, dünyada kişi başına en fazla Michelin yıldızlı restoran düşen kent. Ama benim hedefimde bu restoranlar yoktu. Uzun süredir ‘lastikçi’nin (Michelin) önerdiği yerlerde yemek yemekten ve Amerikalı tüccar avukatın (Robert Parker) puan verdiği şarapları içmekten vazgeçtim.
Bu ikilinin esir aldığı lezzet avcılarını yıldızlar ve puanlarla baş başa bırakıp damağımın peşine takıldım. Ben eski kentin daracık sokaklarındaki pintxos barlarında, tezgâh üstüne sıralanmış aşırı lezzetli çeşitlerin tadına baktım.
***
Pintxos barları, akşamüstü saatlerinin çekim merkezleridir. Tezgâhlara onlarca çeşit ekmek üstü meze dizilir. Peynir, deniz mahsulleri, şarküteri ürünleri, zeytin, özellikle küçük balıklar, köfteler, patatesli omletler, mantar ana maddelerdir. Barlar arasında kıran kırana bir çeşit yarışı vardır. Benim favorim, yeşil köylü biberi kızartmasıdır. Bu basit gibi görünen kızartmayı, tüm denemelerime rağmen beceremedim. Daha doğrusu aynı lezzeti tutturamadım.
Her şey lezzetlidir ama birkaç ünlü adres dışında iyi şarap bulmak zordur. Perşembe akşamları, çoğu barda ‘happy hour’ indirimi vardır. Onun için sokaklar öylesine kalabalık olur ki, insanlar yürümekte güçlük çeker. San Sebastian’ın yeme-içme konusundaki gerçek yüzünü görmek isterseniz, perşembe akşamı bu sokaklardaki yerinizi almanızı öneririm.
San Sebastian’da pintxos barları arasında kıran kırana bir çeşit yarışı var.
O ne tortellini!