ANKARA, 22 Mayıs akşamı hain bir saldırıyla sarsıldı. Acımasız terör, kanlı yüzünü bu defa Anafartalar Çarşısı’nda gösterdi.
Bu sinsi ve kalleşçe saldırı sonunda 6 masum insanımız hayatını kaybetti, 100’e yakın kişi de ağır ve hafif yaralı olarak hastanelerde tedaviye alındı. Yaralananlar arasında bir fuara katılmak üzere ülkemizde misafir olarak bulunan yabancı uyruklu insanlar da var.
Bu olay, lanet olası terörün, büyük şehirlerimizde yeniden kitlesel saldırılara yöneldiğini hepimize bu acı bilançoyla bir kere daha hatırlatmıştır. Nerede, hangi gün ve saatte nasıl bir pusuyla karşılaşacağımız belli değildir.
Bu, hepimiz için, ip üstünde yürümek gibi dikkat ve hassasiyet gerektiren bir durumdur. Etrafımıza bakınmakla kalmayıp, şüpheli gördüğümüz her durumu, her hareketi en yakınımızdaki güvenlik güçlerine bildirerek bu belaya karşı topyekûn bir mücadele ve kararlılık sergilemek durumundayız.
* * *
Teröre bir kere daha lanet!
Bu, insanlığın en eski belasıdır. İnsanlığın var oluşuyla beraber ortaya çıkmış ve tarih boyunca binlerce, milyonlarca masum insanın canına kıymıştır. Yeryüzünün ilk teröristi ise Adem Peygamber’in oğlu Kabil’dir. Haksız yere öldürülen her masum insanın günahı Kabil’e yazılmaktadır. Çünkü o, haksız öldürme yolunu açan ilk insandır.
Hz. Peygamber’in bu konudaki ifadesi aynen şöyledir:
"Yeryüzünde haksız yere herhangi bir insanı öldüren katilin günahının bir benzeri, Hz. Adem’in ilk oğluna (Kábil’e) gider. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır."
Herhangi bir kötülüğü ilk başlatanların durumu da bundan farklı değildir. Kötülüğün varlığı devam ettikçe, onu ilk başlatanın yüklendiği bedel de artarak devam edecektir.
Hz. Peygamber, terör ve kargaşa ortamını tarif ederken şu çarpıcı gerçeğe işaret eder:
"İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek."
Katilin "neden öldürdüğü", maktulün "neden öldürüldüğü" sorularının cevapsız kalması, terörün belirgin özelliğidir. Katiller açısından "kimi, ne için" öldürdüklerinin önemi olmadığı gibi, kurbanlar açısından da "kim tarafından, niçin" öldürüldüklerinin cevabı olmayacaktır.
İyiliği ve kötülüğü temsil eden bu "Habil’ler ve Kabil’ler düzeni" insanlık durdukça duracak, kötülüğün silahı her zaman iyiliği vurmak için kullanılacaktır.
Burada "yaşama hakkı" diye bildiğimiz kutsal bir haktan söz etmemiz gerekir:
Yaratılanların en şereflisi olan insanın yaşama hakkı, Yüce Yaratıcı tarafından lütfedilmiş en kutsal temel haklardan biridir. Kur’an-ı Kerim’de bir kimseye hayat vermenin bütün insanlara hayat vermek; bir cana kıymanın da bütün insanları öldürmek gibi olduğu açıkça beyan edilmektedir.
Başkasının canına kıymak bir yana; her ne sebeple olursa olsun insanın kendi canına kıyması bile "cehennemlik suç"tur.
Yaşama hakkı, aynı zamanda bir ülkenin uygarlık düzeyini gösteren en önemli hukuki ve insani ölçüdür. Bu çerçeveden bakıldığında da yaşama hakkı, "İnsanın sağlıklı olarak doğması, bedensel bütünlüğünü sürdürmesi, insan olarak varlığının tabiat yasalarının zorunluluğundan başka hiçbir dünyevi yaptırım ile sınırlanmaması, etkilenmemesi, zarara uğratılmaması, yok edilmemesi" demektir. Bu hak her şeyden önce insanın öldürülmezliği ilkesine dayanır; kişinin beden bütünlüğünün doğal ölümüne kadar korunmasını öngörür.
* * *
Devlet ve birbirine karşı bireysel halkalarla sorumlu toplum; terör, her türlü dini, etnik ve ideolojik bağnazlıklara karşı insan denilen bu en mukaddes varlığı, yani bizatihi kendisini korumakla yükümlüdür. Bu da öncelikle vatandaşlık bilincine sahip olmayı; sonra da iyi bir vatandaş olmanın sorumluluğu içinde kendini her durumda görevli sayarak ailesine, çevresine, topluma ve devlet birimlerine yardımcı olma yükümlülüğünü gerektirir.
İyi ve sorumlu vatandaş olmanın asgari şartı, "nemelazımcılığı", "bana değmeyen yılan bin yaşasın" anlayışını aklımızdan ve vicdanımızdan kovarak, "Bu benim de, ailemin de başına gelebilir. O halde bu olupbitenler beni de yakından ilgilendiriyor. Bana değsin değmesin, yılana yaşama hakkı tanımamalıyım" noktasına gelebilmektir.
Bir çocuk iki yaşına kadar annesinden başka bir kadının sütünü emerse o kadın onun süt annesi ve o kadının emzirdikleri de süt kardeşleri olurlar. Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle denilmektedir: "Sizi emziren süt anneleriniz de size haramdır." Süt kardeşliğinin oluşabilmesi için emen çocuk iki yaşını geçmemiş olmalıdır. İki yaşından sonraki emmelerin bir hükmü yoktur. Süt, ağız ve burundan mideye inmelidir. Sütün memeden verilmesi ile herhangi bir kaptan içirilmesi arasında bir fark yoktur. Önemli olan, her ne şekilde verilirse verilsin, sütün mideye inmesidir. Bir kimse, annesi ve kardeşleriyle evlenemeyeceği gibi, süt anne ve süt kardeşleriyle de evlenemez. Emenin kendisi, emzirenin soyuna; emzirenin kendisi ise emenin kendisine haramdır.
Bahçede köpek beslemenin bir sakıncası var mı?
Alev ŞİMŞEK/ANKARA
Bahçede köpek beslemenin bir sakıncası yoktur. Ancak, sağlık yönünden köpeğin bir veteriner tarafından zaman zaman kontrol edilmesinde yarar vardır.
Peygamberler de günah işleyebilir mi?
Emine ÅžENLÄ°K/MANÄ°SA
Peygamberlerde bulunması gereken sıfatlardan birisi de "ismet" sıfatıdır ki günah işlemekten korunmuş demektir. Ancak, peygamberlerde "zelle" denilen ufak tefek hatalar, yani ihtiyatsız davranışlar zuhur edebilmiştir. Bu da beşer olmanın bir sonucudur. Mesela, Adem Peygamber’in yasaklanmış ağaçtan yemesi gibi.
Bir insanın, her işittiğine inanması ve bu konuda konuşması doğru mudur?
Mevlüt DİKBUDAK/ZONGULDAK
Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurur: "Kişiye, her duyduğunu konuşması, yalan olarak yeter. Kur’an’da da ’Fasik bir insan size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın, yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz’ der. İnsan, her duyduğu söze, doğruluğunu araştırmadan inanmamalı ve onu etrafa yaymamalıdır. Bu, dinimizin üzerinde durduğu önemli bir husustur.