Kültür-din-globalleşme

KÜLTÜR, en geniş anlamıyla "bir toplumun yaşama biçimi" olarak tarif edilmektedir. Toplumun, gündelik işlerini tanzim tarzı, hayatiyetini sürdürürken kullandığı üslup, yöntem ve araçlar bu tarifin içindedir.

Her toplum gelecekte de kendisi olmak ister, kendisi kalmak ister. Yani bütün canlılarda var olan canlılığını sürdürme içgüdüsü, toplumlarda kendi kimliğini sonsuza dek devam ettirme şeklinde tezahür eder.

Bu yüzden her toplum başkalaşmaya karşı bir direnç gösterir. Ne var ki, değişim dediğimiz şey canlılara mahsus bir olgudur ve onu büsbütün reddetmek de mümkün değildir. İnsanlık tarihinin uzun ömürlü milletleri, birbirine zıt gibi görünen bu iki zorunluluğu dengede tutmanın sırrını çözenlerdir.

* * *

Milli kimlik veya milli kültür dediğimiz şey, toplumun ortaya çıkışıyla şekillenen ve öylece kalan konservatif bir çalışma değildir. Yani milletler, milli kültürlerini bir yandan yaşarken diğer yandan üretmeye devam ederler. Başkası olmadan değişmenin ve böylece varlığını devam ettirmenin sırrı da belki buradadır. Din ise hem kendisi kültür olan, hem de kültür yapıcı özelliği olan toplumsal dinamiklerin en etkilisidir. Bir başka deyişle din, maddi ve manevi boyutlarıyla "biz" diye nitelediğimiz varlığımızın haldeki ve gelecekteki teminatıdır.

Dini, insan ile Allah arasındaki özel ve mahrem bir diyalog seviyesinde algılamak esaslı bir yanılgıdır. Yüce kitabımızda Allah, insana hitap etmektedir. Ancak bu, münhasıran kendi adasında sadece kendi hayatını yaşayan bir insan değildir. Bilakis sosyolojik bir varlık olan, sosyolojik bir varlığı olan insandır. Ondan istenen ve ona emredilen şey, kendisini, çevresini, insanlarla ilişkilerini ve hatta başka insanları güzelleştirmesidir. Böyle olduğu için ve dinin bu özelliği sebebiyledir ki, insanlar onu aşağı yukarı aynı şekilde idrak ederler.

Bu yüzden din, sadece tek tek insanların inancı olmakla kalmayıp, toplumsal bir inanç ve toplumsal bir yaşama biçimi haline gelir. Bu durum, bütün dinler için geçerlidir ve herkesin ayrı dil konuştuğu bir toplum tasarlamak nasıl mümkün değilse, herkesin kendine göre dini inanca sahip olduğu bir toplum düşünmek de mümkün değildir. Bir ülkede farklı dini inanış ve anlayışların varlığı bu gerçeği değiştirmez.

Sosyal dokumuzu, kültürel dokumuzu İslam’ın düzenleyici ve belirleyici fonksiyonundan soyutlayarak tanımaya ve tanımlamaya çalışanları; milli kimliğimizin, milli varlığımızın ve geleceğimizin bir başka zeminde, bir başka biçimde tezahür ve teşekkül edebileceğine inananları, bir kere daha düşünmeye davet ediyorum. Bir kısım dünyevi ideolojiler, birlik ve beraberliğimizi ciddi ölçüde tehdit ve hepimizi tedirgin ediyorken; aynı ideolojilerin bir kısım argümanlarını kullanarak dini inanış ve yaşayış birliğimizi ortadan kaldıracak tekliflerin sahiplerini de tekrar tekrar düşünmeye davet ediyorum.

Dünyanın bir globalleşmeye doğru gittiği, bunun neticesinde, toplumlar arasındaki farklılıkların zamanla ortadan kalkacağı, evrensel bir kültür ve evrensel bir dünya toplumunun oluşacağı tezleri konuşuluyor. Dinin, toplumların değerler sistemindeki yerinin değişeceği, öneminin zayıflayacağı iddia ediliyor. Tek bir hukukun, tek bir nizamın, tek bir otoritenin cari olduğu bir dünya kurgulanıyor. Böyle bir dünyanın neresinde, ne şekilde ve hangi sıfatla yer almamız gerektiği üzerine senaryolar oluşturuluyor.

Biz bu doğrunun veya bu yanılgının, yanlış anlamanın neresindeyiz?

Hemen belirtelim ki globalleşme, kavram olarak yenidir ama vakıa olarak yeni değildir. Büyük Roma’nın tesis ettiği düzen de bir globalleşmedir, Osmanlı’nın "Nizam-ı Álem"i de... Hatta öncekiler, günümüzdekine nazaran daha esaslı bir globalleşmedir. Çünkü değerlere nispetleri daha fazladır.

* * *

Çıkarlar üzerine kurulmuş geçici bir dengeye "globalleşme" deniyor ve dünyanın, söz konusu çıkarlarla ilgisi bulunmayan büyük çoğunluğu da bu dengenin faziletlerine iman etmeye zorlanıyor. Yani globalleşme, egemen güçlerin çıkarları gerektirmedikçe mümkün olmayan bir şey.

Bize göre, dünya toplumları kaynaşma ve kapanma ihtiyacıyla, her ikisiyle birden aynı anda yüz yüzedirler. Yeni dünya düzeni, bu iki ihtiyacı aynı anda gören bir denge üzerine kurulacaktır. Başka toplumlarla, başka kültürlerle yüz yüze gelmekten kaçınan toplumların gelişme şansı yoktur. Kendi kimliğimizden çabucak vazgeçerek başkalarına özenenlerin de ayakta kalma şansı yoktur.

Bu gerçeği iyi kavrayalım.

SORALIM ÖĞRENELİM

Vitir namazını unuttum, kılamadım, ne yapmalıyım?

Abdülhekim TAŞTAN/ERZURUM

Hatırladığınız herhangi bir zaman diliminde kılabilirsiniz.

Ádet gördüğüm bir sırada kocamla cinsel ilişkide bulundum, buna da ben sebep oldum. Çok pişmanım, ne yapmalıyım?

M.Y./İZMİR

Ádet gören ve loğusa olan kadınla cinsel ilişkide bulunmak dinimizce yasaklanmıştır. Bu yasak sadece erkeği değil, buna imkán hazırlayan ve rıza gösteren kadını da içine alır. Bu durumda eşler günah işlemiş olur ve bir daha yapmamak üzere tövbe etmeleri gerekir. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: "Ay halinde olan kadınlardan uzak durun, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın."

Peygamberimiz, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" buyurmuş. Bundan "Müslüman değildir" anlamı çıkmaz mı?

İbrahim MÜFİT/AFYON

Hayır, çıkmaz. Hadis, toplumun dertleriyle ilgilenmeyenlerin olgun mü’min olamayacaklarını ifade etmektedir.

Babam vefat etmeden önce zekát borcu olduğunu söyledi. Bu durumda ne yapmalıyız?

Zekai ERTÜRK/ANKARA

Zekát borcu olan kimse zekátını vermeden ölürse ve önceden vasiyet etmişse várisleri malının üçte birinden zekátını öderler. Zekátta niyet şart olduğundan, vasiyet etmemiş ise várislerin zekátını ödeme zorunluluğu yoktur.

Sünnet namazlarında sadece Fatiha’yı okumak yeterli midir?

Zeynep COŞKUN/EDİRNE

Nafile namazlarda mutlak kıraat farz olduğundan, yalnızca Fatiha’yı okumak yeterlidir.
Yazarın Tüm Yazıları