Paylaş
Hitler’in Polonya’ya saldırarak başlattığı 2’nci Dünya Savaşı’nı Almanya çok ağır bedelle ödedi. Ama hiçbir Alman Hitler’den hesap soramadı.
İki diktatörün hesapsızlıkları sonucu ülkeleri işgal edildi. Saddam asıldı, Hitler intihar etti.
Amerika’nın Vietnam’da giriştiği haksız savaş ise sonunda yenilgiyle biterken, Amerikan demokrasisi “Watergate Olayı” ile sadece o dönemin kadrolarını temizlemedi, Başkan Nixon da yüz kızartıcı bir konumda istifa ettirildi.
İngiltere’de Başbakan Eden, Süveyş Harekatı’nın sonunda siyaseten bitti. Fransa’da Çin Hindi ve Cezayir fiyaskoları sonunda 4’üncü Cumhuriyet demokrasisi De Gaulle’ü başa getirdi ve 5’inci Cumhuriyet’e geçildi.
Hesap sorulabilir olmak
Demokrasinin otoriter ve totaliter rejimlerden temel farklarından biri de “hesap sorulabilirlik”tir. Bunun yanında “öz eleştiri”nin özgürce yapılabilmesidir demokrasinin diğer rejimlerden farkı.
Türk demokrasisi “dış politika” ve “güvenlik” alanlarında, gerek hesap sorulabilirlik, gerekse öz eleştiri yapabilmek yeteneklerini yeterince geliştirmiş durumda değil.
Örneğin askeri harekat ertesinde kalıcı bir siyasi çözüme ulaşmak mümkünken bunun iç politika malzemesine çevrilmesi nedeniyle, Kıbrıs’ın “çözümsüz bir sorun” olarak Türk dış politikasının ipoteği haline dönüştürülmesinin hesabı, siyasetçilerden sorulmadı.
Bugün gündemimizi hala işgal eden PKK terörü ile mücadelede yeniden başlanılan noktaya gelinmesinin değerlendirilmesi de demokratik bir ortamda hala yapılabilmiş değil.
MİT’in eski Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal, “Haberx.com” internet sitesinde Hülya Okur’la yaptığı söyleşide şöyle diyordu geçen gün:
Kaçırılan fırsat
- 1999’da Öcalan paketi teslim alındı. Ve ondan sonra görebildiğim kadarıyla 2003 yılına kadarki, o dönem Amerika henüzIrak’ta değil, Öcalan’ın teslim edilmiş olmasından dolayı örgüt belirli bir dağılma ve demoralizasyon aşamasındaydı. O dönemde maalesef yapılması gereken bir sürü şey yapılmadı. O dönem aslında teşkilatın, örgütün üzerine tam gücüyle gidebileceği bir dönemdi. Ne mali kaynakları deşifre edildi, nediğer ülkelerdeki yapılanmaları çözümlendi, ne lider kadrolarına karşı operasyonlar düzenlendi vs. vs. Velhasıl o fırsat kaçırıldı. Niçin teslim alındığı da bilinmediği halde paket siyasilere seçim kazandırdı.
Demek istediğimiz şu…
Diğer ülkelerin hatalarını tahlil etmekte kendimizi ne kadar özgür hissediyorsak, aynı düşünce özgürlüğüne Türkiye’nin dış politika ve güvenlik konularını ele alırken de sahip olmalıyız.
Örneğin Bush ve kadrosunun, Irak fiyaskosunu hem siyasi hem de askeri açıdan Amerikalılar kadar biz de irdeliyoruz.
Ama bizim Güneydoğumuzdaki güvenlik sorunumuzu, sadece “dökülen kanlar yerde kalmayacak” çizgisi üzerinde ele almaktayız. Veya Kuzey Irak’a askeri bir harekat ile ne tür sonuçlarla ve yeni sorunlarla karşılaşılabileceğini pek fazla tartışmıyoruz.
ABD ile ipleri kopartalım
Veya silah sistemlerinin yüzde 80’ini ABD’den sağlayan bir askeri yapıya sahip olmamıza karşın, “Amerika ile ipleri kopartalım” söylemleri karşısında doğrudan sorumlu kişilerin bile popülist bir suskunluk içinde bulunmaları, demokratik saydamlığa da, gerçekçiliğe de yakışmıyor.
Kentlerde trafik sıkıştığı veya su sıkıntısı başladığı zaman belediyelerden nasıl hesap sorabiliyorsak, dış politika ve güvenlik konularında da bunu yapabilmemiz gerekmez mi?
AK Parti ‘301’inci madde bağımlısı’ mı oldu?
AK parti yönetim kadrosu, 22 Temmuz seçimleri sonucunda oluşan bir “şehir efsanesi”ni kendi tutumu ile söndürüyor.
Bu efsane “AK Parti artık merkez partisidir” şeklindeydi.
Türk siyasetinde “merkez partisi” olmanın gerekleri bellidir.
AK Parti ise, yeni anayasa tartışmalarını kötü yönlendirmesi ve bunların türbana kilitlenmesini adeta onaylaması ile, merkezden çevreye kaymayı yeğ tutmaktadır.
Avrupa Birliği üyelik hedefi AK Parti’yi merkeze oturtan en büyük etkenken, şimdi bu hedef anlamsız bir “301’ici madde bağımlılığı” ile adeta rafa kaldırılmaktadır.
Güneydoğu’daki bölücü terör eylemleri karşısında sergilenen siyasi kararsızlık ise, bu iktidarı rüzgarın önündeki yaprağa benzetmektedir.
Paylaş