Mauritus’da bir markete girdiğimde, karşıma raflardaki Ülker markasını taşıyan bisküviler, gofretler çıkmıştı.
Teksas-Houston’daki bir mağazada Şişe-Cam etiketi taşıyan ürünler görmüştüm.
Fransa’da beğenip aldığım bir gömleğin ambalajını otelde açınca bu gömleğin “Türk Malı” olduğunu anlamıştım.
Muğla’nın mermeri Çin’de işlenip Amerika’ya ihraç ediliyor.
Çocuklukta evden okula giderken ayağınızın ucuna bir küçük taş parçası rast gelir. Bunu tekmeleye tekmeleye sokaklarca öteye sürürsünüz.
Bir taş parçasının bile bulunduğu yerde durmadığını düşünürsünüz sonra.
Anadolu’nun kumu cam, pamuğu kumaş, buğdayı bisküvi olup kıtalar arası yolculuklar yapıyor.
Amerikalı konuklar hem susamış, hem de acıkmıştırlar.
Cipin direksiyonundaki Ertegün pencereyi açıp, yolda yürüyen bir Trabzon köylüsüne “kardeşim buralarda karnımızı doyurabileceğimiz bir yer var mı” diye soruyor.
Bu sırada araçtaki Amerikalılar aralarında İngilizce konuşup, tartışmaktadırlar.
Trabzon köylüsü kendisine Türkçe “kardeşim buralarda karnımızı doyuracak yer var mı” diye soran Ahmet Ertegün’ün söylediklerine değil, içeride kendi dillerinde konuşan Amerikalılara takılıyor.
-Sen yok anlamak beni… Çok zor senin işin, diyor.
Ertegün üsteleyip, “Kardeşim beni dinlesene, ben Türkçe konuşuyorum” dediyse de, kabul ettiremiyor bunu karşısındakine.
-Yok sen anlamak… Yemek var ama uzak… Ben var sana yol göstermek, benzeri devrik cümleler kuruyor Trabzon köylüsü.
Türban tartışmalarının yine tırmandığı bugünlerde “Çok endişeliyim. Biz bu ülkede azınlıktayız. Onlar çoğunlukta” diyenlere sık sık rastlıyorum.
Aslında türbanlılar da eğitim hakları ellerinden alındığı zaman “Biz bu ülkede azınlıktayız. Onlar çoğunlukta” diye çok endişeli olduklarını anlatıyorlardı kendi çevrelerine.
Veya “sol”un güçlendiği ve Ecevit CHP’sinin iktidar olduğu dönemlerde de sade varlıklı kesimlerin değil, kentli küçük burjuvaların da zaman zaman çok endişelendiklerine ve kendilerini azınlık hissettiklerine tanık olmamış mıydık.
Oysa Türkiye’de “gerçekten azınlık” olanların yaşadıklarını kendilerini dönemlere göre azınlık hisseden çoğunluklar hiç yaşamadılar. “Mübadele”, “Varlık Vergisi”, “6-7 Eylül Pogromu”, “1964-65 Zorunlu Göçü” gibi olayları, bu toplumun insanları uzaktan izledi.
Hangi darbe iyidir
Demokrasinin rafa kaldırıldığı geçiş dönemlerinde ise, kendilerini azınlık olarak hisseden birbirlerinden farklı siyasal eğilimlere ve düşüncelere sahip insanlar, hep birden azınlık durumuna düştüklerini pek göremediler.
Bu “metal yorulması” olgusu Ana Britannica’da şöyle anlatılmış:
-Metal yorulması, makinelerde, taşıtlarda ya da yapılardaki metal parçaların yinelenen gerilimlerin ya da yüklerin altında giderek dayanımını yitirmesi ve aslında dayanabileceğinden çok daha zayıf son bir gerilimin etkisiyle çatlayabilecek ya da kırılacak duruma gelmesidir..
-Metal yorulması daha 19. yüzyılın başlarından beri bilinmekle birlikte bu olguya ilişkin ilk ciddi araştırmalar 20 yüzyılın ortalarına doğru başladı ve özellikle 1954'te İngiliz “Comet” jet yolcu uçağının basınç kabinlerinin yarılması üzerine hızlandı. 1970'lerde, olayın nasıl geliştiği henüz tam olarak anlaşılamamışsa da, deneysel yollarla yorulmanın üstesinden gelecek teknikler geliştirildi. Yorulmaya dayanıklı metaller bulundu ve çeşitli yeni yüzey işlemleriyle bunların dayanımı daha da artırıldı. Bu arada uçak vb taşıtlarda yorulmaya yol açan gerilimleri en aza indirgeyecek yeni tasarımlara geçildi.
Bazı çıkarsamalar
Bu tanımlamadan ,insanlar ve toplumlar için çıkarsama yapılabilecek öğeleri sıralayalım:
-Metal parçaları yinelenen gerilimlerin ya da yüklerin altında giderek dayanımlarını yitiriyorlar.
Geçmişi ya “eski kavunlar ve karpuzlar ne kadar lezzetliydi” diye hasretle anabilirsiniz. Ya da “tarih” olgusunun ışığında dünü değerlendirip, bugüne dersler aktarabilirsiniz.
Ama dünya hiç değişmemiş gibi dün yaptığınızı bugün de devam ettirmeye kalkışırsanız, başınıza olmadık işler açılabilir. Eğer bu yaptığınız ülkenizin dirliğini ve düzenini de etkiliyorsa, toplumsal felaketlere bile sebep olabilirsiniz.
“Ergenekon Çetesi Dosyası” tutuklama kararları ile kovuşturma aşamasına geldiğine göre, bu konu üzerinde yorum yapmak hukuki açıdan daha fazla mümkün artık.
Basına yansıyan haberlere göre, “Ergenekoncular”ın planı iki aşamalıymış. Önce suikastlar ve kargaşa ile ülkede anarşi ortamı yaratılacakmış. Bu ortam sonucunda da ordu duruma müdahale edip darbe yapacakmış.
Amerikalılar bu dönemde Japonya’yı siyasal ve ekonomik açıdan kendilerine benzetmeye çalıştılar. Yeni bir anayasa yaptılar, eğitim sistemini değiştirdiler, “zaibatsu” diye bilinen kartelleşmiş büyük şirketleri serbest rekabet ortamına soktular, sade militarizmi değil orduyu tümden yasakladılar.
Ama aynı sırada Japonya’yı tarihi, kültürü ve gelenekleri ile anlamaya da çalıştılar. Samuraileri, geyşaları, şogunları, harakiriyi falan kendilerince öğrendiler.
“Japonya’yı anlamak” konulu çabalar, Hollywood filmlerine de yansıdı. Amerikalılar Japonya’yı anlamaya çalışırken, bu ülkenin kültüründen etkilendiler de. Örneğin Marlon Brando’nun bile Japon gelenekleri ve kadınları üzerinde iki filmi vardır. Sinemaseverler “Ağustos Ayı Çayhanesi”ni (1956) ve “Sayanora”yı (1957) unutabilir mi?
Japon kovboylar
Bu filmlerden bazılarında, Amerikalıların Japonya’yı kendilerine benzetme çabaları alaya da alınırdı.
Konusunu unutmadığım ama adını hatırlayamadığım bir filmde
O dönemin “Balyoz Harekatı”nı yaşayan kentli aydınlar da, sokağa çıkma yasağı sırasında evlerinin güvenlik güçleri tarafından aranacağını ve kitaplıklarında bulunan sol içerikli yayınlar yüzünden cemselere bindirilip gözaltına alınacakları ihtimalinden korkarlardı.
Şimdi de bir kesim kentli orta sınıflar, başı örtülü kadınların başı açık kadınları örtünmeye zorlayacaklarından korkuyor.
Teokratik ve ideolojik faşizm
Aslında “korkular” bitmez.
Teokratik veya ideolojik içerikli faşizmin tehdidi, hayat tarzlarını tehlikede hisseden kitleleri her zaman korkutur.
Yaşadığımız coğrafyada bu gibi tehditler sık sık gerçek olduğu için, korkular geniş kitleler tarafından paylaşılır da.
Padişah ileride tahta oturacak olan bu akılsız şehzadenin ülkesini de felaketlere sürükleyeceğini düşünüp endişelenir, uyku uyuyamazmış.
Tedbir olarak en akıllı danışmanını “lala” olarak şehzadenin yanına vermiş. Danışmana “Şehzadeyi bir saniye bile yalnız bırakma, saçmaladığı zaman hemen duruma müdahale et” diye emretmiş.
Bir gün ülkenin ulu kişilerinin toplantısına şehzade lalasıyla birlikte davet edilmiş. Ulu kişiler, müstakbel padişahın ülke ve dünya sorunları hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istiyorlarmış.
Toplantıya katılanlar çeşitli konularda görüş açıklarlarken, birden şehzade söze girmiş,
- Bir ok attım, kebap oldu, demiş.
Zırva ve tevil