Pazar günü Trabzondaydım. Maça gittim. Son derece keyifsiz, heyecansızdı. GS beraberlikle kurtardığı için memnundu.
Neyse, onu bir yana bırakalım. Beni asıl etkileyen, Trabzonspor'lu dostların nerede görseler etrafımı alıp, Beyaz TV'de söylediğim iki cümleden dolayı ne kadar kırıldıklarını-kızdıklarını anlatmaları oldu.
Söyleşi sırasında, soru üzerine şu iki sözü sarfetmiştim:
"...Aziz Yıldırım'ın çanta içinde şike parası dağıttığına inanmıyorum..." ve "...GS için FB rekabeti çok önemlidir... Ne yani, FB düşerse, liderlik maçını Trabzon ile mi yapacağız?..."demiştim.
Nedense, hiçbir zaman yaşadıklarımızdan ders alamıyoruz.
İşte, şu andaki durum.
Lütfen söyleyin, kaç yıldır aynı sözleri duyuyorsunuz.
Ben kendimi bildim bileli aynı gazete manşetlerini okurum.
Ayağı yere basan politikacılarımızdan biri de Ak Parti' nin Burhan Kuzu'sudur. Ancak bakıyorum, o da kendini modaya kaptırdı.
Moda, geçmişte kuşkulu tüm ölüm olaylarını komplo teorileriyle anlatmak ve derin devleti suçlamak. Kimdir, neyin nesidir, tetiği kimler çekmiştir, bilinmeyen karanlık güçler suçlanıyor.
Turgut Özal'ın ölümü dünyanın en komik, çocukların dahi inanamayacağı bir kurguyla anlatılıyor. Efendim, son gece ona kola veren biri zehirlemiş... Hayır hayır, zaman içinde yavaş yavaş zehir verip öldürmüşler.
Peki kimdir bunlar?
Başbakan kuvvetler ayrılığı sisteminin yanlış olduğunu ve ülkenin gelişmesini engellediğini söyledi. Ben söylediklerinin ne anlama geldiğini çözemedim. Konya konuşmasında doğrular da vardı. Örneğin, yargı kararları ve bürokrasi oligarşisinden şikayet etmekte haklıydı. Ancak iş sistemin kaldırılması noktasına gelecekse, işte orada duralım...
Demokrasiye inanan bir kişinin, kuvvetler ayrılığının yok edilmesini istemesi düşünülemez bile. Bu ilkenin ortadan kaldırılması, Türkiye'yi yönetecek kişinin ağzından çıkan herşeyin yasa anlamına gelmesini istemektir. Bunun daha açık anlamı "Başbakan veya Başkan olan kişi tek hakim olsun" demektir.
Ben Başbakan'ın tek adamlık isteyeceğine inanmak dahi istemiyorum.
Başbakan konuşmayı yaptıktan sonra, bakanları tevil etmeye çalıştılar. "Başbakan onu değil, bunu söylemek istedi" dedilerse de ikna edici olamadılar. Eğer bir açıklık getirilemezse, önümüzdeki dönemde gündeme gelecek olan başkanlık sistemi hakkındaki kuşku ve kaygılar daha da artacaktır.
Ahmet- Yasemin ikilisi ve diğer arkadaşları neden ayrıldılar, bilmiyorum. Benim için önemli de değil. Önemli olan, gazetecilik açısından harika bir dönemin kapanmasıdır.
TARAF' ın ilk yayın hayatına girdiği günleri hatırlıyorum.
Medyanın kaşarlanmış ekibi, küçümseyen bir gülücükle karşılamıştı. "Ah ah, yine birileri para kaybedecek..." diyenler çoğunluktaydı. Ahmet Altan’a da, gazeteciliğe heveslenen tanıdık bir edebiyatçı muamelesi yapılmıştı.
Sonra ardı ardına bombalar patlamaya başladı.
Ben Arınç için boş yere "Kamuoyunun vicdanının sesi..."demiyorum.
Kimi zamanki görüşlerini paylaşmayabilirsiniz, ancak hakkını verelim, Ak Parti içinde zaman zaman öylesine doğrulara değinir ki, hem kendi partisini hem de muhalefeti şaşırtır.
Haftasonu, Kanaltürk'teki programda bir başka gerçeğe değindi. Rakel Dink'in "Bir çocuktan, bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamamız gerekiyor" sözlerine işaret edip, Öcalan'ın da böyle bir karanlığın kurbanı olduğuna dikkat çekti ve "...Kürtlüğü inkar ederseniz bu işin çözümü olmaz..." dedi.
Sonra da, konuşmasını şöyle sürdürdü:
Başladığında desteklediğim bir davanın abuk sabuk ve hukuk dışı uygulamalar nedeniyle gözümün önünde çökmesini izliyorum. Kafamdaki tüm önemini kaybetti.
Baksanıza, ana davaya 22 başka dava daha eklendi. Savcılar son mütalaalarını verecek diye beklerken, onlar davanın daha da genişlemesi ve daha da uzaması için adım attılar. Şimdi yıllarca sürecek bir aşamaya girdik.
Yazık oldu.
Büyük olasılıkla, gerçek suçlular suçsuzların arasında kaybolup gidecekler. Derin devlete son verilmesi için açılan bir dava, toplumun vicdanında yara açacak.
Geçen hafta Erkam Tufan'ın Bugün TV'deki programında , bir soruya hatalı, daha doğrusu yeterince düşünmeden yanıt verdim. Sonuçta, yanlış anlaşıldım ve kendi kendimi yaraladım.
Soru, yönettiğim Haber Merkezinde neden türbanlı bulunmadığı, idi.
Bugüne kadar bize hiç türbanlı başvurmadığı için konu gündemimize gelmemişti. Üstünde hiç düşünmediğim bir soruydu. Erkam sorunca, önce "başvuran yok ki..." dedim, ısrar edince New York' ta şu anda staj yapan ve beni NT kitapevinde yakalayan bir genç kızı düşündüğümü söyledim.
Erkam üstüme gitti ve "Size hiç yakışmıyor "dedi. O zaman bana, ekrana sunucu olarak başörtülü birini neden çıkartmadığımı, neden ekran yüzü yapmadığımı sorduğunu anladım ve sözümü "Bilmem ekranda enteresan olur mu?" diye sürdürdüm. Durdum, biraz düşündüm ve "Ama kanalın da bir markası var. Zarar görebilir." lafı ağzımda çıkıverdi. Gerçek düşüncemi saklamak yerine, doğruyu söylemenin cezasını çektim galiba.