İnanç ve bilgi bir araya gelince neler başarılabileceğini bu 11 senede bin kere kanıtladılar.
Çevre Tiyatrosu 1972’de açılmış. Bir dönem gayet de popüler bir yermiş. Yanılmıyorsam Nejat Uygur da uzun süre oynamıştı orada. Sonraları gözden düştü, zaman değişti, salon kullanılmaz hale geldi. 2002’de Işıl Kasapoğlu arkadaşlarını, öğrencilerini toparlayıp bu tiyatroyu kendilerine mekân yapmaya girişti. Büyük zorlukların üstesinden geldiler. Eskimiş salonu elden geçirip tamir ettiler. Ufak tefek yardımlar aldılar, yılmadan çalıştılar. Bir de mutfak yaptılar. 100 kadar tiyatrocu çalışıp, kendi pişirdikleri yemekleri yiyip oyunlar ürettiler. Şimdi dünya çapında bir kumpanya Semaver.
Haliç’in öte tarafında başka da tiyatro kalmadı. Bir ara Ali Poyrazoğlu Fındıkzade taraflarında bir salonu seyircilere kavuşturmuştu. O da bitti. Semaver Kumpanya İstanbul’un bu en eski ve nüfusu yoğun bölgesinde, yani Taksim-Şişli-Harbiye üçgeni dışında faaliyet gösteren Mohikan’ların sonuncusu. Oyunları başladı başlayacak.
Yeni oyun da yaparlar mutlaka ama geçen sezondan kalan iki güçlü oyunları var. ‘Bir İnfazın Portresi’ ve ‘Metod’. Kaçırılmaması gereken bu iki eserden bahsetmeden önce Semaver Kumpanya’nın önceki oyunlarını kısaca hatırlatmak istiyorum. Kuruldukları yıl Işıl Kasapoğlu rejisiyle ‘12. Gece’yi sahnelediler. Şekspir’in bu çetrefilli oyunu büyük övgüler topladı. Ferideddün-i Attar’ın ‘Mantık al’Tayr’ından yola çıkan Simurg uyarlaması ‘Kuşlar Meclisi’ de nefisti. Kuklalar ve görsel tasarım özellikle ilgi çekti. Orhan Kemal’in Murtaza’sı, Dikta, Süleyman ve Öbürsüler gibi ödül makinesi oyunlar birbirini izledi. Hele bir Fırtına (Şekspir) yaptılar ki, gerçekten fırtına gibi estiler. Yurtdışında turneler, festivaller...
Çocuk oyunları, kurslar, hatta opera temsilleri bile yapan Semaver Kumpanya’nın devam eden iki oyunu birbirinden iddialı tekstler. Metod, Jordi Garceran’ın eseri. Serkan Keskin rejisi ve oyuncuların üstün performansıyla çok başarılı iş oldu. Başarılı bir sistem eleştirisi.
‘Bir İnfazın Portresi’, Howard Barker’ın oyunu. Zeynep Su Kasapoğlu yönetiyor. İzlemedim ama çok iyi bir oyun olduğunu biliyorum. 16. yüzyılda Venedik’teyiz. İnebahtı Savaşı bitmiş. Meşhur bir kadın ressam olan Galactia’ya bir tablo sipariş edilir. Tablo savaşta kazanılan zaferi övgüyle göstermek zorundadır. Galactia savaşı sevmeyen, savaşlara da zaferlere de inanmayan bir sanatçıdır. İktidarla sanatın ve bireyin sert bir karşılaşması.
Semaver Kumpanya’yı takip edelim.
1 Ekim’de sezon açılıyor, biz de iple çekiyoruz gibi bir laf var. Sezon açılıyor da kim, nerede ne zaman ne oynuyor bilmiyoruz. Muhtemelen kendileri de bilmiyor. Veya biliyorlar da lütfedip söylemiyorlar. Şecaat arz ederken sirkatini söyler gibi “İple çekiyoruz” diyorlar. Aman çekmeyin. Allah korusun çektiğiniz yerden tiyatroya benzer bir şey gelir, sonra ne yapacağınızı bilemezsiniz. Sen beş ay hiçbir şey yapmadan dur, sonra ekim ayında sezon açmaya karar ver ve 12 gün kalmışken takvim açıklama. Milyonlarca tiyatrosever böyle bir genişliği, yukardanlığı hak etmiyor. Maaşını da alkışını da bizden alan bu kurumun yöneticilerini uyarıyorum. Çoğu arkadaşım. Hemen hepsi son derece kıymetli, özel insanlar. Maalesef yanlış iş yapıyorsunuz. İş yapmaya niyetiniz var diye biliyorum, demek ki iş yapmayı bilmiyorsunuz. Ben mesela aralık ayında Van’da sizden hangi oyunu hangi günlerde seyredeceğimi bugünden bilemiyorsam, öğrenemiyorsam kabahatlisiniz. Organize olun ve yaşadığımız yüzyıla avdet edin. Değerli oyuncu dostlarımın oynadığı televizyon dizileri, takvimlerini pek güzel yapabiliyor. Siz niye yapamıyorsunuz?
Dünyanın en iyi oyunlarından biridir Çehov’un Üç Kız Kardeş’i. Haberi duyunca çok sevindim. İstanbul Devlet Tiyatrosu yapıyor. Bilgi, ustalık ve zarafet sahibi Mehmet Birkiye rejisiyle. Ne zaman, kimle, hangi sahnede... Bunlar muamma. Ama iyi haber. Kötü haberse şu: Sezonda belki 60-70 oyun yapacaklar, birkaç tanesinin adı geçiyor web sitesinde. Çoğu fecaat. Tiyatrodan soğutur insanı. Bursa Orhan Asena’nın Tohum ve Toprak’ını yapıyormuş. Asena’nın iyi oyunları vardır. İz bırakmış yazardır. Tohum ve Toprak köhne bir oyundur. Niye yapıyorlar? Ne diyor bu oyun günümüz insanına? Yanıt veriyorum: Hiçbir şey. Ankara, Turan Oflazoğlu’nun Kösem Sultan’ını sahneliyormuş. Komik olmayan bir şaka. Oflazoğlu tarihi oyunlar yazdı. Bütün padişahların resimli serencamını dizdi. Benim neslim lisede Emin Oktay’ın soğuk ve müesses nizam tarih kitaplarıyla tarihten soğumuş bir nesildir. Al birini vur ötekine. Kösem Sultan kaç sene evvel yazıldı. O zaman da hamasi ve kötü bir oyundu. Bu ısrar niye? Refik Erduran bir zamanlar Tamirci gibi çağının nabzını tutan kıvrak oyunlar yazmıştır. İyi de yazardır. Yine Ankara’da Ramiz ile Jülide oyununu yapıyorlarmış. Oyunu ayakta tutan Şekspir çatısı evrensel ama sosyolojik dayanağı artık yok. Saçma bir seçim. Recep Bilginer’in Sarı Naciye’si de repertuvarda. Müzelik oyun. İnsanlar nasıl yaşlanıyorsa bazı oyunlar da yaşlanır. Bunlar anlamsız seçimler. Cerrah olsanız hasta öldüydü. Tiyatro böyle yönetilmez. Bir işimiz de düzgün gitsin şu memlekette.
Ortalık kan gölü. Neticede Franco iktidara gelecek ve 1975’te ölünceye kadar İspanya korkunç bir baskı dönemi yaşayacaktır...
Yılın en önemli oyunlarından biri olmaya aday ‘Ay!Carmela’ bu feci iç savaş sırasında geçer. Daha önce başta Ankara Sanat Tiyatrosu olmak üzere birçok kumpanya bu oyunu sergiledi. AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu’nun bu sezondaki ağır toplarından biri. Çok önemli iki isim bir arada: Vahide Gördüm ve Tuna Orhan. Ay!Carmela savaşın içinde yaşamını sürdürmeye çalışan vodvil sanatçılarının şarkılı, danslı ve çok hüzünlü hikâyesini anlatır. Bu ikiliden izlemek hiç kuşkusuz unutulmayacak bir deneyim olacak.
Sezona hazırlıklar tamamlanmak üzere. Çok sayıda etkileyici proje var. Heyecanla beklediğim oyun çok. BO Sahne geçen sezon kuruldu. Levent Özdilek ve Burak Sergen başı çekti. Güzel bir salon açtılar. Burak’ın büyük bir başarıya imza attığı Adolf oyunu çok beğenildi ama sezon sonu olduğu için hak ettiği kadar seyirci göremedi. Bu sezon muhtemelen ödüller de toplayacak. Cem Kenar’ın ‘Unutulan Uşak&Sus ve Dinle’ adlı oyunuyla sezonu açıyorlar. Kumbaracı50 kendi başına fenomene dönüşme yolunda. Bu yılın bomba haberlerinden biri ordan geldi. ÇİNKA diye bir oyuna başlıyorlarmış. Değerli yazarımız Yiğit Sertdemir, Karadeniz Bölgesi’ndeki insanları, doğayı ve hayatı konu alan değişik bir çalışmaya imza atmış. Yiğit’in ‘Altıdan Sonra Tiyatro’ adlı kumpanyası Kumbaracı50 ile işbirliği yapıyor bu projede de. Geçen sene çağdaş yazarlarımızın tek kişilik oyunlarına başlamışlardı hatırlanacağı gibi. Bu sene sırada Mirza Metin, Yeşim Özsoy Gülan ve Yiğit’in oyunları var. Heyecan verici olacağına inanıyorum.
Tiyatro Kedi’nin Yıldız Kenter ve Haldun Dormen’i ‘Yıldız ile Haldun’ adlı oyunda bir araya getirdiğinin müjdesini vermiştim. Tiyatro Ak’la Kara devam eden oyunlarına iki önemli ek yapmış. Atilla Şenol rejisiyle ‘Cyrano de Bergerac’ yapıyor. Bu klasik nicedir sahnelenmiyor.Şüphesiz unutulmaz bir deneyim olacak. Bir de Ahmet Ümit uyarlaması var: ‘Aşk Köpekliktir’. Savaş Özdural sahneye koyuyor. Ülkemizin en popüler yazarlarından olan Ahmet Ümit nedense tiyatroya uyarlanmadı. Değerli dostumuz Turgut Yasalar film yaptıydı. O süreçte okuma tiyatroları da gerçekleştirmişti. Onun dışında galiba hiç sahneye aktarılmadı. Romancıyı sevenler şimdiden heyecanlanıyordur. Evet, sezon belli ki çok hareketli geçecek. Oyunları duyurmayı sürdüreceğiz. Liste iyice kabarık. İyimser olmak için çok sebep var. Bu iyi. Ancak ülkemizin gergin ve karışık günler yaşadığı da bir gerçek. Şu birkaç ay içinde üzücü nice olaylar oldu. Bunlar sürecek olursa tiyatro çok zarar görecektir. Özellikle Taksim ve Beyoğlu çevresindeki salonlar için maalesef risk büyük.
Bu kadar atalet, rahatlık olmaz deyince kızıyorlar ama ödenekli tiyatrolar tam beş aydır kapalı. Bu saçma uygulama artık bitmeli. Devlet ve Şehir Tiyatroları’nın bir sürü yeni oyun hazırladıklarını biliyorum ama bu saate kadar repertuvar açıklamamış olmaları kabul edilebilir bir şey değil. Türkçe bir dünya dili, Türkiye bu coğrafyadaki en önemli kültürel çekim merkezlerinden. Bunlarla övünmek iyi, güzel de dev gibi tiyatro kurumlarının kültürel atlasımıza damga vurma şansını böyle savurganca tepmesini anlamak imkânsız. Bayram tatilinde mesela Berlin’e gidecek bir Türk vatandaşı internete girip o tarihlerde hangi oyunların oynandığını görüp bilet alabilir. Bundan daha doğal bir şey de olamaz. Ama bizim kurumların ne zaman ne oynayacağı bir muammadır. Gazetelerde her gün çeşit çeşit devlet sırlarının ifşa edildiği güzel memleketimde halihazırda en büyük sır bu. Hadi yıllıktan geçtim, 3-4 aylık bir oyun takvimi açıklamaktan âciz midir bu kurumlar? Kızan kızsın. Ben bildiğimi söylemek zorunluluğundayım: Tiyatrolar kapatılmasın diye kendini paralayan, her türlü desteği veren biz seyirciler haksızlığa uğramış hissediyoruz. Biz kapatılmasın diye uğraşıyoruz, idareciler de açmamak için sanki ellerinden geleni ardına bırakmıyor. En fenası da çocuk tiyatrolarının durumu.
Bizim Şehir Tiyatrosu mucize bir kurumdur. Dünyada böyle imkân az bulunur. Gaziosmanpaşa ve Kâğıthane’de sadece çocuk tiyatrosuna tahsis edilmiş pırıl pırıl iki salon var. Şehir Tiyatroları’nın çocuk oyunları, prodüksiyon kalitesi ve temsil sayısı itibarıyla örnek oluşturuyor. Kesinlikle kutlanması gereken bir durum. Tek problem çocuk oyunlarının da diğer oyunlar gibi sadece yedi-sekiz ay sahneleniyor olması. Koca yaz boyunca tek bir oyun sahnelenmiyor. Çocuklar tiyatroya gitmeyecekse nereye gidecek? Çocuklara iyi oyunları bolca seyrettirmek bir lütuf değil, zorunluluk. Bunu Şehir Tiyatrosu yıl boyunca usanmadan yapmayacaksa kim yapacak? Zaten genel anlamıyla bu konuda felaket bir durumdayız. Yüzlerce oyun olur her sezon. Gazetelerde alaca bulaca ilanlar çıkar. Saçma sapan masal uyarlamaları filan yapılır. Korkunç bir estetik hâkimdir. En ucuzundan parlak kumaşlar, Mahmutpaşa usulü dekorlar, korkunç müzikler. Çoğunlukla yetkinlikten uzak insanların çocuklara “Arkadaşlar mıy mıy mıy” diye seslendiği, baştan aşağı çocukların zekâsını küçümseyen işler. Bunu kabul edelim: Çocuk tiyatrosu konusunda dünyanın çok gerisindeyiz. Bir de okul okul dolaşan kumpanyalar var. Kaba saba, şıpınişi oyunlar gırla. Çocukları tiyatrodan soğutmak için birebir. Güzel bir geleceğimiz olsun istiyorsak çocuk tiyatrosunu önemsemeyi öğrenmeliyiz.
Seyircilerin ve yazılarımızın bir etkisi olmuş mudur, yoksa tümüyle siyasi konjonktürle ilgili bir şey midir, bilemem ama hükümetin Devlet Tiyatroları’nı kapatma kararını geri çekmesi hepimizi çok sevindirdi. Alternatif tiyatrolar da birer ikişer programlarını açıklıyorlar. Geçen yılın en aktif toplulukları arasında bulunan İkincikat bu yıl iki ayrı sahnede 10 oyun sergileyecek. Tiyatro Hal, Craft gibi önemli kumpanyalar da bu yıl çok daha aktif olacaklarının işaretlerini veriyor. Alternatif tiyatrolar son 5-6 yılda tiyatro gündemimizi belirleyecek kadar gelişti. Bu hem sosyolojik hem de teatral olarak bir ‘Türk mucizesi’ durumu. 10 yıl önce neredeyse esamisi okunmayan bir oluşumdan bahsediyoruz. Bugün İstanbul’da en az 200 alternatif kumpanya var. Hayatın hemen her yüzünü, sertliğini konu edinebilen, anlatım tarzı ve estetiği itibarıyla tümüyle özgür bir hareket. Çoğunlukla seyirciyle iç içe, konvansiyonel tiyatronun dördüncü duvarını tümüyle ortadan kaldıran bir yaklaşım. Tabii, bütün heyecan verici yönlerine rağmen çeşitli sınırları ve sıkıntıları da içinde barındırıyor.
Değerli yazarımız Özen Yula’nın bir Alman dergisinde yayımlanan nefis bir gözlemi vardı. Alternatif tiyatroların uçarı, özgüvenli, özgür refleksini çok beğenmekle birlikte, mekân ve prodüksiyon anlayışlarındaki üstünkörü durumu eleştiriyordu. Özen’e katılıyorum. Açıkçası, izlediğim birçok oyunda bu alanda savruk davranıldığını görüyorum. Ikea’dan alınmış iki masa bir lambayla mekân kurmak, tiyatral zenginliği zedeliyor. Kocaman inşaat gibi dekor kurulsun demiyorum. Ancak anlatımın temel parçalarından olan mekân dilinin önemsenmesi gerekir. Alternatif teatral arasında kendi metinlerini üretmeyi ciddiyetle savunanlar var. Ancak çoğu, çeviri metinler kullanıyor. Tiyatro evrenseldir tabii, ama mesele bu değil. Sıradan bir sürü metin görüyorum. İçinde cinsellik, eşcinsellik, ensest ve bolca küfür olması sıradan metinleri alternatif başyapıtlar haline getirmez. Tabuların yıkılıyor olması ya da öyle görünmesi belki oyunları fiyakalı yapar ama tiyatronun derin damarı kozmetik müdahalelerin ötesinde bir yerdedir. Neyse... Tiyatroda bolluk iyidir. Şansımıza, alternatif tiyatro alanında bolluk içinde bir dönemdeyiz. Üzücü olan şey, bu kumpanyaların sadece İstanbul’da olması. İstanbul, hayatın birçok başka alanında olduğu gibi bu konuda başka bir ülke gibi. İzmir’de ya da Siirt’te niye bu tür topluluklar yok. İstanbul’un kültürel zenginliği arttıkça diğer yerlerin yoksulluğu daha da çok göze batıyor. Kariyerlerinin başında birçok yetenekli oyuncu için tiyatro kendilerini gösterebilecekleri bir mecra. Tiyatroyu mecra ve macera diye görmeyen, kök salmayı hedefleyen nice kumpanyaya ihtiyacımız var.
Oyunun prömiyeri 17 Ağustos’ta Berlin’de gerçekleştirildi. Berlin’in gayet önemli bir tiyatrosu var, ‘Neuköllner Oper’. Bu büyük tiyatro, kültürler arası etkileşimi önemseyen, özellikle çağdaş müzikal anlatımı gündemine alan saygın bir kurum. Mehmet Ergen’in yazıp yönettiği bu prodüksiyona ev sahipliği yapması, şüphesiz önemsenmesi gereken bir şey.
Müzikal, sezon başında İstanbul’da da sergilenmeye başlayacak. Oyun, bağımsız epizodlardan oluşuyor. Gezi olayları sırasında yaşananlara trajikomik bir pencereden bakıyor. Çeşitli insan portreleri sunuyor. Özgürlükçü bir bakışa sahip ve haksızlıklara karşı duruyor. Eleştiri sınırları dikkatlice çizilmiş. Tabii ki hakaret içermiyor ama taşı da gediğine koyuyor. Cesur ve net bir iş. Müzikler, şarkılar gayet başarılı. Yalın ama etkileyici bir görselliğe sahip. Dinamik bir ekip ve usta oyuncular var. Özetle Talimhane Tiyatrosu’nun incelikli çizgisini yansıtıyor. Provalarını izlediğim oyunu beğendim. Anlatım tarzını dağınık ve esnek bulmakla birlikte sevdim. Sonuçta Mehmet Ergen’in seçimi ve bunu da tutarlı biçimde aktarıyor her zamanki gibi.
Talimhane Tiyatrosu, Şişli’de Blackout sahnesini kullanıyor. Bu yıl aynı yerde ikinci bir salon daha açıyorlar. Londra’da olağanüstü başarılar kazanan, Avrupa kültür haritasında önemli bir yer işgal etmeyi beceren Arcola Tiyatrosu, Talimhane’nin kardeş kumpanyası. Bilindiği gibi Arcola’yı da Mehmet kurdu. Bu bağın da yardımıyla tiyatromuza büyük katkılar yaptı. Özellikle yeni oyun yazarlarının yetişmesine önayak oldu. Dünya tiyatrosunun çağdaş akım ve anlayışlarını Türkiye’ye taşıyan önder isimlerden biri. Taksim Meydanı Müzikali, ‘verbatim’ tiyatrosu diye bilinen özgür bir akımdan büyük ilham almış. Verbatim (ben ‘dendiğigibi’ diyorum), gerçek insanların röportajlarda ya da diğer yayın kaynaklarında ağızlarından dökülmüş sözleri neredeyse virgülüne dokunmadan kurgulamaya dayanan, gerçekçi ve belgesel yönü ağır basan dinamik bir anlayış. Tarihe hakiki bir şerh koymanın en çok da tiyatroyla mümkün olduğunu savlayan keskin bir yaklaşım. Yazarlık ve yönetmenlik tekniğine ferahlatıcı açılımlar getiriyor. Bu ekolün tiyatromuzda yaygınlaşmasını diliyorum.
Üzücü bir haber geldi. Devlet tiyatrosunun emekli sanatçısı Erdinç Dinçer vefat etmiş. Birlikte çalışma fırsatı bulmuş, engin bilgisinden yararlanmıştım. Türkiye’de mim sanatını tiyatroya taşımış, mimi geniş kitlelere sevdirmiş, değerli biri insandı. Nur içinde yatsın.
Oyunun adı bile heyecan yarattı: ‘Yıldız ile Haldun’. Belli ki gişenin önünde kuyruklar olacak. İki büyük sanatçı, tiyatromuzun mucizeleri. İkisinin de aktif tiyatro hayatları yarım yüzyılı aşmış. Nazar değmesin, son derece dinç ve üretken her ikisi de. Dormen Tiyatrosu Pangaltı’da isim olarak ayakta ama ne yazık ki oyunlar biteli uzun bir müddet oldu. Öncü bir konumu vardı. En iyisinden bulvar komedileri sergilediler. Çağdaş repertuvarın önemli eserlerini başarıyla sundular. Kenter Tiyatrosu’ysa Harbiye’de yaşamını sürdürüyor. Dünyada böyle performans az bulunur. 50 küsur yıldır ayakta. Bu kadar zamanda Türkiye değişti, dünya değişti. Tiyatro seyircisinin beklentileri dönüştü. Kenterler çeşitli zorluklara rağmen hayatta kalmayı, değişen dünyayı kucaklamayı başardı. Kenterler’in tiyatromuza büyük katkıları var. Çağdaş oyun yazarlarına kapılarını hep açık tuttular. Türk yazarlarına kucak açtılar. Sayısız değerli oyuncu, yönetmen burada yetişti. Dormen tiyatroya büyük emek verdi. Tartışmasız, müzikal tiyatro formunu Türkiye’de kuran, büyüten isimdir. Yıldız Hanım hocaların hocasıdır. Kim bilir kaç milyon seyirci görmüştür. Talihin cilvesi herhalde, bu iki dev isim hiç aynı oyunda oynamamış. Fellini’nin ‘Ginger ve Fred’ diye çok güzel bir filmi vardı. Oyun bu filmi anımsatıyormuş. Film, televizyon çağıyla birlikte unutulmuş yaşlı bir dans çiftinin hem hazin hem neşeli hikâyesini anlatıyor. Gerçi Haldun Bey ve Yıldız Hanım popülerliklerini hiç yitirmediler. Yine de sahnede uzun yıllar geçirmek bir taraftan hüzünlü. Anılar, yitirilen dostlar, belki bir miktar geçmişe özlem. İnsanlar yaşlandıkça rol kişilerine dönüşürler. Tiyatroda geçen hayatlar hayatın da bir tiyatro oyunu olduğunu hatırlatır. ‘Yıldız ile Haldun’ oyununda geçmişle ilgili bir çok öge de varmış. Merakla bekliyoruz. Tiyatro Kedi 2002 yılından beri gayet nitelikli prodüksiyonlar yapıyor. Haldun Dormen’in başrolünde olduğu bir Moliére oyunları var mesela. Bir iki sezondur kapalı gişe. Repertuvarlarında müzikaller, film uyarlamaları, klasikler oldu. Dört başı mamur bir tiyatro. Halkın ilgisini ayakta tutmayı beceren, özenli, sağlam bir kumpanya. Bir tiyatro izleyicisi olarak onlarla gurur duyuyorum. Kıskandım ama. Yıldız Kenter’le Haldun Dormen’i bir araya getirmek muazzam bir şey. Yapsa yapsa Tiyatro Kedi yapardı. Dört gözle prömiyeri bekliyorum. Çok yaşa Yıldız&Haldun.
Bu sene 11. yılı olacak festivalin. Gerçekten etkileyici bir şey. Ülkemizin ilk ve yegâne bale festivali. Ankara, Samsun, İstanbul’dan Devlet Opera ve Balesi prodüksiyonları var. Ayrıca Güney Kore ve Sibirya’dan da kalburüstü iki kumpanya geliyor. Seyircinin ilgisi yoğun. Biletler tükenmek üzereymiş. Ayrıntılı program www.bodrumballetfestival.gov.tr sayfasında.
Önceki yıllarda birkaç kez gittim. Bodrum Kalesi’nde bu temsilleri izlemek müthiş bir deneyim. Dünyada bundan daha güzel bir kale var mıdır bilmiyorum. St. Jean şovalyeleri 15. yüzyılda inşa etmişler. Bodrum Limanı’na hâkim, hem korkutucu hem estetik bir yapı. Malum, dünyanın en önemli sualtı arkeoloji müzelerinden biri de burada. Civarda tatil yapma şansına ulaşanlar mutlaka görmeli. Temsilleri, kalenin iç avlusuna kurulan sahnede gerçekleştiriyorlar. Teknik anlamda mükemmel denemez ama o tarihi doku ve atmosferde vakit geçirmek zaten başlı başına etkileyici bir şey. Hele bale izlemek büyük bir keyif.
Milyonlarca kişinin her yaz akın ettiği Bodrum’a bu festival çok yakışıyor. Bodrum’da muazzam bir de antik tiyatro var malum. Yazıktır, neredeyse hiç kullanılmıyor. Yazın ülke genelinde tiyatroyu unutmak kaderimiz sanki. Her türlü imkânı olan, ekonomik ve kültürel yapısı sağlam bu muhteşem şehirde dünya çapında bir tiyatro festivali niye yapılmaz, anlamanın imkânı yok. Festivalden geçtim, turneler bile neredeyse hiç yok. Yerel tiyatro toplulukları var Bodrum civarında ama pek seslerini duyuramıyorlar. Sevindirici bir şey oldu, İstanbul’daki kafe/tiyatrosunu yıllardır başarıyla sürdüren Metin Zakoğlu bu yaz ilk defa Bodrum’da da bir yer açtı. Kabare tarzı oyunlar yapıyor. Umarım uzun soluklu olur.
Rumelihisarı da mucize bir yer. Boğaza özenle bırakılmış inci bir gerdanlık kadar güzel. Rumelihisarı’nda yakın zamana kadar yaz oyunları sergilenirdi. Konserler biter, tiyatro temsilleri başlardı. Oynaması da izlemesi de çok keyifliydi. Nedense o da bitti. Memleket olarak sulu magazinle sert siyaset arasına sıkıştık kaldık. Sahne sanatlarını, tiyatroyu ıskalıyoruz. Allah’tan, Bodrum Bale Festivali gibi büyük özveriyle gerçekleştirilen nadir etkinlikler var. Birazcık da olsa soluk aldırıyor.
Şu sezon açılsın, tiyatro dünyamız hareketlensin artık. Avrupa’daki, Amerika’daki meslektaşlarımı kıskanmaya başladım. Oralar pek hareketli, buralar fazla mutedil.