Nejat Uygur’un ölümüne hepimiz çok üzüldük. 58 sene mutlu etti bizi. Bütün Türkiye’yi güldürdü. En sıkıntılı yıllarımızda, en fecaat zamanlarımızda, gülmeye en çok gereksinim duyduğumuz dönemlerde hep o vardı. Sağcısı solcusu, zengini fakiri onu birlikte izledi. Yarattığı karakterler genellikle hınzır ve alçakgönüllü adamlardı. Halk adamı denilen türden kahramanlardı bunlar. Kendisi de öyleydi. Oyunlarında, kendini fazla önemseyen burnu büyük kişilerle dalga geçiyor, para pul, mevki sahibi olup komplekslerinden kurtulamamış tipleri tiye alıyordu. Halk, Karagöz’ü, İbiş’i, Keloğlan’ı nasıl sevdiyse Nejat Uygur’u da öyle sevdi. Halı dokuyanlar kirkit diye bir alet kullanır. İlmekleri sıkıştıran ağır bir demir taraktır bu. Mizahı kirkit gibi kullandı, koskoca bir nüfusun ilmeklerini tatlılıkla kenetledi.
Nejat Uygur’un klasik anlamda tiyatroya bir katkısı olmamıştır. Böyle bir iddiası da yoktu. İstese müthiş bir Şekspir
yorumcusu da olabilirdi muhtemelen. O başka bir şey yaptı. Köklü toplumların hafızası da güçlü olur. Hikâyeleri kuşaktan kuşağa geçer. Bir Muzaffer Sarısözen vardı. Kim bilir kaç yüz türkü derlemiş, kültürel dolaşıma sokmuştur. Yaşar Kemal Anadolu’yu karış karış gezdi, efsaneleri, destanları toplayıp ölümsüz romanlarına taşıdı. Nejat Uygur da dev bir iş yaptı. Muazzam halk tiyatrosu tarihimizden imbikle geçmiş Karagöz, ortaoyunu, meddah, kukla gibi formlarda şekilden şekile girip kulaktan kulağa aktarılmış hikâyecikleri, karakter yapılarını ve anlatım biçimlerini tiyatroya taşıdı. Bu hikâyelere, forma sadık kalarak zeki eklemeler de yaptı. Bu, kültürel anlamda bir bayrak yarışıdır. Ancak burada tarihi bir dönüm noktası var: Nejat Uygur’un oyunları kaydedildi. Çoğu internette de var. Metin And gibi büyük tiyatro tarihçilerinin bin bir güçlükle bulup kitaplarına koyduğu bu zenginliği kanlı canlı izleyebildik sayesinde. Söz uçar ama dijital dünyada görüntüler kalır. Koskoca Dümbüllü’den bile birkaç dakikalık görüntü var elimizde. Nejat Uygur’un külliyatı duruyor. Bu, muhteşem bir zenginliktir.
Geleneksel tiyatro karakterleri iki boyutludur. Nejat Uygur çok yetenekli bir adamdı. Canlanıp perdeyi yırtan bir Karagöz tasviri gibiydi. Geleneksel tiyatronun star’ları hep olmuştur ama Nejat Uygur’un yeri bambaşka. Koskoca bir geleneği canlandırıp insanlığa hediye etmek ne demek! Hem de hiç böbürlenmeden. Sen bizi güldürdün, Allah da seni güldürsün Nejat Abi.
Ödüllük bir performans, her tarafından incelik taşan, olgun ve dolu dolu bir oyunculuk.
Kumbaracı50’de izlediğim Evaristo, çöplük gibi bir evde yaşayan, sefil ve kimsesiz bir kadının hikâyesi. İhtiyar, bu korkunç şartlar altında akli melekelerini biraz yitirmiş, bir iki tahtası yerinden oynamış. Teknik terimle şizoid bir durum söz konusu. Kendi kendine konuşur durur, hikâyeler anlatır. Bugünle geçmiş, gerçekle hayal kadının kafasında karman çorman olmuştur. Bir süre sonra kadının abuk sabuk konuşmalarının altında oldukça sert ve inanılmaz zenginlikte bir geçmiş yattığını görürüz. Dünyanın en muktedir insanlarından biri olduğunu anlatır. Oyunun sürprizleri var. Şu kadarını söyleyeyim, şayet kadının anlattıkları doğruysa tarihin yeniden yazılmasını gerektirecek bir durumla karşı karşıyayız demektir.
Oyunun güzel tarafı bu: Kadının anlattıkları doğru olsun olmasın, hayal ettiği şeylere inanmaktadır. Karakterin duygu durumu sabit değil. Bir duygudan diğerine, bir hatıradan öbürüne atlayıp duruyor. Bu, benim diyen oyuncunun kolaylıkla yapabileceği şey değil. 70 dakika boyunca hayalle gerçek arasındaki ince buz tabakasına basıp düşmemeyi zaten ancak Ayşenil kadar deneyimli bir sanatçı başarabilirdi.
Civan Canova güzel bir oyun yazmış. Tek kişilik oyunlar biraz risklidir. Oyuncuya fazla iş düşer, sıkıcı olabilir. Burada oldukça ilginç bir hikâye var. İnsanın zalim tarafını, her anlamda sefaletin sıradanlığını sarsıcı biçimde gösteriyor. Yine de bu kadar iyi oynanmasa insanı yorardı. Nihal Koldaş çok başarılı bir reji yapmış. Gayet etkileyici bir atmosfer kurulmuş. Özetle pek başarılı bir prodüksiyon olmuş. Nihal, bilindiği gibi aynı zamanda çok değerli bir oyuncudur. Ayşenil de çok deneyimli bir rejisördür. Grotesk anlatımın öncü isimlerindendir. Efsane işler yaptı. Belli ki ipek halı dokur gibi milim milim çalışmışlar.
Evaristo, önemli bir projenin parçası. Altıdan Sonra Tiyatro geçen sene Türkiye’nin en üretken yazarlarından bazılarını bir araya getirdi. Altı büyük oyuncu için tek kişilik oyunlar sipariş edildi. Geçen yıl Sumru Yavrucuk’un ödüllü performansını da bu proje kapsamında izledik. Seri devam ediyor. Umarım yıl sonunda bütün oyunları art arda izleyeceğimiz bir mini-festival de yaparlar. Evaristo sizi hayal kırıklığına uğratmayacak, değerli bir oyun. Ayşenil’i bu rolde seyretmek bir ayrıcalık. Biletler kapanın elinde kalıyor. Benden söylemesi.
Tiyatro Gerçek’in Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde sergilediği ‘Sanat’ bu tür oyunlardan.
İzlemesi kolay, keyifli ama tartıştığı konu son derece önemli. Yapısı da sapasağlam.
Paris’teyiz. Orta yaşlarında üç erkek arkadaş var. Biri yüklüce para ödeyip bir tablo satın almış. Aslında resimden anlayan, modern sanatı takip etmeye çalışan biri ama aldığı tablo bir acayip. Beyaz üzerine beyaz, çarşaf gibi bir şey. Ressam meşhur ama tablo gerçekten tartışmaya açık. “Bembeyaz bir tabloya servet ödenir mi?” Üç arkadaşın arasını açan tartışma tam da buradan çıkıyor. Arkadaşları bizim sanat meraklısı doktoru enayilikle, o da bunları hödüklükle suçluyor. Doktor boşanmış, diğer arkadaş ise kötü bir evlilik götürüyor. Aralarındaki en sakin tip olan kırtasiyeci arkadaş ise biraz hırçın bir kıza yakayı kaptırmış, evlilik arefesinde. Tablodan çıkan tatlı tartışma önce kayıkçı kavgasına, sonra da ciddi bir probleme dönüşüyor. Kaç yıllık arkadaşlar bunlar ama aradan geçen yıllar içinde belli ki birbirlerine gönül koyacakları pek çok mevzu olmuş. Bakalım bu arkadaşlık incir çekirdeğinden çıkan bu kavganın stresine dayanabilecek mi? Yakınlarımıza ne kadar yakın, kendimize ne kadar dürüstüz? Yasmina Reza bu oyunla dünya çapında ünlendi. Büyük bir yazar. Yakın zamanda ‘Vahşet Tanrısı’ adlı oyununu Roman Polanski film yapmış, film ülkemizde de gösterilmişti. ‘Sanat’ yıllar önce Tiyatro İstanbul tarafından başarıyla sahnelenmişti. Şans eseri, oyunun birkaç ayrı prodüksiyonunu yurtdışında izleme olanağı da buldum. Hakan Gerçek, Rüzgar Aksoy ve Bekir Aksoy’un yorumunu çok beğendim. Zaten beğenilmeyecek bir şey nasıl olsun? Birbirinden başarılı, keyifli oyuncular. Rüzgar geçen yıl Afife ödülü aldı bu oyunla. Bekir ve Hakan da alabilirdi kolaylıkla. Tertemiz, incelik dolu bir prodüksiyon, su gibi geçen 70 dakika. Tabii bu bir yorum meselesi, ben olsam Bekir’in karakterini az daha kafası karışık ve başlarda kendinden daha az emin çizerdim. Belki sahne daha büyük olsa oyunu tek dekorda geçirmemek de bir seçim olabilirmiş. Ama bunlar tafsilat tabii. Çok güzel bir oyun. ‘Sanat’ entel dantel, elitist bir oyun değil. Hayatın içinden, herkesin zevk alacağı bir prodüksiyon. İzleyelim, eşi dostu davet edelim.
Bu yıl oyun bolluğu yaşayacağız gibi görünüyor. Bu aralar izlenebilecek pek başarılı oyunlardan kısıtlı bir seçki yaptım. Bence hiçbirini kaçırmamak lazım.
Ayşe Selen ve Şehsuvar Aktaş’ın kurduğu Tiyatrotem 15 yıla yaklaştı. ‘Hakiki Gala’ adlı oyunları sürüyor. Anlatı geleneğini tiyatroyla yoğuran, çok özel, çok keyifli bir iş. Mutlaka görmelisiniz. Moda’da yeni bir tiyatro kuruldu: Hayal Perdesi. İddialı bir Hamlet yaptılar. Henüz görmedim ama gayet güzel olduğunu duydum. Salon da pek keyifli olmuş. Devlet Tiyatrosu’nda ilgimi çeken iki oyun var: ‘Profesyonel’ ve ‘Üç Kız Kardeş’. İlki kaç sezondur kapalı gişe. Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar oynuyor. Üç Kız Kardeş, Mehmet Birkiye rejisiyle sahneleniyor. Sabırsızlıkla bekliyorum. Geçen yılın en iyi oyunlarından biri olan, bol ödüllü Sessizlik’i de Mehmet Birkiye yönetmişti. Bakalım o ne zaman başlayacak? Cem Davran, Erkan Can, Yıldıray Şahinler, Bahtiyar Engin bir araya gelir de komedinin hası çıkmaz mı? Alevli Günler oyununu birkaç sezondur sürdürüyorlar. Çok keyifli, çok matrak bir iş. Favori oyunlarımdan biri de ‘Sanat’. Bekir Aksoy, Rüzgar Aksoy ve Hakan Gerçek oynuyor. Sanatı, arkadaşlığı ve hayatı konu alan en güzel, en anlamlı tiyatro eserlerinden biri. İzlemeyen kalmasın. ‘Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’ oyunu trans bir kadının hayatını konu alıyor. Sumru Yavrucuk inanılmaz güzel oynamıştı. Geçen sezon Afife aldı zaten bu performansla. Bitmeden görülmeli kesinlikle. BO Sahne’nin Yağmur Adam’ını üç hafta önce yazmıştım. Çok iyi bir oyun. Burak Reis Sergen’in oynadığı Adolf’ü henüz görmedim. Ama Burak’ın harikalar yarattığına eminim. Haluk Bilginer’in ‘Nehir’ oyunundaki performansı da harika. Oyun da çok güzel bir oyun. Saydığım diğer oyunlar gibi Nehir’e de bilet bulmak güç. Talimhane Tiyatrosu’nun ‘Taksim Müzikali’ biraz provokatif, biraz dramatik, keyifli güzel bir oyun. Yeni Oyunları ‘Seni Seviyorum, Mükemmelsin, Şimdi Değiş’ eğlenceli bir müzikal. New York’un büyük hacimli tiyatrolarına alternatif off-Broadway sahnelerinde 12 yıl oynayıp rekor kırdı. İlişkiler hakkında gırgır, hafif bir oyun. Eğlenceli. Tiyatromuzun üç büyükleri Ferhan Şensoy, Genco Erkal ve Ali Poyrazoğlu zaten hiç durmuyorlar. Üçüne de hayranım. Onları hep izlemek lazım. Alternatif tiyatrolar yeni yeni istim alıyor. Özellikle Kumbaracı50, Sahne Hal, Mekân Artı ve İkinci Kat’tan heyecan verici haberler gelmeye başladı. İzleyip yazmayı sürdüreceğim.
Nehir çok güzel bir oyun. Kulübesine gelip hobi olarak balık tutmayı delicesine seven keyifli bir adam var. Sanatçı ruhlu, etkileyici bir karakter. Bu romantik yere kız arkadaşlarını da davet ediyor. Oyun, aşk ve sevgi arayışını, ilişkiler aynasında görünen sıradanlaşmış patolojileri konu almış. Çokça işlenen bir başlık ama metin yalapşap değil. Gayet ince, modern ve hınzır bir yazarlık var. Jez Butterworth günümüzün en saygın yazarlarından. Haluk’un canlandırdığı karakter güçlü görünümünün ardında teğel yerlerinden sökülmenin eşiğinde duran biri. Sürprizli bir oyun. Bu karakter niçin böyledir, neler yaşamıştır bilmiyoruz. Metnin en zayıf ve en güçlü yanı bu. Biraz boşlukta bırakıyor bizi. Yazar bu boşluğun çeperini görünmez mürekkeple çizmiş. Ben çok etkilendim. Dört dörtlük bir prodüksiyon. Dekor, ışık, müzik İsviçre saati gibi. Tangır tungur oyuncuların elinde saman tadında bir şey olabilirdi. Haluk, Ayça Bingöl ve Canan Ergüder çok iyi oyuncular. Canan’ı tiyatroda ilk kez seyrettim. Büyük bir birikimi olmasa karakteri yansıtırken aldığı riskler ayağına dolanabilirdi. Ayça aynı anda birkaç duyguyu harmonize eden, bunu da seyircileri baskı altına almadan aktarabilen sıra dışı bir yeteneğe sahip. Bu düzeyde oyuncuları izlemek büyük keyif. Haluk yüksek oyunculuk merhalelerini birer birer geçmiş bir sanatçı. Artık yerçekimi gibi fizik kuralları da onu ilgilendirmiyor, şamanlık sınırlarında dolaşıyor. Hiper-gerçek bir karakter kurmuş. Balmumu heykeller müzesinde muziplik olsun diye hareketsiz duran birinin hiper-gerçekliği gibi. Yönetmenlikle ilgili notum şu olabilir: Oyunun başlarındaki kıskanma motifi ve sonlarındaki pişmanlık dokunuşları anlatım açısından ferah, dramaturji açısından biraz fazla keskin. Tabii, zevk meselesi. 14. yılını kutlayan Oyun Atölyesi şehrimizin en incelikli, keyifli salonlarından. Her gittiğimde yüreğim ferahlıyor. Haluk’a ve bu ekibe sadece üstün yetenekleri için değil, kararlı ve kuvvetli tiyatro idealistleri oldukları için de hayranlık duyuyorum. Nehir, yılın en iyi oyunlarından. Yüksel Aymaz ışık tasarımıyla ödül alır.
Son oyunları ‘04:34’. Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde izledim. Kavramsal tiyatronun kayda değer örneklerinden. Turgay uzun yıllar Almanya’da yaşadı, tiyatro yaptı. Geçtiğimiz sezonlarda yine yazar ve yönetmen olarak imza attığı ‘Yüksek Derece’ ve ‘Site’ diye iki oyununu seyircilerle buluşturup, haklı övgüler almıştı. ‘Site’yi izlemiş, yazmıştım. (www.hurriyet.com.tr/keyif/22350865.asp)
‘04:34’ de iddialı bir oyun. Kavramsal tiyatro, dramayla performans sanatının kesiştiği, özgür anlatım tarzlarına açık bir anlayış. Herhangi bir hikâyeyi aktarmaktan çok, sahne tasarımı ve efektlerle birlikte total bir deneyimi hedefliyor. Hikâye değil, seyircilerin yaşadığı deneyimin tortusu ön plana çıkıyor. Atonal müzik gibi. Seveni var, sevmeyeni var. Tabii bu, çağdaş sanatın her alanında geçerli. ‘04:34’te bir trafik kazası olur. Araçta bir adamla bir kadın vardır. Kazanın üç-beş saat öncesinden itibaren yaşananlara tanık oluruz. Şöhret, ego, narsisizm, şehvet ve rekabet sarmalında yapaylaşan hayatlar görürüz. Gizli gündemleri olan insanlardır bunlar. Ağzı başka söyler, aklı başka düşünür. Sosyal besin zinciri içinde zayıflıklarını burnu büyüklükle dışa vururlar. Oyunda bu ikilinin birbirlerine söyledikleri şeyleri değil, kafalarından geçenleri ve hatırladıklarını dinleyip, zaman zaman ‘Amerikan Sapığı’ filmini anıştıran bir anlatımla karşılaşıyoruz. Müzik güzel, gürültülü ve boldu. Dekor ve oyuncular üzerine düşen film görüntüleri ve diğer görsel efektler sayesinde soyut ama işlevsel bir mekân kurulmuştu. Zaman zaman yorucu ve rahatsız edici bir akış var. Ama, bu tabii ki kurgulanmış bir şey. Yönetmen bunu isteyerek yapmış, bahsettiğimiz o tortuyu hedeflemiş. Ben bu tür oyunları severim. Hem bir derdi var, hem de ustaca kotarılmış. Yine de biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. 80 dakika bana fazla geldi ama çoğu seyirci coşkuyla takip etti. Oyuncular iyi ama o kadar da iyi değil. Kavramsal mavramsal! Oyuncu dediğin vurunca gol olacak. Sahnedeki dostlarımız fırsatları savurganca harcadılar. ‘04:34’ iyi bir oyun. Biraz zora gelmeyi, izlerken çaba harcamayı sevmeyen seyirci sevmez ama, seven de bu oyundan pek keyif alır. Turgay Doğan ve GNLEV tiyatro hayatımıza önemli katkılarda bulunuyor. Ne varsa alternatif tiyatrolarda var.
Bu kez askerin öyküsünü anlatacak
Genco Erkal, Boğaziçi Üniversitesi tarafından düzenlenen Albert Long Hall konserleri kapsamında, ‘Askerin Öyküsü’nü anlatacak. Igor Stravinsky tarafından 1918 yılında bestelenen, İsviçreli yazar C. F Ramuz tarafından Fransızca olarak kaleme alınan ‘Askerin Öyküsü’, Rus folkloruyla 1910’lu yılların popüler dansı foxtrot’u, caz müziği ile tangoyu harmanlayan hazin bir öykü... Cevat Çapan’ın Türkçeleştirdiği ve keman, kontrbas, klarnet, fagot, kornet, trombon ile perküsyon yedilisi için bestelenen eser; 15 gün izni olan bir askerle eninde sonunda onun ruhuna sahip olacak şeytanın kasvetli hikâyesini anlatıyor.
Askerin kemanının, hem kendi ruhunu hem de şeytanın hilekârlığını simgelediği hikâye eski bir Rus halk masalına dayanırken, müzikler geleneksel Rus ezgilerinden olabildiğince uzakta, her zamana ve her kültüre hitap ediyor. Hazin, kuru, acı, karanlık ama zekice, korkutucu ama alaylı bir başyapıt olan eserde; enstrümanların ve melodilerin katılığı eserin havasını yansıtıyor.
‘Askerin Öyküsü’, 23 Ekim Çarşamba akşamı saat 19.30’da Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall’da Hakan Şensoy yönetimindeki İstanbul Oda Orkestrası eşliğinde, ünlü kemancı Cihat Aşkın’ın katılımıyla, usta oyuncu Genco Erkal’ın sesinden sanatseverlere ulaşacak. Etkinliğin biletleri BÜMED’den temin edilebilir.
Ayrıca Albert Long Hall konserleri kapsamında dünyanın sayılı orkestralarından Moskova Virtüözleri, kurucu şef ve solistleri Vladimir Spivakov ile konser gerçekleştirecek. Bu yıl başlatılan Albert Long Hall Piyano Günleri’nin ilk imzası piyanist Elizabeth Leonskaja, ikinci konuğu ise piyanist Emre Şen olacak. Etkinlik programı hakkında ayrıntılı bilgi: www.klasikmuzik.boun.edu.tr
Oyun da çok güzel bir oyun: ‘Rain Man’. Yönetmen Kemal Başar’ın kurduğu Tiyatro Keyfi’nin ilk prodüksiyonu. BO Sahne’nin Çukurcuma’daki salonunda izledik. BO Sahne için de çok güzel bir mekân yapmışlar. Derli toplu iki salonları, hoş bir fuaye kafeleri var. Bir butik otelin altında yer alıyor. Çok büyük dekorlar gerektirmeyen oyunlar için ideal, konforlu ve uygar bir yer. Geçen sezon Burak Sergen’in oynadığı Adolf’la açılan BO Sahne’de bu yıl birkaç önemli işe imza atılacak. Rain Man erken ve güzel bir sürpriz oldu. Başında dediğim gibi Reha Özcan ödüllük bir performans sergiliyor.
Rain Man, Yağmur Adam adıyla Türkiye’de de oynamış, çok meşhur bir Hollywood filmi. Tom Cruise para ve başarı hırsıyla dolu, gayet bencil bir adamı canlandırır. Babasının ani ölümüyle, miras işlerini filan yoluna koyarken öğrenir ki, meğer bir kardeşi varmış. İşin ucunda para olduğu için bütün ömrünü bir bakım merkezinde geçirmiş bu otistik abiyle anlaşmak zorundadır. Hatırlayacağınız gibi, olaylar bu ikiliyi yollara düşürür. Dustin Hoffman’ın canlandırdığı Raymond karakteriyle hayat kolay değildir. Çeşitli takıntıları, problemleri ve inanılmaz bir hafızası vardır. Asıl yolculuk başta itici ve iletişim kurulması imkânsız görünen Raymond’u tanıyan Charlie’nin kendi iç dünyasına ve tarihine yaptığı yolculuk olacaktır. Oyunla film neredeyse aynı. Tabii filmler daha görsel şeyler. Renkleri, sesleri, kompozisyonları başka türlü. Ama tiyatroda da gerçek oyuncular var. Bazı eserlerde bunun üstünlüğü çok aşikârdır. Bu oyun da çoğunlukla öyle. Özellikle iki kardeş arasındaki duygusal sahneler filmi fersah fersah aşıyor. Raymond otistik ama gerçekten çok derin bir karakter. Reha Özcan Hoffman’ın tarzından etkilenmemiş. Çok özel, çok incelikli bir karakter yaratmış. Büyük bir ustalık var. Kontrolü hiç yitirmiyor. Böyle sıradışı rolleri her oyuncu ister ama herkes de altından kalkamaz. Tüy gibi hafif bir performans gördük. Devrim Evin deneyimli, çok da sevilen, değerli bir oyuncu ama Tom Cruise’ün hatasını yinelemiş. Asıl hikâye onun bencil ve duygusuz bir adamken Raymond sayesinde nasıl dönüştüğü üzerine. Dolayısıyla büyük bir fırsat var. Bu fırsat iyi değerlendirilmemiş. Fazla çaba ve kontrolsüz enerji bazen yoruyor. Tamer Levent’i özlemişim. Pek de güzeldi sahnede. Can Atilla’nın müzikleri şahane. Kemal Başar gayet güzel, sakin ve ince bir oyun yapmış. Herkesin seveceğine eminim.
İnsan isterse bir ömre neler neler sığdırabilir, ikisi de bunu kanıtlamış kişilerdi.
Tuncel Kurtiz’i herkes çok severdi. Son yıllarda dizilerdeki performanslarıyla efsaneye dönüştü. Kurtiz’in tiyatro geçmişini önemsemek gerekir. 1970’lerle birlikte önemli bir oyuncu olarak gönüllerde taht kurmaya başlamıştı. Anma yazılarında pek bahsedilmedi: Tuncel Kurtiz 1980’lerde efsanevi yönetmen Peter Brook ile çalışmıştı. Peter Brook, bilindiği gibi çağımız tiyatrosunun en büyük isimlerinden biri. Açık sahneleme anlayışını kuran, Fransa’da oluşturduğu uluslararası toplulukla büyük kitlelere ulaşan bir bilgin. Hint efsanesi Mahabharata’yı tiyatroya aktardığında sanat dünyasında yer yerinden oynamıştı. Tuncel Kurtiz bu ekibin içindeydi. Şu link’i izlemenizi isterim; ‘www.youtube.com/watch?v=J9rvGNGiujM’. Kusursuz bir İngilizce, keskin bir performans. Ramiz Dayı olmak da kolay iş değil ama talihin küçük dokunuşlarıyla bir Hollywood star’ı olmaması için de hiçbir neden yokmuş.
Tuncel Kurtiz, eline bir kadeh şarap alır, bir tablonun önüne dikilir şiirler okurdu. Bunu çeşitli etkinliklerde defalarca yaptı. Bir kurgu dahilinde, tek kişilik kısa bir oyun gibi akan zevkli gösterilerdi bunlar. Performans sanatının tiyatroyla buluştuğu özgün ve çağının oldukça ilerisinde işlerdi. Etkisi kolay kolay geçmez.
Turgut Özakman’ın son yıllardaki kitapları geniş kitlelere ulaştı. Cumhuriyet’in kuruluşu ve milli mücadele konularında kült bir yazar oldu. Yazılarında neredeyse sinematografik bir anlatım seçti. Sahneler adeta bir filmden fırlamış gibi kurulurdu. Aile dramı ‘Ocak’, gençlik oyunu ‘Ah Şu Gençler’ kim bilir kaç milyon seyirciye ulaşmıştır. Usta ve bilgili bir yazardı. Bir yazar olarak etkisi kaç kuşak sürer bilemem ama teorisyen ve hoca olarak her türlü övgüyü hak eden biriydi. Dil Tarih’teki dönemin kadrosuna bakın: Özdemir Nutku, Sevda Şener, Metin And, Turgut Özakman. Böyle bir bilgin dörtlüsünü dünyada bir araya getirebilecek üniversite yoktur. Özakman, dramatik yazarlık kuramını neredeyse tek başına tanıttı. Antik Yunan’dan Hollywood’a her türlü hikâye kurma usulünü analiz etti, sınıflandırdı. Masalların, halk hikâyelerinin dramatik potansiyelinin nasıl bulunabileceğini gösterdi. Büyük bir radar gibiydi. Hayat hepimizden hızlı akar ama kaleme aldığı kaynak eserler bugün bile değerli. Çalışmaktan usanmayan, bilgisiyle cömert bu iki büyük isme şükran borçluyuz.