Kadınla erkeğin dünyasına dışarıdan bakan göz, sevimli bir köpeğe ait. Bilindik bir hikâye. Orta yaşlı yalnız bir kadın. Çevirmenlik yaparak hayatını kazanır. Başka bir evde de yine yalnız yaşayan grafiker bir adam. Yalnız yaşayan insanların garip bir kaderi var metropollerde. İlişkiler doğru düzgün gitmemeye başladıkça yalnızlık bir kader olmaktan çıkıp mazohist bir alışkanlığa dönüşebiliyor. Bizim oyun kahramanları bir şekilde tanışırlar. Şarapları şişe şişe devirdikçe aralarındaki mesafe de azalır. Cumburlop yatağa girerler. Yolda bir köpek görmüşlerdir. Gecenin tatlı büyüsü, köpeği eve almalarını sağlar. Oyunda ilişkinin inişli çıkışlı hallerini, kent insanının sevgi ve bağ kurmaktaki tereddütlerini işte bu tatlı köpeğin gözünden izleriz. Köpek deyip geçmemek lazım. Son derece entelektüel bir hayvancık bu. Kadınla erkek arasında olup biten şeylerin aslında ne türden psikolojik dinamiklerle şekillendiğini bir güzel görmektedir. Yaşanacak şeyleri tahmin etme konusunda da pek marifetlidir. Köpeğin derdi, sıcak bir yuvada kalmak. Dolayısıyla bizimkilerin ilişkisi bozulsun istemez.
Sürprizleri olan bir oyun bu. Bakalım kadınla erkek hayal ettikleri ilişkiyi kurabilecek mi? ‘Köpek, Kadın, Erkek’ ilginç bir oyun. Metin bence ahım şahım bir metin değil. Köpeğin varlığı sıra dışı bir bakış açısı getiriyor ama olayların farklı ve şaşırtıcı bir gözle yorumlanmasını sağlamıyor. Yaşadığımız hayat hakkında birçok zeki çağrışımlar içermekle birlikte aklımızı başımızdan alacak yepyeni bir perspektif sunmuyor. Oyuncular gayet iyi. Rollerin olanakları çerçevesinde başarılı performanslar sergiliyorlar. Ama metin bu. Bu kadar. Zayıf bir yazarlık demeyelim, ama yazar bu seviyede bir hikâye akışını tercih etmiş. Sıkılınacak, beğenilmeyecek bir iş değil. Kemal Aydoğan, rejide metni aşmış. Moda Sahnesi, İstanbul’a nefes aldırdı. Çok iyi prodüksiyonlar yapıyorlar. Toplam tiyatro zekaları ve gustoları örnek teşkil ediyor. Muhteşem bir mekan yaptılar. Gurur duyuyoruz. Bu oyun dünyanın en iddalı oyunu değil. Olmak zorunda da değil. Gayet güzel vakit geçirdik. Sibel Arslan Yeşilay çok iyi bir çevirmen. Kemal çok iyi bir rejisör. ‘Köpek, Kadın, Erkek’ de gayet güzel bir oyun.
Oyun yeni değil. Geçen sezon da vardı ama ayak sürüyordum gitmemek için. Cinsel kimlikler üzerinden hafif ajitatif bir seyirlik zannediyordum. Hiç alakası yokmuş. Bir kere, çok başarılı bir oyun. Kurgusu da vurgusu da şahane. 1980 İhtilali’ni yaşamış dört trans bireyin hikâyesi. İzmir’deki Siyah Pembe Üçgen Derneği bir sözlü tarih çalışması yapmış. Bu bireylerle yaptıkları röportajları kitaplaştırmışlar. Ufuk Tan Altunkaya, bu konuşmaları virgülüne dokunmadan kurgulamış. Oyun pavyonda geçiyor. Karakterler çıkıp şarkılarını söylüyor, öykülerini anlatıyor. Acı, aşağılanma, tehdit, işkence, sürgün... İnsanın yüreği burkuluyor. “Ne istediniz bu insanlardan” diyorsunuz.
Hakikaten, ne istiyorsunuz bu insanlardan! Oyunun asıl başarısı; bunca zulmü konu edinirken ağlak bir üsluba teslim olmaması. Gülmekten gözümüzden yaşlar geldi. Onlar kurumadan üzüntüden yaş döktük. Bu dramdan ilk defa haberdar olmuş değilim. Bildiğim bir şey. Buna rağmen çok etkilendim. Anlatılar, birbirine yakın hikâyelerden oluşuyor. Belki dört karakterden daha az kişi olabilirmiş sahnede. Ama oyun uzun değil. Bir çırpıda bitiyor. Gülle gibi de etki bırakıyor. Herkes çok iyi oynuyor. Elit Çam, rolün imkânlarını da kullanarak fevkalade bir iş çıkarıyor. Bu oyunculuk, şampiyonlar ligi oyunculuğu. Gidin görün. O derece. Nasıl olmuş da ödül almamış, inanılır gibi değil.
Tiyatro salonları çamaşırhane olacak!
Tiyatro Artı’nın sahnesi Mekan Artı beş altı senedir var. Harbiye’de minicik bir salon. Çok önemli oyunlar yaptılar. Çok ciddi metinler ürettiler. Gurur duyuyoruz.
Sahnede sıradışı bir dinamizm var. Geçen yıl başladılar oyuna. Bu sezon da sürüyor. Başarılı turneler yapıyorlar. Oyun İngiltere’de çok ses getirmişti. Neredeyse 10 yıl filan kapalı gişe oynadı. Üç zıpır tiyatrocu Shakespeare’in bütün eserlerini 60 dakikada oynamaya karar verirler. Oyuncu olmalarına rağmen, hazretin bütün eserlerini okumuş değillerdir tabii. Bilgileri herkes gibi kulak dolgunluğundan ibarettir. Ama hikâyelerin ana hatlarını hatırlarlar. Mesela Hamlet, babasının intikamını almaya çalışan çatlak bir prenstir. Ya da Romeo ve Juliet, düşman ailelerin çocuklarıdır ve aşkları trajediyle biter filan. Kemal Erdurak, Kerem Muslugil ve Mesut Yılmaz birbirinden yetenekli ve komik adamlar. Kostümleri değiştire değiştire bütün Shakespeare karakterlerine bürünüyorlar. Kadın, erkek, yaşlı, genç fark etmiyor. Oyun başladığı gibi bitiyor. Gülmek garanti.
Hızlı ve gırgır. Ama bu sıradan bir parodi mantığı değil. Her şeyden önce büyük bir emek var. Oyuncuların kendilerini adamaları lazım, yoksa o enerjiyi yaymak mümkün olmazdı. Kemal Başar çok deneyimli ve seçkin bir yönetmen. Belli ki provalarda oyunculara çok ter döktürmüş. Oyunun hareketlerini, danslarını, dövüş sahnelerini filan yaparken Alpaslan Karaduman’dan yardım almışlar. Çok da iyi olmuş. Britanya’da Shakespeare ortaokulda bile okutulur malum. Dolayısıyla hem ulusal bir gurur vesilesidir hem de baş belası. Bizim edebiyat derslerinde ‘mefailün failün’ diye ezberlemek zorunda kaldığımız divan şiirlerini hatırlayın. Shakespeare’le inceden inceye dalga geçmek o kültürde biraz da ihtiyaç. “Hamlet’i, Othello’yu bilmiyorum, oyunu anlamam” diye düşünmeyin. Pek güzel anlatıyorlar. Bazı kısımları da Türkleştirmişler. Filanca tragedyadaki zalim kralı Mengenli aşçı yapmak tatlı bir muzırlık değilse nedir. Ben çok güldüm.
Evim! Güzel Evim!: Ebru Nihan Celkan’ın yazıp yönettiği iddialı bir oyun. Kadrosunda Füsun Demirel de var. Aile kavramını içiyle dışıyla irdeleyen, siyasi ve psikolojik taraflarını sorgulayan bir oyun olduğunu okudum ve ilgimi çekti. Kumbaracı50’de sahneleniyor.
Menan Cinleri: Kaç sezondur oynayan, çok büyük gişe başarılarına sahip olan bu oyunu merak eder dururum. Muhafazakâr edebiyatın önemli kalemlerinden Hekimoğlu İsmail’in eseri. Yazar ‘Minyeli Abdullah’ romanıyla çok büyük kitlelere ulaşmıştı malum. Bu oyun zamansız, mekânsız bir yerde geçiyor. Varlık sorununu tartışan, felsefi bir eser. İlginç ve sürprizli bir kurgusu olduğunu duydum. Bunca yıldır başarıdan başarıya koşuyor. Mutlaka izlemeyi düşünüyorum.
Mikadonun Çöpleri: GRİ Sahne, Melih Cevdet Anday’ın kült oyununu sahneliyor. Yenilikçi bir yorum getirmişler. Eser, Türk tiyatro tarihinin en önemli oyunlarından biri. Biraz çetin bir metindir bilindiği gibi. Nasıl bir çözümleme yapmışlar, ne türden bir yorum var, merak ediyorum.
İki Kişilik Yaz: BilsarDot’ta sahneleniyor. Çok iyi şeyler söyleniyor oyun hakkında. Belli ki DOT’un ispatlanmış kalite standartlarında bir iş. David Greig yazmış. Britanya’nın önemli yazarlarından. Yolları Edinburgh’da bir barda kesişen 35 yaşındaki bir kadın ve erkeğin hayatı. Oyunculuklar da çok iyiymiş.
Yazar: Şişli Blackout’taki Talimhane sahnesinde. Tim Crouch yazmış. Oyun Britanya’da büyük ses getirmiş. Bilindik, alışıldık tiyatro deneyimlerine benzemiyormuş. Seyircilerin katılımıyla gelişen bir işe benziyor. Royal Court’ta sahnelenmiş, sonra dolaşmadığı sahne kalmamış. Mutlaka göreceğim.
La Cenerentola: Opera, iyice üvey evlat oldu. Süreyya Operası’nda dört dörtlük bir Rossini prodüksiyonu. Az bilinen bir Külkedisi masalı. Kapanır mapanır, fırsat varken gidelim, izleyelim.
Tiyatro Öteki Hayatlar 1990’larda başladı. Galatasaray Üniversitesi’nin tiyatro klübü bünyesinde oyunlar sergileyen cevval bir ekiptiler. 2005’te ‘Adviye’ adlı oyunla profesyonel bir gruba dönüştüler. Kendi metinlerini üreten, yaşadığımız dünyaya ve gerçek hayata dokunan prodüksiyonlar yaptılar. Klasik oyunlar da sergilediler. Ciddiye alınması gereken bir duruşları var. Tiyatroyu önemseyen, kalabalık ve son derece parlak bir ekip.
‘10’ güzel bir oyun. 10 kadın var. Her birinin de çocuk aldırmayla ilgili bir öyküsü. Bu kadınlar, birbirlerine benzemeyen hayatlara sahip. Toplumun farklı kesimlerinden bireyler. Hayatları benzemiyor ama karşı karşıya kaldıkları sınav aynı. Sonuçta, karınlarında oluşmakta olan bir canlının kaderiyle ilgili sert bir karar vermek zorundalar. Doğum ve ölüm son derece eşitlikçi şeyler. Mâlum, aynı yerden gelip aynı yere gidiyoruz. Oyun, derinden derine bunu da hatırlatıyor.
Nice 10 yıllar
Yazar ve yönetmen Can Utku, kürtaj iyidir, kötüdür, etiktir, değildir tartışmasına girmemiş. Karakterler kendi deneyimlerini anlatıyorlar. Altı çizilen, kafamıza kakılan bir şey yok. En çok da bu yaklaşımı sevdim. Anlatılan hayatların tortusu kalıyor. Bu tortu, şeffaf bir zamk gibi karakterleri birbirine bağlıyor. Bu açıdan, gayet etkileyici bir deneyim. Kutluğ Ataman’ın ‘Peruk Takan Kadınlar’ diye bir belgeseli vardı. Biri kemoterapi yüzünden, diğeri polisten kaçmak için filan peruk takmak zorunda kalmış dört gerçek kadının hikâyesiydi. Oyunu izleyince hatırladım. Sahnede 10 tane kutucuk yapmışlar. Her kutunun ışığı ayrı. Işığı yanan karakter konuşmaya başlıyor.
Diva ilginç bir oyun. Çok meşhur bir oyuncu var. Bir popüler kültür ikonu haline gelmiş. Çok seviliyor. Korkutucu bir tarafı da mevcut. Otoriter biri. Tanınmamış sanatçılara destek olmak gibi bir alışkanlığı da var. O akşam bir ressama gider. İsmi cismi bilinmeyen bir sanatçıdır bu. Portresini yaptıracaktır. Ressam aslında gönülsüzdür. Belli ki işi para için kabul etmiş. Ama Diva’yla çalışmak kolay değil. Daha kendisi gelmeden asistanları atölyenin adeta tiftiğini attırırlar. Diva’nın zevkine uygun mobilyalar, aksesuarlar içeriyi doldurur. Bunlar ışıltılı, parıltılı, zevksiz şeylerdir. Ressam kız ne yapacağını bilemez. Diva huysuzun teki. Hayat hakkında çok net fikirleri var ve bunları empoze etmeye bayılıyor. Asistanlar, kadının yanında iyice maymuna dönmüşler. Ressamın dünyası çok farklı tabii. Diva, kızın dünyasını sorguluyor. Sığındığı yüksek kültür dünyasının tutarsızlığını gösteriyor. En azından sağlam bir tartışma çıkıyor. Biraz ‘Abuzer Kadayıf’ filmini hatırlatan, bir ucu Theodor W. Adorno’ya uzanan popüler kültür, üst kültür tartışması denebilir buna.
Oyunu Cihangir’deki Tatavla Sahne’de izledim. Mekânı elden geçirmişler, gayet güzel bir sahne olmuş. Küçük bir yer ama hem lokasyon iyi, hem de sahnesi güzel. Bu oyun için ideal bir mimari. Başak Kıvılcım Ertanoğlu güzel bir oyun yazmış. Kendisi yönetmiş. Arkadaşım. Birlikte de çalıştık. Bence konu seçimi, işleyiş filan çok iyi. Metinde çok hınzır, çok haylaz ve zeki taraflar var. Ayta, iyi bir karakter yapmış. Gayet de iyi oynuyor. Diğer roller de öyle. Ortalamanın çok üstünde bir iş çıkarmışlar. Oyun kesinlikle sıkıcı değil. Zaten bir sürü şey oluyor sahnede. Sonra sürprizler filan var. Final, final gibi. Tek problem, hikâye akışında kopuk taraflar olması. Bir tartışma başlıyor, ardından karakterler hatıralarını anlatıyor filan. Güzel ama “acaba şimdi ne olacak” demediğimiz anlar bunlar. Sonuçta güzel bir oyun. Başak, yazarlık kariyerine sağlam bir giriş yapmış oldu. Kaleminin karakter ve eylem hakimiyeti yeni oyunlarla mutlaka kusursuzlaşacaktır. Seyredelim. Bakalım hep Diva’ların dediği mi oluyor dünyada. Acaba başka yollar da var mı?
Guguk Kuşu: Hapishaneden kurtulmak için deli taklidi yapıp psikiyatri hastanesine düşen bir karakterin buruk ve heyecanlı hikâyesi. Efsanevi bir filmdi. Jack Nicholson Oscar almıştı. Sadri Alışık Tiyatrosu, Şakir Gürzümar rejisiyle sahneliyor. Oktay Kaynarca tiyatroya iddialı bir dönüş yapmış oldu. Kadro çok iyi.
Kafkas Tebeşir Dairesi: Aynı tiyatronun süregiden prodüksiyonu. Levent Ülgen, Songül Öden başrolde. Brecht’in en önemli oyunlarından biri. Bu prodüksiyon da Zorlu PSM’de. Zorlu Center’ın mimarisine, projesine bir şey diyemem ama çok güzel salonlar yaptılar. Kültür ve sanatı es geçen AVM’ler örnek almalı.
Kuvayi Milliye: Nazım Hikmet’in destansı şiirini Zeliha Berksoy sahneye taşıdı. Tamer Levent, Yurdaer Okur, M. Ali Kaptanlar, Devrim Evin ve diğer çok değerli oyuncular. Büyük prodüksiyon.
‘Sabır Taşı’, çok meşhur bir roman. Afganistan kökenli Atiq Rahimi’nin. Yazar, Rus işgaliyle ülkesini terketmiş, Fransa’da yaşamını sürdürüp önemli bir kariyer yapmış. ‘Sabır Taşı’, filme de çekilmiş, çok ses getirmiş, Goncourt ödüllü bir roman. Iraz Yöntem romanı almış, tiyatroya uyarlamış.
Afganistan’dayız. Ortalığı kan götürüyor. Bir kadıncağız evde hapsolmuş. Dışarıda tüfek sesleri. Kaçamaz, zira hem kaçacak yeri yok hem de sırtında büyük bir yük var. Kocası vurulmuş, bitkisel hayatta. Bakması lazım. Kadıncağız akıl sağlığını korumakta zorlanıyor. Ortalığı yangın yerine çevirmiş olan savaşçılar evlere de baskınlar yapıyorlar. Kadın da nasibini alıyor. Bu çetin şartlar altında, kupkuru bir coğrafyada geçen ilginç ve derin bir hikâyeye tanık oluyoruz. Kadının geçmişinde acılar, acılarla başa çıkmak için imâl edilmiş yalanlar vardır. Aşkın yasaklandığı bir yerdeyiz ama insan insan olmaktan çıkar mı? Nefes alınan yerde aşk da olacaktır.
Sert bir hikâye
Oyunda, kadının değersizleştirildiği bir coğrafyadayız. Baskıcı idareler kadınlarla uğraşır. Baskıcı iktidarlar kadınlardan korkar. Onları ezmek, kapatmak, kimliksiz, kişiliksiz fertlere dönüştürmek isterler. Bunu yaptıkça sahte iktidarlarının perçinlendiğine inanırlar. Sebepler psikiyatriktir ve çok açıktır. Kadından korkmanın ne türden bir pataloji olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu oyun, eksenine işte bu mevzuyu almış. Hayatta kalmak önemlidir ama insanın hayatını onurlu biçimde sürdürebilmesi daha da önemlidir. Iraz, romanı tiyatroya aktarırken hem sinematografik araçlardan yararlanmış hem de yazınsal zenginliği kullanmış. Oyun uzun değil. Topu topu 80 dakika ve dolu. Yine de ana karakterin kendi iç sesiyle geçen zamanlar biraz yorucu olabiliyor. Anlatı, dinlenmeyi hak etmeyen bir anlatı değil ama benim dikkatim biraz dağıldı. Işıklar, dekor gayet iyiydi. Başarılı bir atmosfer vardı. Iraz gayet iyi oynuyor. Diğer oyuncular da öyle. Sonuç olarak belli bir derdi olan, ciddi, iyi kotarılmış bir oyun. Sert bir hikâye ve hayata dokunuyor. Güney Zeki Göker sahneye koymuş. Başarılı bir iş.