Hangi Araplardan bahsettiğini sordum, “Savaştan kaçan çaresizleri mi, gelip bizde para harcayan turistleri mi kastediyorsun?” dedim. “İstersen turistlerden sadece sarışınlara izin verelim” filan diye biraz dalga geçtim. Ancak şu geldiğimiz noktada da enteresan bir resim oluşmaya başladı. O günden bugüne Suriye’den gelen mülteciler kat kat arttı. Avrupa’yla ilişkiler malum, ülkedeki turistlerin de hemen hepsi Ortadoğulu. Dolayısıyla artık sokakta üç kişiden biri Arapça konuşuyor. Dükkân tabelaları Arapçaya dönmeye başladı. Kafelerden Arapça müzikler yükseliyor.
Bu arada nüfusumuza üç buçuk milyon (belki daha fazla) Suriyeli eklendi ve aslında Arap turistler bunun yanında devede kulak. Misafirperverlik güzel şey, başımızın üstünde yerleri var diyelim filan da bunun bir sonraki aşaması ne? Herhangi bir entegrasyon politikamız veya programımız olmadığına göre, kaçınılmaz olarak Türkiye’de kültürün, yaşam tarzının, mutfak alışkanlıklarının, ticari malların, hatta tasarımların, tamamen Suriye ve Ortadoğu tercihlerine göre şekillenmeye başlaması mı? Bunu istiyor muyuz?
Bazı doğu ilçelerinde de Arap nüfus Türk nüfusu geçti, demografi tamamen değişti. Oranın halkı pek çok konuda şikâyetçi. “Asimile oluyoruz, ilçe Arap ilçesi oldu, biz azınlık kaldık” diyenler var. Büyük şehirlerde bazı alan ve hizmetlerin yetmediği ile ilgili sesler yükseliyor. “Halk plajlarını, piknik yerlerini Suriyeliler doldurdu” yakınması, aslında hem kalabalık ve hizmet yetersizliğinden, ama hem de kültür farkından kaynaklanıyor.
Bu gittikçe büyüyecek şikâyetlere, sorunlara, iki tarafın birbirine karşı bilenmesine hazır mıyız? Bir planımız var mı?
YÜN YELEĞİN SIRRINI AÇIKLIYORUM
CUMHURBAŞKANI niye temmuz ayında yün yelek giymiş. Yelek kurşun geçirmez miymiş? Yoksa Cumhurbaşkanı rahatsız mıymış? Okunmuş yelek miymiş? Bu işin sırrı neymiş?
Kendimden yola çıkarak o sırrı açıklıyorum şimdi size. Uzun boyluların omurgaları ikide bir sorun çıkarır. Hele düzenli spor, esneme filan yapmıyorsan ya boynun ya sırtın ya belin ağrır, ikide bir tutulur. Boynunda, belinde sorun olan-olmayan çok az kişi bilir ama bu derdin temel çaresi yündür! Evet kardeşim, ama yüzde yüz yün olacak, katıksız. Kas gevşetici al, masaj yaptır, şu bu, hiçbiri yün kadar rahat ettirmez.
Kadim bilgidir bu. Garip bir malzemedir gerçek yün. Aslında yazın bile terletmez. Nemi emer, sonra dışarı atar, kası sürekli aynı ısıda tutar ve derecesi kontrollü bir yakı yapıştırmışsın gibi gevşetir. İyi doktorlar diğer tedavilerin yanı sıra omurga çevresinde ağrıyan kasa ısıtıcı krem sürdürtür, ardından “Yüzde yüz yün kazak veya yün atlet giyin” tavsiyesi verirler. “Yün yatak, yün bel korsesi kullanın” derler hatta. Gerçek yün bulabilirseniz deneyin, inanamayacaksınız.
Modellik kariyerim 30 yaşında başladı. Aslında çoğu modelin kariyerinin duraklama dönemine geçtiği noktadır bu. Oysa ben 28-29 civarı ünlü olduğumdan dergi kapaklarına çıkmaya o yaşta başladım. Sağ olsunlar, daha iki gün önce yine bir derginin kapak çekimindeydim. Hadi söyleyeyim, Elele’nin ağustos sayısı. Bir otelin havuzlu bahçesinde, bir yandan ıslak mayolu çocuklar etrafta koşuştururken, bir düğün orkestrası prova yaparken ve arkada gelinle damat fotoğraf çektirirken ben de modaya yön vererek tarihe geçiyordum ki... Aklıma geldi. Artık herkes bir model!
BU BENİM SOSYAL SORUMLULUĞUM
İş kadınları, sektör dergileri, gazete röportajları için fotoğraf çektiriyor. Gelin adayları; sözde, nişanda, düğünde profesyonel fotoğrafçılara poz veriyor. Ev hanımları bile Instagram’da şık, rötuşlu pozlarını paylaşıyor. Aşure yapmış, Instagram’da paylaşan kadın filtre kullanıyor, yüzündeki çizgilerle birlikte aşurenin narları da yok oluyor!
Dedim ki, “Gülse, bu senin sosyal sorumluluğun! 19 yaşında Norveçli ve manken olmayan bütün kadınlar için anlat! Anlat ki, senin gibi insanlar da objektifle barışsın, bir çekimde neler yaşandığını, ne yapılması gerektiğini öğrensin”.
Asla çekimin haber verildiği günle çekim arasındaki zaman zarfında 10 kilo veremeyeceksiniz. Hiç kasmayın! Yapabileceğiniz belki tek şey, çekimden üç gün önce filan hamur işini, ekmeği, simidi bırakmak. Zayıflamak için değil. Üç günde zayıflanır mı? Yalan o. Ödem atmak için. Zira glüten vücutta su tutar. Ama aslında fotoğraflarda ince görünmek için yapabileceğiniz en pratik şey, Photoshop’çıyla ahbap olmaktır!
Topuksuz ayakkabıyı reddedin. Düz giymem demekle kalmayın, “En az 10 santimlik topuk” isteyin. Hatta boy fotoğraflarında fotoğrafçıdan “Canım şöyle biraz eğilerek, aşağıdan çeker misin” diye rica edin. Bacak boyunuza inanamayacaksınız, bana çiçek yollayacaksınız! 1.75 kadın bunu söylüyorsa bir bildiği var demektir!
“Doğal makyaj, yok gibi bir makyaj”, bunlar hep hiledir. Sakın kanmayın! Gökten düşmüş meleklere benzeyen İskandinav modellere makyaj yapmaya alışık uzmanları dinlemeyin. “Yok gibi dudak, solgun ten, sadece bir rimel” tabir edilen makyaj stili, o İskandinav kızı doğal, sizi ise ceset yapacak! Malzemeden çalmasınlar! Allığınızdan, rujunuzdan ödün vermeyin! Sonra bana dua edin.
Çok affedersiniz ama tabii ki şehrin altyapısı berbat...
Özür dilerim de gayet net ki biz çok yol yapıyoruz, ama doğru düzgün, dayanıklı, su giderli vs yol yapamıyoruz.
Kusura bakmayın ama elbette metroyu su basmaması lazım...
Pardon ama o kadar betonu plansız programsız dikip yeşil alanları yok ederseniz muhakkak doğal döngü allak bullak olur.
Yukarıdakilerin hepsi doğruyken, “Bunlar çok konuşulmasın, bu olay abartılmasın, belediyeye zinhar eleştiri gelmesin, biraz iyi yönden bakalım”cıların haber başlıklarını yerim ben. Millet bir dereyi yara yara giden su basmış metrobüste sandalyelere tünemişken “Bir bardak yağmur suyu içilmesinin sağlığa faydaları” haberi yapan gazetenin ponçikliği nedir?
İmkânım vardı, delirdim ve bu tatlişko haberlere katkı sunmak isterim:
- Bunaltıcı sıcaklar selle kırıldı, ahali yaylaya çıkmış gibi ferahladı.
-
Tatile gidemediniz, millet Bodrum’da yüzerken siz masa başında kaldınız, Çeşme’de kumru yiyenleri televizyonda seyrederken evdeki kadife kanepeye yapıştınız. Amaan ne gam, evelallah ben buradayım! Çok şükür öyle bir kalemim var ki, okuyunca Bodrum-Çeşme ahalisi tatilden vazgeçer, bavul toplayıp şehre geri döner. Bakınız aşağıda yaz tatiline gitmeyenlerin avantajlarını listeledim:
Yazı bronzlaşmadan geçirmek sizi gençleştirir mi? Bronzlaşmak cildi kurutur, yaşlandırır ve yıpratır. Hayatımda ilk kez temmuz sonu, hâlâ bir kez bile güneşe çıkmamış bulunuyorum. Nasıl akça pakça, nasıl İngiliz tenliyim anlatamam. Meğer beyaz tenli bir insanmışım inanır mısınız? Geçen sene bu aralar sarı saçlarım ve bronzu aşmış, tatlı bir kahveye dönmüş tenimle Kibariye’nin uzun boylusu gibiydim. Cilt kendini bu güneşten azade geçirdiğim yazda tamir edecek, kırışıklıklar sıfırlanacak. Buna beynimi inandırırsam cildim de inanır diye düşünüyorum.
Tekne ne Allasen? Tekneyle çıkmak nedir? Bunun zevkini biri bana anlatsın. Tekne dediğimiz bir taşıttır, bir yerden bir yere gitmek için kullanılır. Çoğunlukla bulunacağın otel veya evden çok daha küçük bir mekâna sığışmak, istediğin ayakkabıyı giyememek, tuvaleti kullanmak için 3 yaşından beri ilk kez yine özel eğitim almak, sallana yuvarlana sersem olmak ve üzerine para vermek... Adriana’nın belinden öpmeyeceksen hakikaten mantıksız! Ooh saray gibi evimde püfür püfür oturuyorum çok şükür.
Niye sevimsiz hayvanatla uğraşayım ki ben? Zoolog muyum? İki begonvil göreceğim, bir denizbörülcesi yiyeceğim diye, doğanın antipatik yönlerini çekmeye değer mi? Vatozundan denizkestanesine, sivrisineğinden akrebine, yarasasından örümceğine, niye aynı habitatta yaşamaya gideyim? Belgesel mi çekeceğim? Sitcom’cuyum, sinemacıyım ben. Evde koydum pencere önüne karınca yemlerimi, taktım sinek ilacını fişe, bitti. Hayvan olarak sadece kedi, köpekle muhatap oluyorum, mis.
Bikini vücudu nedir Allasen? Yıldım yıllardır yav. Nisanda başlıyor bunun paniği, her sene yazın üniversite sınavına girecekmişiz gibi hazırlık yapılıyor. Ananas ye, detoks yap, yürü, selülit masajı yaptır, bir altlık olsun diye solaryuma gir... Yine de güneşin altında mükemmel görünen bir kadın da yok yani. Bakınız hoop döndük mü Adriana’ya. Neyse... Amaan yiyorum künefeleri, dondurmaları, giyiyorum bol elbiseleri, ooh, efil efil geziyorum.
Görev gibi denize gidilir mi yav? “Aman geç yattık, yarın denizi kaçıracağız”, “Eyvah saat iki oldu hâlâ denize gitmedik”, “Bugün hiç denize girmedim, kahretsin niye böyle yaptım”, “Girmenle çıkman bir oldu, girince bir 20-25 dakika yüzülür en azından”. Sürekli bir telaş, bir disiplin, bir mecburiyet... Madem denize girmeye iş muamelesi yapacaktık, şehirde kalıp çalışsaydık ayol! En azından para veriyorlar.
Sıcak bir ülkede, daha sıcak bir bölgeye gitmenin hiçbir tarihi, kültürel veya tıbbi karşılığı yok! Sıcak bir ülkede, sıcak mevsimde, insanlar asırlardır serin yerlere kaçarlar, yaylaya filan çıkarlar. Yani vücudumuzun doğasına göre Bodrum-Antalya’ya kışın gitmeli, yazın Trabzon-Rize’de kuymak filan yemeliyiz. Bizimki vücudu gezdirmek değil, resmen dayanıklılığını test etmek. Tabii burada yaz sonu Adana’da film çekimlerim olacağından bahsetmek istemiyorum. Ama bahsetmiş de bulundum. Olsun, filmin tanıtımı olur, gazeteci arkadaşlara haber olur. Biraz da sıcak olur tabii. Ama sonuçta iş. Gönüllü tatil değil. Olayın bir mantığı var.
Bugüne kadar kaç tane yaz tatiline gittiniz?
Ama yürüyüşün daha önceden hesaplanmayan başka olumlu sonuçları da oldu.
- Mesela kendini ezilmekte, horlanmakta, yok sayılmakta hisseden yüzde ellinin birikmiş karamsarlığını, umutsuzluğunu, gerginliğini azalttı. Bu da ülke için tansiyonu düşürücü, dengeleyici oldu.
- Polisin performansı gayet iyi ve tarafsızdı. Gezi’de çadır yakan, gösterici yaralayan, sert, öfkeli tavır yerine, sakin, soğukkanlılıkla işini yapan, olması gerektiği gibi demokrasinin gerçekleşmesini sağlayan emniyet gücü izlenimi verdi. Her kesimde sempati ve güven yarattı.
- Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşle birlikte hitabet ve tespitlerinde de bir açılma, bir netlik, bir enerji yükselmesi oldu. “Meğer hakikaten sağlam kafa sağlam vücutta olurmuş” muhabbetleri döndü. “Türkiye’de en büyük sorun muhalefet eksikliğidir” cümlesi geçerliliğini büyük ölçüde yitirdi.
- Dünyada “Türkiye tipik bir Ortadoğu diktatörlüğüdür” fikrini savunanların bir yerde ağzının payı verildi. Milyonlarca insanın barışçıl bir yürüme eylemi ve mitingle açıkça iktidarı eleştirmesi, bunun dünya medyasında yer bulması o önermeyi bir ölçüde kırdı. Demokrasisinin kusuruna, eksiğine, gittikçe azalan oksijene rağmen bu memleketin öteki bölge ülkelerine benzemediği, Türkiye Cumhuriyeti olduğu anlatılmış oldu.
m Mitingde olanlar da mitinge sempati duymayanlar da sadece Türk bayrağı, “Adalet” pankartı ve Atatürk posteri kullanılmasını doğru buldu. Hatta mitingin karşısında olan farklı görüşler “Hahayt, Atatürk posteri açıyorlar ama, aslında bunlar...” noktasından eleştiri yapma yoluna gitti. Velhasıl, Atatürk’ün sağdı-soldu, iktidardı-muhalefetti, o partiydi-bu partiydi demeden ülkenin ortak değeri olduğu bir kez daha teyit edildi!
9 TEMMUZ DA BİZİM, 15 TEMMUZ DA
ELBETTE
Sanırım tabana kuvvet yol yapmanın siyasi yönü son zamanlarda en makulünden en uç yorumlara kadar her biçimde tartışıldı.
“Sözde adalet yürüyüşü” dendi, “Kılıçdaroğlu’nu gerçek lider yapan yürüyüş” dendi, vs... Yol 432 kilometreydi ve 25 günde tempolu bir yürüyüşle tamamlanacaktı. Günde 17 kilometre civarı. Yani 25 bin adım.
Geçen hafta Kılıçdaroğlu’nun 20 günde 5 kilo kaybettiği açıklandı. İtiraf edin kilo vermek isteyenler! Siyasi haberler esnasında bu detayı duyunca içinizden “Günde kaç kilometre yürüdü?” diye hesapladınız ve CHP liderinin günde kaç kalori yediğini düşündünüz!
Adalet yürüyüşü bugün bir mitingle bitiyor. Bense hikâyenin başka bir yönünü yazacağım.
*
İlk kez ‘The Story of Human Body’ (İnsan Vücudunun Hikâyesi) kitabında okumuştum. Sonra The New York Times’ta, başka gazete ve kitaplarda da yayımlandı. Malumunuz insanoğlunun fiziksel yapısı diğer hayvanlara göre zayıf. Ne pençeleri var, ne güçlü bir ısırıcı çenesi. Soğuktan korunmak için kürkü, tehlikeden korunmak için diken veya boynuzları mevcut değil. Salgılayacak zehri bulunmuyor, renk değiştirip kendini kamufle edemiyor. Bu zavallı, kürksüz, minik dişli, pençesiz canlının kedigiller, kurtlar veya atlar gibi yüksek hızlı koşu performansı da yok.
“Kedigiller sadece kısa mesafeleri hızla koşuyorlar. Develer uzun dayanıyor ama yavaşlar. Atlar hızlı ve uzun koşuyorlar ama bir süre sonra ağızları köpürüyor.”
İnsanı fiziksel olarak diğerlerinden avantajlı yapan tek özelliği; sıkı durun, uzun mesafelerde hızlı ilerleyebilme kapasitesi! Yani maraton.
Siyasetten korkan, korkutulan, uzak duran bir gençliktik. Politika bölümünde okuyanların bile kamuda kariyer, siyasi partide görev, hatta zevk için bir sivil toplum örgütünde aktivite planlamadıkları yıllardı. Başarı ve para hedeflenirdi meslek seçiminde.
Boğaziçi özellikle böyleydi. Diğer üniversitelerden siyasetle daha çok ilgilenen arkadaşlar “Boğaziçi Tatil Köyü”derlerdi bu tavra. Ama onlardan da bu konulara kafa yoran çok değildi aslında.
150. Boğaziçi Üniversitesi mezuniyetinde konuşma yapma onurunu verdiler. Gördüm ki her düşünceden öğrenci artık siyasetle yakından ilgili. KHK’ları eleştirenler, siyasetçilerin bilinen sözlerini espri haline getirenler, LGBTİ’den kadın haklarına, üniversite bağımsızlığından çevre bilincine, Filistin’e destekten şehitlerimizi anmaya pek çok konuda mesajlı pankartlar hazırlanmış. Ama kabalık yok, fikri ifade var, çoğunda mizah var. Eğer diğer üniversitelerde de durum buysa çok daha kaliteli bir siyaset kuşağı geliyor olabilir. Sağda da solda da.
Toplumu daha iyiye götürmek arzusunda, bunu da mesele edinmiş bir jenerasyon yetişiyor. Akıllı insan zaten söylemde de eylemde de saldırganlıktan uzak durur. Gelecekte bu parlak beyinlerin sadece ülke ekonomisine, kültürüne değil, siyasetine katkısı da hayatidir. Kutuplaştırmadan, kavgadan uzak, akla, mantığa, bilgiye, uzlaşmaya, ifade özgürlüğüne, demokrasiye dayalı bir siyaset arenasını bu insanlar oluşturabilir. Yeter ki memlekette kalsınlar. Onlar bize lazım!
Birkaç sabahtır “Komşuların şaka olsun diye pencere aralığından içeri fön tutmaları bence çok ayıp” diye sinir içinde uyanıyorum. Ve hemen belime kadar gelen saçlarımı kestirmeye karar veriyorum çünkü sırtım sucuk gibi. Sonra ayılıp hatırlıyorum ki saçım kısa ve komşular da efendi insanlar.
Bu sıcak filan değil. Bu doğanın bir kalkışması! Ve kesinlikle şahsıma özel bir gıcıklık söz konusu.
Zira yıllardır dizim olsun olmasın, 7-8 Haziran civarı günde 16 saat çalışma sezonu biter. Ben güneylere kaçarım. Günün iki saatini denizin içinde geçiririm. Denizin içinde değilsem Bodrum’un kendine özgü kuru havasının, rüzgârlı mahallelerinin, yöresel mandalina ağaçları gölgelerinin ve yerel klimalarının keyfini çıkarırım.
Rekor sıcaklıkların beklendiği bu yaz, ‘İstanbul beni hapsetmiş’, çünkü sinema filmi çekeceğiz. Ve sinema filmleri ülkemizde yaz sonları çekiliyor.
Öğretmen ve dizicilerin ortak yanları vardır. İş zor ve monoton, uğraştığın insanlar kalabalık ve taşkınlık yapmaya meyilli, yaz tatillerin ise upuzundur!
Sinemacılarla da cankurtaranların ortak yanlarını buldum. İki meslekte de başarı baş tacı, başarısızlık ölüm gibi bir şey. Batmak veya çıkmak, işte bütün mesele bu! Bir de mesai mevsimi sıcaklık ortalaması 30 derece! Bu yaz, ikinci gruptayım.
Ve normalde plaja elektrikli ısıtıcı getirseler “Oh iyi oldu, denizden çıkınca içim titriyor” diyebilecek ben... Kertenkele gibi güneşe yatıp üç saat kalkmayan ben... Kışın evde parkayla oturan ben... Geçen hafta galiba hayatımda ilk kez terledim!