Adana Aladağ’da bir tarikat yurdunda çıkan yangında 11 kız çocuğu hayatını kaybetmişti. Yurtta kaçak olarak çalışan belletmenler hakkında takipsizlik kararı verildi. Aileler itiraz etti. Oysa iddiaya göre çocuklar şalterlerin attığını, sudan elektrik geldiğini, temizlik yaptıklarında (evet, temizliği çocuklar yapıyormuş) musluktan gelen sudan çarpıldıklarını belletmenlere defalarca söyledikleri halde, herhangi bir önlem alınmamıştı.
Bu iki haber sadece son birkaç günün haberi. Kadın cinayetleri, başka tecavüzler, tacizler de var ama, hepsini alsam köşe yetmez.
12 yaşında bir çocuğa nasıl imam nikâhı kıyılır? İmam devletin memuru değil midir? Bunun bir yaptırımı yok mudur? Denetim dışı, illegal yüzlerce yurt nasıl aktivitesine devam eder? Eğitmenlere nasıl takipsizlik kararı verilir?
Üstteki iki haber Türkiye’de doğmuş birçok genç kızın önünde duran seçeneklerle ilgili tabloyu anlatıyor.
Ne yazık ki seçenekleri, doktor mu olsam bankacı mı, meslek lisesine mi gitsem Anadolu lisesine mi, voleybol mu oynasam bale mi yapsam gibi şıklar değil.
Onbinlerce, yüzbinlerce kız çocuğu insan hakkı ihlallerinden ihlal beğenmek durumunda!
Görülüyor ki devletin çok daha caydırıcı önlemler alması gerekiyor.
GECE KUŞLARI, DAKİKLİK DÜŞMANLARI, TOPLANIN!
TÜİK’in 2016 verilerine göre Türkiye’de ortalama hane halkı büyüklüğü 3.5’e düştü. Buçuk olan bebek değil. Sayı şu demek: Aileler artık anneanneli, dedeli kalabalık aileler değil, bu bir.
Çocuk sayısı azaldı, iki. Ve de belli bir yaşa gelip iş bulan 20-25 yaş üstü çocuklar ayaklanıp ufaktan ayrı eve çıkıyor, yeni evliler zaten çok ender aileyle oturuyor, bu da üç.
Yıllardır çözülemeyen “Zemine ne döşesek?”sorunu, defalarca yapılan, kırılan, tutmayan taşlar ve final: Boydan boya asfalt dökülmüş, ağaçların tamamı sökülmüş, berbat, tatsız bir cadde!
Dükkânların çoğu kapanmış. Ne pırıltısı ne tarihi ne ağacı ne hareketliliği kalmış.
İstiklal Caddesi’ne bakan bir lisede okumuş, o dönemdeki trafiğe açık halini bilen, üniversite yıllarında bölgenin kafelerle, eğlence mekânlarıyla canlanmasını, sonraki dönemde genişleyip, Asmalımescit’e kadar yayılarak müthiş bir cazibe ve eğlence merkezi haline gelmesini takip eden biriyim.
Yalan Dünya dizisindeki dekorlarımızdan biri de İstiklal Caddesi’ydi. Ama o kaldırım taşlı, tramvaylı, özel günlerde ışıklarla süslenen haliyle. Şimdi olsa yapar mıydık bilmem. Dolayısıyla son aylardaki görüntü beni çok üzüyor.
Ve kaçınılmaz son, İstiklal, yine bir inşaata giriyor! Altyapı çalışmaları olacak, tramvay hattı yeniden yapılacak, caddeye granit taş döşenecek.
Yani görüntü olarak bir nevi orijinale dönülüyor. Bu iyi haber. Nedense yeni planda eskisinin aksine tek ağaç yok ve yıl sonuna kadar caddede inşaat var, bunlar da kötü haber.
İstiklal’de hiç ağaç yok derken, bir de tabii Taksim Meydanı’nın korkunç betondan çöl görüntüsü var ki, ona girmeye kalbim dayanmaz!
Evden fide mide götürüp sağa sola dikesim var yemin ederim.
'Beta’ aslında bir bilgisayar kavramı. Bir program veya aplikasyonun bütün temel özellikleri geliştirilmiş ama son testleri, kullanıcı denemeleri filan yapılmaktaysa, ona ‘Beta’ versiyonu diyorlar. Yani kullanıcıdan son öneri ve fikirleri toplayıp son ürün haline gelmeden bir önceki hali.
Şimdilerdeyse bir pazarlama terimi olarak ilgi çekiyor ve konuşuluyor.
Zira artık çoğu sektörde ürünler hep Beta versiyonunda. Aldığınız cep telefonundan kullandığınız ayakkabıya kadar neredeyse tüm ürünler ilk piyasaya verildiği andan itibaren sürekli test edilmeye, geliştirilmeye, yeni modelleri, yeni sürümleri çıkmaya devam ediyor.
O ikide bir telefonunuza gelen update’ler var ya. İşte onlar elinizdeki telefonun aslında hep Beta versiyonu olduğunu kanıtlıyor.
Ve çok dramatik olan, artık deniyor ki: Her ürün, hatta hizmet sürekli Beta olmayacak! “Bu benim son ürünüm, bir daha değişmeyecek” dediğiniz anda bitersiniz!
Hayat çok hızlandı, teknoloji ve tüketim alışkanlıklarımızda sürekli yenilik peşindeyiz.
Restoranlar eskisi gibi 5-10 yıl aynı mönülerle hizmet vermiyor. Ayda bir, mevsime göre, hatta haftalık olarak, beslenme alışkanlıklarına, müşterinin talebine göre, mutfak sürekli yenilik buluyor.
Modanın her yıl değişmesi doğası gereği. Ama artık çıkarılıp takılan aksesuarlarla, kapağı değişen çantalarla, vücut yapısına göre doku değiştiren spor kıyafetleriyle, giysiler tüketicinin değişen alışkanlıklarına uyum sağlayacak biçimde üretiliyor.
Ve bu konu iyice gündeme yerleşti: Yüzde 49’un adayı kim olacak?
Şöyle tanınan bilinen, güvenilen, iş bilirliğine, performansına inanılan, lider karakteri olan, geniş kitleleri kucaklayacak, ayrıca “star ışığı” dediğimiz şeye sahip, yani kalabalıkların seveceği nitelikte bir cumhurbaşkanı adayı aranıyor.
Yok, Recep Tayyip Erdoğan var zaten, ona alternatif aranıyor demek istiyorum. 2019’da Erdoğan’a rakip çıkarma açısından. Yüzde 51’in değil, 49’un temsili için. Hoş “Erdoğan’a rakip” derken bile beni azıcık gülme tutuyor, olsun.
Yukarıdaki vasıfları okuyup hiç bana bakmayın vallahi, ben yoğun olacağım önümüzdeki senelerde.
Sempati duyan kitleleri kırmak istemem ama ilkbaharın tam olarak özerk bir mevsim değil, bir şehir efsanesi, hatta sonradan uydurulmuş bir şov olduğu kanaatindeyim.
Belki tropik bölgelerde filan ilkbahar çiçek gibi geçiyor olabilir. Ki zaten ona da yaz diyoruz esasında. Ama net olan bir şey varsa, bizim buralarda, bu iklim kuşağında ilkbahar eziyettir! Bunu niye ilk ben dile getiriyorum, hayırsız ilkbaharın yüzyıllardır bu kadar romantikleştirilmesinin sebebi nedir, anlamıyorum.
Belki biraz şairler yüzünden. Aman anacım onlara malzeme lazım. Eve, kediye, mendile, kadehe, eşe dosta, şaraba, rakıya, dağa taşa hislenen insanlar bunlar. Baharda da bulmuş işte illa ki bir şey. Ama biz normal, vasat, sıradan insanlarız. Gerçekçi olalım, eğri oturup doğru konuşalım.
Soğuk Batı Avrupa ülkelerinden gelen kültürel bir akım olabilir ilkbaharın bu kadar pohpohlanması. Sonuçta adam aylar süren eksi 12 dereceden, karanlıktan kurtulmuş, 8-10 santigratı görmüş, güneş ışığıyla karşılaşmış. O sevinir, bayram yapar, haklı. Bize ne oluyor? Bizde kışın da güneş gani gani. Bir kazak bir paltoyla akşama kadar dolaşıp, “Of üşüdüm” demiyorsun. Aylık ortalama 3-5 derece yükseldi diye ilkbahara bu kadar tezahürata gerek var mı? Batı kültürü asimilasyonudur baharın böylesine popüler olması. Bu tezim bu aralar çok tutabilir ha!
Bence mevsimlerin en taponu ilkbahardır ve bunu size kanıtlayabilirim! Madde madde yazıyorum bak:
-- Misal bu kadar yıl, bu şehirde istikrarlı bir ilkbahar iklimi görmedim. Aniden güneş açar, tişörtle terlersin, ertesi gün dolu atıştırır, sonraki hafta yağmurdan sokakta yürüyemezsin. Bu bir mevsim değil, bir kararsızlık halidir bence! Kışın, yazın, sonbaharın belli ortalamaları, saygıdeğer bir çizgileri, net bir ambiyansları varken, bahar, gelgitleri ve ani değişiklikleriyle mevsimlerin ergenlik çağıdır! Sağı solu belli olmaz, sabahı akşamı bile birbirini tutmaz.
-- Güneş çıktı da bana mı çıktı? Dallar yeşillendi de bana mı yeşillendi? Doğa canlandı da bana mı canlandı? Ben canlandım mı ki? Yoo. Sizde ekstra bir enerji var mı? Evde yorgun yorgun oturmuyor muyuz, Allahaşkına delikanlı gibi konuşun! Baharmış, pöh.
-- Ne giyeceğimi bile bilmiyorum yav. Pardesü mü alayım, şortla mı çıkayım, çorap işini nasıl yapalım, hep ilkbahar meseleleri bunlar. İlkbahar kadınlar için modasal şizofreni mevsimidir, nesini seveyim?
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nızı kutlarım.Çocukken o bir günlüğüne Cumhurbaşkanı olan, Başbakan olan, kocaman koltuklarda oturup kameralara cak cak öten çocuklara çok özenir, onları çok kıskanırdım. O kadar sene çocukluk yaptım, bir kere de 23 Nisan’da beni seçip ilçe belediye başkanı koltuğuna bile oturtmadılar! Belki hep yaşıma göre uzun olup büyük göründüğümden, belki oraya geçince gerçek icraatlar peşinde koşup ortalığı karıştıracak ukala bir tip olduğumdan.
Diyeceksiniz ki zaten bir günde Cumhurbaşkanı veya Başbakan olarak ne yapabilirdin ki? O da doğru. Zaten dikkat çekmek istediğim konu da, bundan sonraki, daha doğrusu 2019’dan sonraki 23 Nisan’lar için seçilecek çocuklar. Kendimi biliyorum misal. Çok bilmişin, lafebesinin tekiydim.
Malumunuz bundan sonra 23 Nisan çocukları bir günlüğüne Cumhurbaşkanı ve Başbakan değil, (Adı yine Cumhurbaşkanı olsa da) başkan olacaklar.
Benim çocukluğum gibi bir veletin 2019’un 23 Nisan’ında, bir günlüğüne başkan olduğunu varsayalım.
Örneğin, Milli Eğitim sistemiyle ilgili bazı kanunlar işime gelmediği için parlamentoya kafayı takıp, bütün Meclis’i iptal edebilir, milletvekillerini ful kadro meclisten şutlayabilirdim. Buna fesih diyen de var, fesih değil diyen de. Beni adı alakadar etmez, beğenmediğim kanunlar çıkarmış milletvekillerinin vekilliklerini iptal etmek ilgilendirirdi. Sonuçta çocuğum abi, bana ne, görsünler günlerini! Adam gibi kanun çıkarsalardı, ben niye bütün günümü okulda geçiriyorum bu adamlar yüzünden? Ha Meclis’i dağıtınca benim de tekrar seçilmem gerekiyor ama bana ne, sonuçta bir günlüğüne başkanım zaten.
Milli Eğitim Bakanı’nı beğenmiyorsam, ödev vermenin, diyelim ki cezanın ve imtihanın yasaklandığı bir sisteme geçilmesini kabul etmiyorsa derhal görevden alıp o gün ablamı filan bakan yapardım. Ablama ilkokul eğitiminin günde üç saate indirilmesi, bunun bir saatinin de öğle teneffüsü olmasına karar vermesi için psikolojik baskı yapardım. Psikolojik baskı: O yıllarda yaptığım gibi, makyaj malzemelerini saklamak, arkadaşlarıyla telefondayken telefonun fişini çekmek, uyurken aniden koşup koşup üzerine atlamak vs. Ablam yine de kabul etmezdi belki. O zaman da onu da görevden alıp, yerine nazım geçen bir akrabayı, komşu teyzeyi filan yerleştirip, kafama eserse onun keyfini de beklemeden çatt diye kararname çıkarıp ders saatlerini azaltabilirdim.
En büyük şikâyetim, ilkokul son sınıfı azap haline getiren Anadolu lisesi sınavlarıydı. O yıllarda başkanlık olsa, ben de 23 Nisan günü bir günlüğüne o koltuğun sahibi olsam, bir kararnameyle derhal bu sınavı kaldırırdım. Elim o zamanlarda da kalem tuttuğundan, hemen “Önce gidip kaydolan o okulda okur” şeklinde bir kararname yazar, kararnameyi verir vermez de en çok istediğim okula gidip kaydımı yaptırırdım. Diyeceksiniz ki kanun varsa o konuda kararname olmaz. O zaman hemen olağanüstü hal ilan edip öyle verirdim kararnameyi. Sonuçta başkan koltuğunda manyak bir kız çocuğu oturuyor, daha olağanüstü bir hal olabilir mi? Muhtemelen her mahalleye Disneyland, her çocuğa bir bisiklet, günde bir paket bedava çikolata gibi icraatlarımı da kararnameyle tak diye çözerdim.
YSK’nın referandum günü akşamüzeri aniden beliren “Vatandaşı mağdur etmemek için 2010’dan beri kanunda yazanı kaale almadık, mühürsüz pusulaları, zarfları da saymaya birdenbire karar verdik, e çöpe mi gitsin o kadar irade?” şeklindeki hümanist felsefesini dikkate alarak...
Gelecek seçimde oylarımızı:
- Peçeteye yazıp versek kabul edilebilecek mi?
- Twitter’dan YSK’ya DM olarak yollasak sayılabilecek mi?