Bu sefer öğrencilerin başarısı, matematik puanı filan değil, eğitim sistemindeki kalite ölçülmüş. Birinci sırada İsviçre var, onu Singapur, Finlandiya ve ABD izliyor. İngiltere 22., Fransa 40., Rusya 64. sırada. Biz 101. olmuşuz. Vaziyet vahim.
Bu esnada TEOG kaldırılıyor, onun yerine geçecek sistemde durum net değil. Hem okul puanları değerlendirmeye alınacak hem açık uçlu soruların olduğu klasik sınav yapılacak. Malum, her okul bazı öğrencilerini iyi okullara sokmak için notlarda şişirme yapabilir. Bu bir şüphedir. Bazı öğretmenler şu veya bu sebepten sübjektif değerlendirmeler yapabilir, bu bir soru işaretidir. Açık uçlu klasik sorulara gelince, öğretmenden öğretmene bile bunların değerlendirilmesi değişebilir. Kimlerin hangi öğrencinin hangi ifadesini nasıl notlayacağı biraz bulanıktır.
Öte yandan yıllardır çalınan sorular skandallarını, son dönemde milli eğitimin sisteminde bazı kadrolaşmaları, mülakatla öğretmen alımları gibi konuları da bu çorbaya katarsak...
Bulanıklık, soru işaretleri, flu durumlar, sübjektiflik ihtimalleri ve ikide bir değişen sistemin yarattığı belirsizlik...
Bu iş böyle olmaz. Yazıp oynadığım ilk sinema filmimin çekimleri devam ediyor ve ben 7. sanattaki trajik resmi yakından gördüm.
Ülkenin en kral prodüksiyon şartlarında bile, sinema sanatında bazı şeyler çok eksik. Dünya çapında eksik, anlatabiliyor muyum? Hollywood filan da sefalet içinde. Ve farkında değilmiş gibi yapıyorlar. O büyük stüdyoların yatacak yerleri yok!
Gözlemlediğim en büyük kanayan yara: Lumiere kardeşlerden beri sinemada ışık bekleniyor! 1895’ten günümüze, aydınlık sahneler için güneş bekleniyor, buluta girince çekim kesiliyor! Hadi bizi bırak. Eyy Hollywood! 122 yılda bir arpa boyu yol gitmemişsin, hiç mi utanmıyorsun? İnsan gibi robot yapıldı, bayağı konuşuyor, farkı zor anlarsın. Sense üç-beş kuruş harcayıp bir güneş makinesi yapamadın. Aç güneşi çek, kapa güneşi yemek arası ver. Bunu beceremiyor musun? Badem ezmesi mi sinema? Lumiere biraderlerin dededen kalma formülüyle mi yapmak lazım? Ayıptır.
Sitcom’u yanaklarından öperim. Aç ışığı gündüz oldu, kapat ışığı gece oldu ooh.
Şu an sekizinci sınıfa başlayan öğrenciler hayata öyle bir hazırlanıyorlar ki , ohoo, hepsi çakı gibi olacak.
Zira aynı hayat gibi, hiçbir şey belli değil.
Her ihtimal yaşanabilir.
Plan program yok, gelecek meçhul.
Mesela Galatasaray Lisesi’ni, ne bileyim İstanbul Erkek Lisesi’ni, fen lisesini filan hedefleyen parlak zekâlı genç, sana diyorum! Artık hayatın bir kumar! Çünkü şimdilik söylenenlere göre o okullar ayrı sınav açacak, ama bu sınavı MEB hazırlayacak. TEOG’da şimdiye kadar yaşananları düşünürsek, bakalım nasıl bir sınav olacak, sonuçları ve başarılı olanlar kime göre, neye göre şekillenecek. Ama tabii o okullar ayrı sınav da açmayabilir, belki yarın bir karar verilir ve mülakatla öğrenci alınır, belli mi olur? Nasıl adrenalin? Bence süper.
Sen, Anadolu lisesi adayı öğrenci, aniden evinin etrafında başka okul olmadığı için mecburen imam hatip okuluna gitmek mecburiyetinde kalabilirsin mesela. Hatta muhtemelen de öyle olacak! Zira artık zekân, aklın, çalışkanlığın kimseyi ilgilendirmiyor. Mühim olan adresin! Adrese göre evine yakın okula konduruluvereceksin. Ne diyorsun? E kaderde illa fıkıh öğrenmek varsa otur şükret, kısmetinde varmış kuzum, ne var?
Veya sen, imam hatip lisesi isteyen öğrenci, çok düşük bir ihtimal ama, belki evinin yakınında yoksa imam hatibe gidemeyeceksin, bu da mümkün. Her vaziyete hazırlıklı ol.
Yeni karardan emlak piyasasının çok etkileneceğini öngörüyorum.
Bu testler mestler ölçüler biçiler hep tartışmalı arkadaş.
Dünyanın en büyük girişimcileri üniversiteden atılmış tipler. En iyi filmcilerin bir kısmı okul birincisi, bir kısmı “Sen kendine sigortalı bir iş bul canım” diye film okulundan dehlenmiş karakterler. Mucitlerin dâhilerin bir kısmı yanındakiyle sohbet edemeyecek kadar asosyal. Akıllara durgunluk verici sanatçılar intiharı deneyecek kadar mutsuz. Güzel, mutlu bir hayat bile yaşayamıyorsan aklın ne faydası var? Öte yandan beynini sadece gününü gün etmeye harcıyorsan o beyne yazık değil mi?
Şunların bir arasını bulalım mı? Kimi ciddi, kimi yarı şaka istatistiklere göre akıllı, zeki, ne derseniz deyin, kafası çalışan insanların belli başlı ortak özellikleri var:
-Yabancı dil biliyorlar. Sadece zeki oldukları için yabancı dil öğrenmemişler. Yabancı dil bilmeleri beyinlerini diri ve aktif tutuyor. Bunun onları ileride alzheimer gibi hastalıklardan da koruduğu iddia ediliyor.
-IQ elbette tartışmalı bir zekâ ölçme testi. Ama istatistiğe güvenelim, hâlâ bir ölçü. Misal İngiltere IQ ortalaması 100. Demek ki 100’ün üzeri, nispeten zekisiniz demek.
-En büyük çocuklardan daha çok zeki insan çıkıyor! Bunun sebebi araştırıldığında genetik değil, ilk çocuğa ebeveyn ve çevre tarafından gösterilen özen ve ilgi fazlalığı bulunmuş.
-Kediyi köpeğe tercih eden insanlar daha akıllı! 600 üniversite öğrencisi arasında “Kedileri köpeklerden daha çok severim” diyenlerin yüzde 11’i, zekâ testlerinde diğerlerinden daha yüksek sonuç almış. Kedinin bakımının daha kolay olması yüzünden tercih ettiklerini, zeki insanların hep daha pratik ve çözüm odaklı olduğunu iddia ediyorum. Bu da araştırılsın!
Bir polisi de elinden yaraladı. Yakalandı ve hemen serbest bırakıldı. Yurtdışına gitti. Serbest bırakılma kararına itiraz edildi, Türkiye’ye dönünce yine yakalanıp serbest bırakıldı. Soruşturma kapsamında dava açıldı. İçinde emniyet müdürünü elinden yaralama, görevli memura direnme, memura karşı bıçakla yaralama ve o kadını yaralama suçlarından 27 yıl istendi. Gezi’deki kadını yaralamak suçundan 9000 TL ceza ile yırttı. En son Libyalı bir işadamını tehditten tutuklandı.
Abdullah Çakıroğlu. Tam tamına 1 yıl önce otobüste hemşire Ayşegül Terzi’nin yüzüne şort giydi diye tekme attı. Sosyal medya görüntüleri sayesinde yakalandı. “İslam’a uygun davrandım, şimdi olsa yine yaparım” diye demeç verdi. Elli kere serbest bırakıldı, elli kere tekrar yakalandı. Serbest bırakan hâkimlerden birini sonradan HSYK ihraç etti ve ardından aynı hâkim gözaltına alındı. Sonunda Abdullah Çakıroğlu medya, kamuoyu baskısı ve kadınların tepkisiyle 3 yıl 10 ay ceza aldı. Cezada indirim ve ertelemeye gidilmedi.
Ercan Kızılateş. 14 Haziran’da Pendik’te minibüste, ramazan ayında şort giydi diye üniversite öğrencisi Melisa Sağlam’a yumrukla saldırdı. Olay kamera kayıtlarına geçti. Melisa Sağlam darp raporu aldı. Saldırgan 3 gün sonra yakalandı, mağdure tarafından teşhis edildi. Emniyet serbest bıraktı! “Kadınların bu şekilde giyinmesi nefsi tahrik ediyor” diye kendini “savunmuştu”. Bir de üstelik Melisa Sağlam’dan şikâyetçi olmuştu! Başsavcılık tepkiler üzerine tekrar gözaltına alınması için talimat verdi. İlginç ama saldırganın zaten o esnada bambaşka bir konu sebebiyle, “Vergi Usul Kanunu’na muhalefet” suçundan Metris Cezaevi’ne gönderilmiş olduğu ortaya çıktı! Sonuç olarak dün, 3 yıl 4 ay hapis cezası aldı.
Ha ne oldu? Yattığı süre göz önüne alınarak tahliye oldu.
İlkokul beşinci sınıfta, Anadolu liselerine hazırlık kursundayız.
Derste test yapılıyor, teneffüste cevapları aramızda tartışıp bazen “Benimki doğru” diye kavga ediyoruz, sonraki derste doğru yanıtlar açıklanıyor. Haklı çıkan ötekine nispet yapıyor.
Bir soru geldi. Kelimesi kelimesine hatırlamasam da meali şuydu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin inanç konusundaki prensipleri (ya da tavrı diyordu galiba soruda), aşağıdakilerden hangisine dayanır?”
1. Hıristiyanlık
2. Musevilik
3. Müslümanlık
4. Laiklik
Aslında biraz şaşırtmacalı, zor bir soruydu. Hele 11 yaşında bir çocuk için. Babam avukat olduğundan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu ülkede yaşayan insanları değil, devleti ifade ettiğini ve devletin temel niteliklerinden birinin laiklik olduğunu biliyordum. Hemen D şıkkını işaretledim.
“Valla” diyorum, “Biz harika bir film çekmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Dünyanın her yerinde seyredilebilecek, gurur duyacağımız bir komedi filmi. Yani kendi bildiğimiz değerlerle, ahlak, çalışkanlık, azim, vs ile işimizi iyi yapmaya uğraşıyoruz ve gelecek hayalleri kuruyoruz. Siz de öyle yapın.”
Zira pompalanan, şiddet yanlısı, daha çok bağıranın kazanıyor gibi göründüğü, hakaret ve palavranın diz boyu olduğu, gerçek erdemlerin prim yapmıyor gibi göründüğü bir ortamda, biz ve çocuklarımız nasıl hayatta kalacağız endişesi içinde insanlar.
Çünkü artık burun buruna geldiğiniz aracın şoförü yol verdiyse bütün gün eşe dosta bunu anlattığınız bir ülke oldu burası.
Bir fikir tartışmasında iki taraf birbirine nezaket gösteriyorsa şaşkınlıktan dilimizi yuttuğumuz bir ülke oldu burası.
Esnafın biri, paranız çıkışmayınca “Sonra getirip ödersin abla, aşkolsun” dediyse gözlerimizin dolduğu bir atmosfer oldu burası.
İşini yaptırmak için tanıdık-torpil aramayanın, kapı önüne su kabı koyanın, yoksul komşusuna yemek götürenin, cinsiyet ayırımcılığı yapmayanın, iş ortağına güvenenin, gerçek sınavlarla kalifiye eleman seçenin, kanunlara uyanın, emeğiyle, yeteneğiyle bir yerlere gelenin bizi hayrete düşürdüğü bir memleket oldu.
Kadınların akşam sokakta rahatça yürüdüğü sokakların, çocuklara bedava tiyatro kursu veren ilçelerin, tarikatsız-şeyhsiz-şıhsız, sadece komşuluğun egemenliğindeki mahallelerin, terör estirip kabadayılık taslamayan dayıların, vatanseverliğin önce birbirimizi sevmek olduğunu bilen gençlerin mumla arandığı bir yer oldu.
Hödüklüğün güç sanıldığı...
Koskoca 10 günlük tatil, su gibi akıyor değil mi? Denize mi girdiniz, akraba mı gördünüz, onları hiç hatırlamıyorsunuz değil mi? Halbuki eskiden günde 4 ziyaret, saatlerce dedikodu, çoluk çocuğa bahşişti mendildi, kurbanı kestik, kavurmayı yaptık, anca olurdu daha 2. gün ha? Şimdi? Salı sallandı, çarşambayı sel aldı, perşembenin gelişi zaten çarşambadan belliydi, hoop vardık pazar gününe değil mi?
Ben size anlatayım nasıl geçti: 15 dakikada bir, tabletti, telefondu, televizyondu, illa bir ekrana baktınız ve hiçbir şeye, hiçkimseye odaklanamadınız! Ve artık maalesef hayat böyle geçiyor!
Tüyler ürpertici bir araştırmayı gözler önüne sermek isterim. Yıllardır modern insanın bir gününün ortalama üçte ikisi uyku, çalışma saatleri ve ulaşımla geçiyor. Kalan sekiz saatin yaklaşık yarısı hayatta kalmaya dair aktiviteler. Yani duş alma, yemek yapıp yeme, belki kısa bir yürüyüş vs. Diğer yarısı ise size kalan boş vakit. Yani sinemaya tiyatroya gitmek, eşle dostla sohbet, çocuklarla ilgilenmek, örgü örmek, kitap okumak, saz çalmak gibi... Ve korkunç gerçek: Sadece on yıl önce, bu boş vaktin ortalama yüzde yirmisi bir ekrana bakarak geçiyordu. Şimdi ise neredeyse hepsi! Bunun çoğu da telefon ekranı.
Modern insan bugün günde 9 dakikasını ‘faydalı ekran zamanı’ için harcıyor. Yani sağlık aplikasyonları, hava durumu, yoldaysa navigasyon filan. Kalanı çöp! Saçmasapan haberlere göz atma, başkalarının yazdıklarına, çektiği fotoğraflara bakma, veya oyun oynama vs.
Şimdii, şöyle bir kendinize bu gözle bakın ve itiraf edin. 10 günlük tatilin günde kaç saatini ekran başında geçirdiniz? Televizyon olur, bilgisayar olur, tablet olur, ama en çok da telefon değil mi? Güneşlenirken güneşlenmekten çok kendinizin veya manzaranın fotoğrafını çekip sosyal medyaya koymakla, sonra da onu kimlerin ‘like’ ettiğini ikide bir kontrol etmekle meşguldünüz değil mi?
Sokaklarda gezerken etrafın havasını koklamak yerine Instagram story atmakla uğraştığınız için, nerede gezdiniz hiç farkında değilsiniz açık konuşun! Neyse, gece story’lerinize bakıp öğrenirsiniz!
Akraba ziyaretinde fotoğraf çekip Face’e koymaktan akrabaların yüzünü göremediniz. Bayram tebriklerine Whatsapp’tan cevap verirken karşınızda oturan komşunun eşin dostun ne anlattığını hiç dinlemediniz.
Güncel haberleri ve bayram esprilerini Twitter’dan takip ederken yanınızdakilerle ne güncel dedikodu yapabildiniz ne de espri!