Geçtiğimiz gün ise CNBC, Pompeo’nun röportajındaki açıklamasının bir bölümünü keserek başlığı “ABD Türkiye’ye karşı askeri harekâta hazır” şeklinde geçti. Oysa orijinal kayıtta muhabir “ABD, Türkiye ile savaşır mı” diye soruyor, Pompeo “What?” diye cevap veriyor. Bunun üzerine muhabir soruyu “O bölgede savaşa girer mi” diye değiştiriyor ve “Bu ihtimalin olmadığını söyleyemeyiz” yanıtını alıyor.
ABC News ve CNBC’nin prestijini fena halde düşüren, güvenilirliklerini (üstelik de çok önemli uluslararası konularda) düpedüz sorgulatan olaylar bunlar. Son günlerde yabancı basından örnekler çoğaltılabilir.
Bizim medyadan ise örnek bile vermiyorum. Uzun yıllardır bir kısım şerefli yazar ve kurum hariç, objektif hatta doğru dürüst haber veren gittikçe azaldı.
Belki bu vesileyle, yani yurtdışı medyada haksızlık, çarpıtma ve yalan haberleri görüp bu kadar tepki vermişken kendimize dönüp bakma zamanıdır. Belki medyamızın “titizlik” zamanıdır. Türkçe kullanımından sorumluluk almaya, tarafsızlıktan iyi muhabir yetiştirmeye, magazin ve slogandan kurtulup gerçek haberciliğe, bilgiye dönme zamanıdır.
Gerçi belki bu gidişatta medya okuyucusunun-seyircisinin de suçu vardır, bilinmez.
Misal, pazar akşamı Fatih Altaylı, bana göre şu anki en önemli gündemimiz Marmara depremi konusunda tarihi bir program yaptı. Celal Şengör’le birlikte dünyanın en önemli 3 yer bilimcisi, 3 yabancı bilim adamı, aynı stüdyoda beklemekte olduğumuz depremi konuştular. Benim mantığıma göre o akşam, hatta takip eden günlerde gündemin bu olması gerekirdi. Twitter’da programla ilgili TT’lerden, ana haber bültenlerinde bu sohbetten yapılmış alıntılardan geçilmemesi lazımdı. Ne yazık ki öyle olmadı, belki birebir hayatımızı ilgilendiren en doğru, en kıymetli bilgiler o programı saatinde seyredenlere ve benim gibi tee sabah 3’teki tekrarını bekleyenlere ulaştı sadece.
Kültür dünyamızın, bilgi akışımızın gidişi gidiş değil!
Bilimden, bilgiden, gerçek veriden, doğru habercilikten uzaklaştıkça bir
“Ülkemiz Amerika’da tanınmıyor, bırakın uluslararası ilişkilerdeki tezlerini, mutfağını, turizmini bile hakkıyla anlatamıyor. Bizim yurtdışında sağlam bir network’ümüz yok, başka milletler, başka halklar gibi güçlü bir diyasporamız yok, özellikle Amerika’daki Türkler belki az sayıda ve dağınık diye. Ama her şekilde organize olmak, birbirimizi tanıyıp bağlantıyı kesmemek, ülke için bir ses olmak lazım” demiştik.
Maalesef yıllar önce dış işlerimizin bir kısmı “monşer” diye aşağılanan kalifiye insanlardan alınıp FETÖ’cülere teslim edildiğinden, şimdi, temizlik sonrası ancak kendini toparlamaya çalışıyor. Gerçi ben hayatım boyunca Türkiye’nin kendini mükemmel anlatıp tanıttığı bir “uluslararası halkla ilişkiler” dönemi de hatırlamıyorum pek. Olsa olsa diplomatik münasebetlerin daha ustaca ve ehil insanlarca yürütüldüğü zamanlar olmuştur. Ama bizim “dünyayla iletişim kapılarımız” her zaman duvardır.
Ha son yıllarda iletişime para ve enerji harcanmadı mı?
Harcandııı. Hem de nasıl. Mesela sosyal medyada. Ama yurtiçinde. Küfürbaz troller ve trolbaşı bazı gazetecilerle!
Beslenip büyütülen, maaşa bağlanan bu hakaretçi, iftiracı insanlar belki ülkeye en büyük zararı verdiler. Organize edilip sanatçıları, aydınları, siyasetçileri hedef aldılar. Türlü yalanla, hedef göstermeyle, sövgüyle, en ufak eleştiriye “vatan hainliği” damgası yapıştırıp farklı partilere oy veren vatandaşları birbirine karşı bilediler! Şiddeti körüklediler. Haysiyet cellatlığı yaptılar. Kutuplaştırdılar. Nihayetinde o kadar para, vakit ve enerji milleti birbirine düşman etmeye harcanmış oldu! Hâlâ da devam ediyorlar.
Oysa bu kadar zaman, Türkçe yazmayı, cümle kurmayı bile bilmeyen, zekâsız, küfürbaz, sahte isimli, sahte lakaplı, düşmanlık, ayrımcılık körükleyen binlerce trol yerine, 20-30 iyi eğitimli, bilgili, yabancı dil bilen, aydınlık yüzlü, her anlamda Batı’nın dilinden konuşabilecek siyaset ve iletişim uzmanı görevlendirilseydi... Onlarla sadece dini referanslara değil, Batı halklarının da paylaşabileceği evrensel değerlere dayanan tezler, cümleler üretebilseydik... Akademisyeninden gazetecisine diyasporamızı bu ehil ekiplerle güçlendirebilseydik... Muhtemelen şu an yabancı basınla ilişkimizle, uluslararası sosyal medya gücümüzle, terörle mücadele ve kendi sınırlarımızı koruma meselemizi (tüm taraflılık ve önyargıya, yalana dolana karşın) daha iyi anlatabilirdik.
Günlerdir Gülnur Aybet’i konuşuyoruz. Onun verdiği röportajları izlerken içim ferahlıyor. Tek başına iletişim ordusu gibi. ABC kanalının sahte haberini ortaya çıkarıp bunun iletişimini yapan ekiplere de binlerce teşekkürler. Böyle daha çok insan ve ekibimiz olsaydı ve bu kişiler yıllardır Batı medyasıyla iletişim halinde, tanınan, anahtar isimler olsaydı... Heyhat.
Vatandaşına çamur atan trolleri organize etmekten oraya sıra gelmemiş demek ki...
Aslında iyi tarafından bakarsak, arkadaş bize bir şey de olmaz ha! Yani depremden sağ çıkarsak 100 yaşına kadar yaşayacak gamsızlık, tasasızlık, hızlı unutma ve günlük dedikodu-entrika-siyasi çekişme motivasyonu bizde mevcut! Bu da bir tür terapi biçimi herhalde.
Öte yandan bu şehirde yaşayan herkesten, korku değil ama soğukkanlı bir gerçekçilik rica ediyorum. Gerçekçi olun, binanızı kontrol ettirin ve güvenli değilse derhal taşının! “Belki 5 sene sonra olur yea” tavrı aptalca, ayrıca deprem 20 sene sonra bile olsa geceleri uykusuz kalmaya değmez. Sadece evinizin değil, işyerlerinizin, okullarınızın güvenliğini sorgulayın. Yaşadığınız binalarda deprem sırasında ne yapılacağını, işbölümünü planlayın.
Kendi hesabıma geceleri mışıl mışıl uyuma terapim, hayatımın çoğunun geçtiği binaların depreme dayanıklı olup olmadığını öğrenmek. Ev ve set için bu kontroller profesyoneller tarafından yapılmış, güvendeyiz gibi görünüyor. Ama Twitter’da siyasi çekişme takip etmediğimiz zamanlarda vatandaş ve medeni insan olarak yapmamız gereken başka şeyler var:
İlk yardım öğrenelim, öğretelim. Bize lazım olmasa da bir hayat kurtarabilir, en azından deprem kaynaklı bir ev kazasında sağlık çalışanlarını ufak tefek çizikle, yaralanmayla, tansiyon düşmesiyle meşgul etmeyiz. Eve ve arabaya ilk yardım seti koyun.
Hele afet ve acil durum eğitimi alırsanız, hayat boyu güvende ve bir de kahraman olacağınızı unutmayın! Her gün spor salonlarında, sokaklarda, havalı “coffee zincirlerinde”, nargile kafelerde gördüğümüz kapı gibi, çakı gibi arkadaşlardan böyle hareketler bekliyoruz!
Bina-zemin çok sağlam olabilir ama illa sallanacak. Üzerinize kütüphaneydi, dolaptı, şamdandı, vazoydu, bir şeylerin düşmesiyle yaralanmayın. Dolapları duvara sabitleyin, raflara ağır şeyler koymayın, avizeleri sağlamlaştırın. Bir internete yazıp bakın, depremde ev kazası ihtimalleri ne.
Raflar dolaplar da tamamsa, yapacağınız en iyi şey deprem sonrası 1-2 hafta o evden çıkmayabileceğinizi düşünüp plan yapmak. Zira trafik kilit, sokaklar kapalı, etraf can pazarı olabilir. Evde içme suyu stokunuz, ilaçlarınız, paketli gıdanız, radyonuz olsun. Muhtemelen elektrik kesileceği için fenerdi, ışıldaktı, yedek pildi kenara koyun. Bankamatiklerin, pos makinesi için hatların durumu belli olmayacağından bir miktar nakit para da bulunsun.
Yakınlarınızla iletişim için bir yöntem bulun.
Onun için Spectator Index’in farklı ülkelerle ilgili yaptığı “duygu durumu” anketlerini yudum yudum içiyorum!
Spectator Index’in kriterleri biraz tartışmalı elbette. Her anket kaç kişilik bir denek grubuyla yapılıyor, taraflı mı, veriler manipüle ediliyor mu bilinmez. Ama bu hafta iki istatistik ilgimi çekti.
Birincisi, farklı ülkelerden “Önceki gün öfke hissettim” diyenlerin yüzdesi.
İran yüzde 43’le birinci sırada, Türkiye ikinci, yüzde 40 çıkmış. Birinciliği kaçırmamızı esefle kınıyorum! Sokakta herkes “Sen bana yan mı baktın” şüphesiyle birbirinin boğazına sarılmaya hazırken, İran ne hakla bizden gergin oluyor? Bu ankette altımızda kalan ülkeler yüzde 38’le Pakistan, 30’arla İtalya ve İspanya diye gidiyor. Sonrasında Hindistan, Suudi Arabistan, Nijerya var. Önceki gün öfke hisseden İngilizlerin oranı sadece yüzde 14. Soğukkanlı tiplerdir, olabilir. Fakat Meksikalıların yüzde 8 olması şaşırttı. Arkadaş Trump’a bile mi öfkelenmiyorsunuz? Ben bile kızıyorum duvar muvar işine, bu ne gevşeklik? Ayrıca suç oranı hiç fena olmayan bir ülkedir, öfkelenmeden, kızmadan, can sıkıntısıyla mı işleniyor bu suçlar?
İlgimi çeken ikinci istatistik ise “Önceki gün endişe hissettim” diyenlerin ülkelere göre yüzdesi. En endişeliler yine İranlılar, yüzde 59. Onları 57 ile Brezilyalılar takip ediyor. Bunlar tamam ama tuhaf biçimde İtalyanlar 52 ile üçüncü. Bangladeş onların arkasında. Sonra yine tuhaf biçimde araya İspanyollar giriyor. Hindistan, ABD, Endonezya, Kanada, Pakistan Fransa diye endişe listesi azalarak devam ediyor. Şahane bilgi ise şu: Türkiye, İngiltere’nin, Almanya’nın filan da altında yüzde 31’le oldukça az endişeli, tasasız bir biçimde 16. sırada!
İşte demek ki yılların “Hayırlısı olsun”u, “Allah sağlık versin”i, “Her şey nasip kısmet”i, “Anda kal”, ne bileyim “Evrenle bir bütün ol”, “Kendini akışa bırak” filanlarla benzer ana fikirde, ama çok daha etkili endişe savıcı kadercilik cümleleri. Bunlara yaslanmışız, kızgınlığa faydaları yok ama strese tasaya birebirler!
Büyük Ev Ablukada’nın bir şarkısında “Mutsuzum ama keyfim yerinde” diye bir laf var. Spectator Index’i ciddiye alırsak, Türk insanının şarkı sözü de “Kızgınım ama içim ferah” veya “Öfkeliyim ama huzurum yerinde”!
Tabii sadece “Her iş olacağına varır, su akar yolunu bulur” felsefemizden değil,
1970’lerin sonu. Okullarda, sokaklarda o kadar çok sağ-sol çatışması var ki annem üniversite öğrencisi oğlu ve kızı için sürekli diken üstünde. Zorla sınıfça yürütülüyorlar, çatışmalardan kaçmaya çalışırken birkaç arkadaşları yaralanıyor, biri hayatını kaybediyor, tesadüfen ablamla abime bir şey olmuyor. Ama o yıllarda kayıplar da ağlayan anneler de sayısız.
Yarın 12 Eylül bak. 30 yıl önce, o çatışmalar sonunda başlayan karanlık bir dönem içinde farklı siyasi görüşlerden yine çok anne ağlıyor çocukları için.
Ben üniversiteye geliyorum, hafta sonları en çok vakit geçirdiğimiz yer Beyoğlu. Galatasaray’da Cumartesi Anneleri var. Biz büyüyoruz, onlar yıllarca orada kayıp çocukları için oturup gözyaşı döküyor.
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında milli maçtan dönen abimin çocukları üniversite yaşına gelmiş, bu sefer onların yaşıtı Ali İsmail’lerin anneleri ağlıyor.
Eren Bülbül ise yaşasaydı, bugün abimin o gece sağ salim maçtan döndüğü yaşta, 18’inde olacaktı. Oysa Eren artık yok, annesi belki hâlâ ağlıyor.
Kadınlar, genç kızlar öldürülüyor. Kimi şu giysiyi giydiği, kimi gece sokakta olduğu, kimi kocasına karşı geldiği, kimi boşanmak istediği için. Cenazelerde en çok, kimisi kucaklarında torunlarıyla anneler ağlıyor.
Neredeyse kendimi bildim bileli oğlu askerlik yaşına gelen her anne, askerlik yeri belirlenirken Doğu’daki terör yüzünden kalp çarpıntıları geçiriyor. On yıllardır şehit anneleri ağlıyor, içimiz parçalanarak seyrediyoruz. Bu hafta da çocukları PKK tarafından zorla dağa götürülen anneleri konuşuyoruz. Kimisi 15-16 yaşındaki çocuklarını geri istiyorlar, onların da gözü yaşlı.
Yine bu hafta İstiklal Caddesi’nin göbeğinde İTÜ Elektrik Mühendisliği mezunu, müthiş başarılı, parlak,
Ada Lovelace matematikçi, 1815-1852 arasında yaşadı, dijital bilgisayarın atası denilebilecek alet için aritmetik işlem programının tasarlayıcısıdır, bu yüzden ilk bilgisayar programcısı sayılır.
Rosalind Franklin 1920-1958 yılları arasındaki kısa yaşamında DNA’nın yapısını aydınlattı; virüs, kömür ve grafitin moleküler oluşumlarının anlaşılmasını sağladı.
Bu üç kadın, bazı kaynaklara göre dünyanın en önemli 10 bilim insanının arasında sayılıyor. İlginçtir ilk iki isim hiç oy kullanmadılar, çünkü bilim dünyasında yeri yerinden oynattıkları yaşam sürelerinde bu gezegende kadınların seçme ve seçilme hakkı bile yoktu! Rosalind Franklin ise doğmadan ancak iki yıl önce İngiltere kadınlara seçme seçilme hakkını verdi. Komşu Fransa’ya bu hak 1940’ta, İsviçre’ye ise Franklin’in ölümünden 13 yıl sonra gelecekti.
Üç bilim insanı da sadece kadın oldukları için göz ardı edilme, ciddiye alınmama, hakkında dedikodu çıkarılma, ödül verme-vermeme kavgası gibi sıkıntılarla uğraştılar. Her kadın gibi akıntıya karşı kürek çekip başardılar. Ve bu itip kakılmalara, çelmelere rağmen tarihin ilk bilgisayar programının atası, hâlâ kullandığımız kanser tedavisinin başlangıç noktası, ilk DNA ve virüs çözümlemesi bu kadınlara “emanet”ti!
Son günlerde konuştuğumuz kadın cinayetlerinin sebebi elbette erkeklerin bakış açısıdır. Kültüreldir. Söz konusu kadınları hırsızlar, düşman ülkenin askerleri, mafya, aralarında husumet olan kadınlar filan öldürmüyor ki. Kocaları, eski kocaları, eski nişanlıları, sevgilileri, babaları, abileri öldürüyor! Mesele: “Sen ne hakla benim istemediğim, izin vermediğim, hoşuma gitmeyen bir şey yaparsın”!
“Ne hakla?” Anahtar cümle budur.
Ülke yönetiminde seçmen olma, oy atabilecek kadar insan yerine koyulma “hak”kını kazanmasının üzerinden sadece 100 yıl geçmiş-geçmemiş bir cinsin geldiği yeri, parlak başarılarını; iş gücüne, medeniyete, bilime, sanata katkılarını filan burada anlatmayacağım. Çünkü bakınız, anlamak istemeyen de anlamıyor. Hâlâ “Niye daha az kadın filanca var” gibi sorular soruluyor. Size rağmen, zihniyetinize rağmen yine çok var!
Bırakın bilimi, tıbbı, devlet yönetimini, iş dünyasındaki fişek gibi girişimci kadınları filan. En basit, en güncel örnek: Hâlâ “Kadın mizahçı yok, kadından komedyen olmaz” diyen adam var buralarda. Adile Naşit’ten Ayşen Gruda’ya, o kuşağın mizah devlerine zaten büyük saygısızlık ve Perran Kutman’dan Demet Akbağ’a isim saymaya kalksak sayfalara sığmaz da bendeniz deve gibi 1.75 boyumla yıllardır her hafta televizyonda, sinemada hem yazıp hem oynuyorum, milyonlarca seyirci yıllardır gülüyor, onu da mı görmedin?
Gelecekte de o meyveler sebzeler raflardan değil, ağaçlardan toplanacak.
Gelecekte de balları gıda endüstrisi değil, arılar yapacak.
Gelecekte de sütü nükleer santrallardan değil, ineklerden sağacağız.
Gelecekte de yumurtayı inşaat sektörü değil, tavuklar yapacak.
Gelecekte de çocuklarımıza beton harcı değil muhallebi, inşaat demiri değil pirzola yedirmek isteyeceğiz.
Gelecekte de deniz kenarında pet şişeleri değil; kalamarları, karidesleri pişirip yiyeceğiz.
Gelecekte de suyu AVM’lerin yürüyen merdivenlerinden değil, derelerden içeceğiz.
Gelecekte de çocuklarımızın eline yesinler diye altın külçesi değil, ekmek vereceğiz.
Yokluk-yoksulluk sebepli göçmenlik olabilir, aşk olabilir, çok avantajlı bir iş teklifi olabilir, Türkiye’de çalıştığı sektörde iş bulamayıp gitmek olabilir, bizde olmayan bir alanda uzmansanız (sözgelimi ejiptologsanız) olabilir, bu ülkede bir suç işlediyseniz kaçmak için olabilir; ender de olsa başka bir ülkenin doğasına, kültürüne, yaşam tarzına vurulmak (Hindistan’a yerleşip kendini yogaya vermek gibi) olabilir, yüksek bir bilim adamıysanız imkân yetersizliği ya da başka ülkenin o konudaki istisnai imkânları olabilir.
Bunlar yıllardır bilinen, görülen sebepler. Siyaset sebebiyle özgür hissetmemek de 12 Eylül döneminde ve sonra da gördüğümüz başka bir sebep örneğin.
Ama son yıllarda ortaya çıkan, belki hepsinden daha vahim başka bir sebep var.
Çevremdeki iyi yetişmiş gençlerin endişelerine, Amerika’da karşılaştığım başarılı Türklerin görüşüne bakarsak artık bizim ülkemizde “hak eden insanın hak ettiği yere gelemeyeceği” korkusu büyümekte! Alın size yepyeni bir beyin göçü sebebi!
Ki belki ekonomik sıkıntılardan, yaşam standardının düşüklüğünden, işsizlikten, yani yıllardır gördüğümüz “gurbet” sebeplerinden en korkuncu da bu!
“Ben şuralarda okudum, şu konuda uzman oldum ama Türkiye’de benim onda birim kadar kalifiye olmayan, sadece birinin yakını veya siyasi otoriteyle bağlantılı bir genç benim pozisyonumu çalacaktır” bu endişeyi özetleyen cümle.
Bu devletin öğretmeninden mühendisine parlak, yetişmiş insanlara ihtiyacı var. Oysa o parlak ve yetişmiş insanların, devlet tarafından tercih edileceklerine hiç inançları yok! Devlete alımların artık objektif sınavlar değil (yaşam tarzı, siyasi görüş ve dindarlık derecesi üzerine soruların yer aldığı) mülakatlarla yapıldığı bir sisteme dönüşüyoruz. Bu endişeyi yersiz bulabilir miyiz?
Özel sektöre gelince, devletin-hükümetin artık burada da daha müdahaleci ve etkin olduğuna, fırsat eşitliğinin eskisi gibi olamayacağına dair bir korku var.