Sokaklarda dolaşıyorum, etraftakilere kulak misafiri oluyorum, yan masaları dinliyorum.
Herkes işinden gücünden, planlarından, hedeflerinden, hayatından bahsediyor.
Broadway oyuncusu oyununa, bankacı ekonomiye, doktor tıbba, inşaat işçisi hiltisine konsantre olmuş. Çünkü küfreden, sataşan, kutuplaştıran, “Sen onlardan biz bunlardan” diyen yok; varsa da bu tavır günlük hayatın çoğunu kaplamıyor, siyasetteki taraflar yaşamın tüm alanlarına ve 24 saat yansımıyor!
Şehir (malum) hızlı, kalabalık, koşturmacalı, yoğun, stresli ve çok üretken. Herkes hayalinin, hedefinin, icadının, eserinin, en kötü kirasını ödemenin peşinde bir adım öne geçmek için bazen tek başına, bazen işbirliği yaparak koşuyor.
Sonra bizim sosyal medyaya, bizim televizyonlara, sokakta konuşulanlara bakıyorum.
Herkes birbirinin boğazına sarılmış bağırıyor! Enerjinin çoğu birbirine laf çakmaya, birbirini yargılama ve yaftalamaya, kavga etmeye, demagojiye, propaganda ve sloganlara ayrılıyor!
Sosyal veya sosyal olmayan medyamızda siyasetten arınmış, bilgi içeren, beyin çalıştıran, fikir bulan, probleme çözüm arayan bir tartışma yok gibi. Olanlar zaten arada mücevher gibi parlıyor.
Park isminden fasulyeye, bir klipte dans eden ünlü şarkıcıdan dolar kuruna her konuyu siyasallaştırmış, her muhabbette ikiye ayrılmışız, birbirimizi öfkeyle itham edip duruyoruz.
Bu ülkede kadınların iyi bir hayat yaşama ihtimalini düşüren kafadır bu işte. Son yıllarda tuhaf biçimde yükselen, kadına şiddetle istatistiki olarak görünür olan, hak ettiği cezayı almadıkça cesaret bulan ama cümleten artık canımıza tak eden, hissediyorum ve umuyorum ki sonlara yaklaşmış bir kafa!
Ve maalesef bu ülkede yaşayan bir kadınsanız, ister avukat olun, ister sanatçı, ister tarım işçisi, ister ev kızı, bu kafayı çok iyi tanır, “ona rağmen” iyi bir hayat yaşamaya çalışırsınız.
“Herkesin erkeklerin karar ve planlarına uymama hakkı vardır ama kadınların biraz daha az vardır” kafası.
“Çocuklar babanın, aile büyüklerinin kararlarına karşı çıkmasa iyi olur ama bir kız çocuğu karşı çıkarsa bedelini ağır öder” kafası.
Kadınların başarısını bırakın övmeyi, tebrik etmeyi, fena halde kıskanıp çoğu zaman “karı gibi” diye nitelendirdiği eylemler olan dedikodu etmenin, çamur atmanın, entrika kurmanın şahını yapan, kompleksli kafa.
“Kadın o mesleği, o işi, o sporu yapmasın, çünkü efendim fıtratı farklıdır, fiziken zayıftır, güçsüzdür, kıyamayız, yorulur” deyip, korurmuş gibi yaparken aynı kadını fiziksel zayıflığından vurarak, itip kakıp döverek itaat etmeye mecbur eden saldırgan kafa.
“Kadın öyle giyinmesin, oralarda o saatte dolaşmasın, biz bunları iyiliğimizden söylüyoruz, o kadının namusunu, huzurunu, ismini, saygınlığını korumak için” deyip, aynı kadın beğenmediği bir fikri savunduğunda namusuna, bedenine dil uzata uzata bağırıp çağıran, en belden aşağı iftiraları, hakaretleri savurmaktan geri durmayan kafa.
“Kadınlar anamızdır, bacımızdır, çiçektir” deyip anneleri, kız kardeşleri veya çiçek kadar sessiz olmayan her kadını “haddini bilmez” görüp sadece kadın olduğu için “yerini bilmeye” kimi zaman hakaret, kimi zaman dalavere, kimi zaman kaba kuvvetle “davet eden” kafa.
Öncelikle Ali İhsan Yavuz siyaset tarihimize ve mizahımıza “Hiçbir şey olmasa da kesin bir şeyler oldu” cümlesini takdim eden insandır. Ve mizahçı gözüyle bakıyorum, dillere pelesenk olan bu unutulmaz kalıpları çok az komedi karakteri kurabilir! Söz konusu cümle, Burhan Altıntop’un “Ben de Nişantaşı çocuğuyum”una, “Ben aslında yoğum”una, Vasfiye Teyze’nin “Herkesin hayatı berbattır, yeter ki doğru yerden bakmasını bil”ine, “Ne çektin be”sine, Şennur Teyze’nin “Hiç içim almadı”sına, Gizem Özpamuk’un “Bu kim”ine eşdeğerdir kanımca.
Üstelik saydığım cümlelerin Ali İhsan Yavuz tarafından veya onun gıyabında söylendiği düşünüldüğünde de insan çok eğleniyor, ki bu elimizde girdiği her sahneyi coşturacak bir joker karakter var demektir!
Sayın Yavuz kişiliği, tavrı, ciddiyetine eşlik eden gaflarıyla önümüzdeki senaryolarıma, yeni karakterlerime de ilham kaynağı. Buradan şahsım adına kendisine şükran ve çiçek emojisi yolluyorum!
Kazanılmış bir seçimle ilgili olabilecek en “olmayacak” iddiaları sert, iddialı bir üslupla dile getirdiği, seçimin hemen ardından günde 10 defa televizyona çıkıp AK Parti seçmeninde bile metal yorgunluğu yarattığı, verdiği “bilgilerle” artık dünyanın düz olduğunun bile siyaset tarafından ısrarla savunulabileceğine dair bir kanaat oluşturduğu için tarihe yön verdi diyebiliriz. Zira -en azından görüntüde- onun başı çektiği bir hareketle seçimler tekrarlandı ve bunun üzerine vatandaş “Anlamadınızsa tekrar, daha büyük harflerle anlatalım” dedi. Sayın Yavuz böylece durumun “anlaşılmasına” önemli bir vasıta oldu ve 23 Haziran gecesi itibariyle o ana kadar hiçbir şey anlaşılmasa da kesin bir şeyler anlaşıldı!
Sekiz yüz bin seçmen farkıyla kazanılmış seçim, siyaset sahnesindeki herkesi şöyle bir hoplatacaktır.
Herkesin yazdığı çizdiği gibi AK Parti ekonomiden demokrasiye, sert, kutuplaştırıcı dilden kibir ve israfa, umarım şikâyetlere artık kulak verip bir revizyona gidecektir. CHP, son zamanlarda işaretlerini verdiği gibi umarım söylem ve performansını İmamoğlu stilindeki kapsayıcılık, azim, çalışkanlık ve işbilirlik üzerine kuracaktır. Diğer partiler de bu hikâyeden çok ders ve rota çıkaracaktır mutlaka.
Bağırıp çağırmanın, iri lafların, “Bir şeyi yirmi yerde yirmişer kere söylersek inanılır”ın belki Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde çalışacağını; ama bu coğrafyanın uyanık insanlarının bir yere kadar alttan alıp performans düşüşü olur olmaz cevaben “Yemezler” dediğini siyaset görmüş oldu.
Günlerdir İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu tebrik ediliyor. Canan Kaftancıoğlu’ndan Kemal Kılıçdaroğlu’na, Meral Akşener’den sandık başındaki gönüllülere tüm emeği geçenlere teşekkür ediliyor. Edilsin, haklarıdır. Ve fakat bu değişimin, bu kendine çekidüzen verme sürecinin mimarlarından, seçim yenilenmesinin ve
Yerel basın söyleşinin haberini verirken gayet iyi niyetli bir başlık atmış: “Gülse Birsel gençlere ‘Hayallerinizi bir an önce gerçekleştirin’ dedi”. Altında da söyleşide konuşulanlar yer alıyor.
Haber çıkınca “Hayallerinizi bir an önce gerçekleştirin” başlığı üzerine sosyal medya bir anda tuhaf bir biçimde yorum doldu!
“Ben Maldivler’e tatile, Madrid’e maça, Paris’e kahvaltıya gitmeyi hayal ediyorum, hangi parayla hayalimi gerçekleştireyim, senin tuzun kuru tabii!” tarzında çocuksu yorumlar gördüm, ki konuşmaya değmez. Tepkili yorumlara cevap veren “Siz hayallerinizi gerçekleştirmeyin o zaman kardeşim, boş oturun, işi gücü bırakın, perdeleri kapatın, evde yatıp ölümü bekleyin, derdiniz ne yahu?” diyenler de çok.
Ama bu yazıyı bana yazdıran, ayağı yere basan, üzücü, çok düşündürücü cümleler de okudum.
“Sosyal medya zaten çöp, herkes birine saldırmaya meyilli, ‘Hayalinizi gerçekleştirin’ cümlesinin neyine tepki geliyor canım?” denebilir, doğrudur. Ama bu bir yerde de kolaya kaçmak olur. “Hayalini gerçekleştirmek” bazı genç insanlar için artık “gerçeklerden uzak, saçma, aşırı iyimser Polyanna’cılık” haline gelmişse anlamaya çalışmak, üzerinde durmak lazım.
“Cebimde beş kuruş yok, otobüse binip yan semte gidecek imkânım bile yok, nasıl hayal kurayım” diyen çok. Bazısı banka hesabındaki tek haneli bakiyenin ekran fotoğrafını atmış!
“Şu kadar zamandır işsizim, hayal mi kaldı” diyen var.
“KPSS’de şu puanı aldım, rekor kırdım, mülakatta elediler” diyen var.
Öte yandan bu şartlardaki on binlerce vatandaşıma niye bu yardımlar yapılmıyor, Suriyelilerin imtiyazı ne diye düşünüp sinirleniyorum.
Bu ülkedeki hiçbir misafirin aç açıkta olmamasını gönülden diliyorum.
Öte yandan geçen gün bir mavi yakalı abla “Mahalledeki Suriyelilere paket paket mercimek, fasulye geliyor, sevmedikleri için bize veriyorlar, evi öyle döndürüyoruz, bizim daha çok ihtiyacımız var” dediğinde de içim kararıyor.
El kadar mülteci çocukların orada burada çalışmasına, okul görmemesine içim acıyor. Hepsinin tek tek belirlenip, gerekirse bir cep harçlığı verilerek okullara yerleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Öte yandan, bu dili farklı, önceki eğitiminde duraklamalar, eksikler olan çocuklarla kendi çocukları aynı sınıfta okuduğu için müfredatın tam uygulanamadığından ve eğitim kalitesinden şikâyet eden Türk anne-babalara da hak veriyorum.
Savaştan kaçan insanın çaresizliğini hayal edebiliyor, burada yaşadıkları haksızlıkları, itip kakılmayı da biliyor, bazı gergin hallerini normal karşılıyorum.
Öte yandan mültecilerin son zamanlarda polisiye olaylarda gitgide daha çok rol almaya başladıklarını gözlüyor, geleceğimiz ve güvenliğimiz için endişeleniyorum.
“Sapasağlam Suriyelilerin ülkelerinde savaşmaması/bizim plajlarda keyif çatması” tartışmasının, çok “tartışmalı” olduğunu düşünüyorum! Her hikâyeyi ayrı ayrı dinlemek gerekir. Kim turist, kim burada çalışıp tatil gününde gezen Suriyeli? Hangisi savaştan kaçmış, hangisi beğendiği ve hiçbir kontrol olmadığı için tercihen gelmiş burada yaşıyor? Çatışmadan kaçıp gelen kadın ve çocuklara ise bu konuda söylenecek bir şey yok diye düşünüyorum.
Kadınlar dövülüyor, tacize uğruyor, cinayete kurban gidiyor...
Çocuk tacizleri, tecavüzler, çocuk cinayetleri artık ülkenin problemlerinden biri...
Güvende hissediyor musunuz?
Milyonlarca mültecimiz var. Para, yiyecek, eğitim yardımları falan tamam da çoğu kayıtsız, çoğu işsiz, çoğu genç veya çocuk. Onların uğradığı korkunç muameleler, zenginlerinin dışında çoğunluğunun yaşadığı feci hayat ayrı bir konu. Bu ortamda savaş travmasıyla yabancı ülkeye gelmiş, kimliksiz, eğitimsiz, doğru entegrasyon politikası olmadan büyüyen yüz binlerce çocuk ve gencin nasıl bir potansiyel olduğu, gelecekte bizim hayatlarımızda nasıl yer alacakları apayrı bir konu. Suriye asıllı doktorlar, mühendisler olarak mı? Organize suç örgütü elemanı olarak mı? Bu gidişata bakınca ilk ihtimal çok az misafirimiz için geçerli gibi görünüyor maalesef.
Güvende hissediyor musunuz?
Muhalefet liderine yumruk atan adam elini kolunu sallayarak çıkıp gitti. “Evi yakın, linç edin” diyenler kim, araştırılmadı bile. 10 oyuncu arkadaş köşe başında durup “Tiyatro hak ettiği yere gelsin” filan gibi bir pankart açsak bile polis gelip “Ne yapıyorsunuz, gelin bakalım bir anlatın” der. “Evi yakın” diye bağırıp inşaat demirleriyle saldıranlara, devlet aracına taş atanlara soru bile sorulmadı.
Güvende hissediyor musunuz?
Millet hiç olmadığı kadar şiddete meyilli. Trafikte, sokakta, marketteki sırada bile insanlar birbirine bağırmaya, tartıştığını itip kakmaya hazır. “Affedersiniz, lütfen, kusura bakmayın, pardon” filan işi bitti.
“Linç edelim, bu evi yakalım, çıksın dövelim” diye saatlerce siyasetçilerin olduğu evlerin etrafında bağırıp çağıranlar, sopa, inşaat demiri sallayanlar cezasız kalırsa... (Muhtelif defalar)
Gazetecileri dövenler, gazete binalarına taşla sopayla saldıranlar hoş görülürse... (Muhtelif defalar)
Saldırganlık, şiddet, “Yakarız, yıkarız, kan dökeriz” tavrının önü alınmazsa...
Bir de üstelik futboldan ticarete, sanatçılardan tatil yapılacak şehre her ama her konunun siyasileştirildiği, tarafların sivrildiği veya sivrileştirildiği şu iklime bakınca...
Gelecek için hayaller kuran, bu memleket için şahane yarınlar düşleyen, Türkiye konusunda hırslı, hevesli, inançlı, milletini seven ve her vatandaşın güzel yaşamasını isteyen biri olarak içim kararıyor!
Şunlara ceza versenize kardeşim! Caydırıcı olsanıza! Sokağa çıkan herkes, sinirlenip yanındakine tekme bile atsa bedelini ödeyeceğini bilerek çıksa da 85 milyon rahat rahat sokaklarda dolaşsak?
Şiddetin büyük bir bedeli olsa da hayat hepimize bayram olsa?
Niye olmuyor? Bazı konular bu kadar ‘hötzöt’ken “şiddeti görülmemiş şekilde alttan almak” neye, kime yarıyor?
Onun için Volkan Sütçüoğlu’nun muhallebiciden sıkılıp şarkıcı olma isteğini de haklı bulurum, Burhan Altıntop’un çevirdiği dolapları niye çevirdiğini de bir yerde anlarım.
Şennur Teyze’nin para pula düşkünlüğünü, harisliğini de hoş görürüm, Gizem Özpamuk’un Safiye’yle nasıl kanka olduğunu da bilirim. Onların hayatının içinde doğmuş olsam belki benzer şeyleri yapardım diye hayal kurarak yazmaya çalışırım.
Onun için en çok sevdiğim dostumla hiç sevmediğim, güvenmediğim biri önümde kavga etse, o esnada kavgayı çıkaranın karşı taraf olduğunu gözümle de görsem, öncesinde neler olmuş iki taraftan dinlemeyi isterim. Kendimi yeterince övdüğüme göre konuya girebiliriz!
Ne iktidar partisi, hele ki ne devlet kurumları ne YSK benim için zaten “karşı taraf”, “tanımadığım insanlar”, “onlar” filan değil elbette. Devlet benim devletim, yargı benim ülkemin yargısı. Ki yıllardır söylüyorum: “Karşı taraf yok, hepimiz aynı taraftayız, bizler-onlar hikâyesinin ekmeğini geçici olarak yiyen siyasetçiler var, o kadar”. Ve siyasetçiler seçilir, seçilmez, sıkılıp siyaseti bırakır, emekli olur, her neyse. Ama biz vatandaşlar, dostlar, akrabalar, komşular, iş arkadaşları olarak ölene kadar yan yana oturup yüz yüze bakmaya devam ederiz. Onun için, öncelikle bir sakin! Sokakta, sosyal medyada, orada burada bağırıp çağırmayın, bu millet bağırış çağırıştan bıktı. Ki zaten sevmez, huzur ister.
Ve yine bu sebeplerden, İstanbul seçim sonucuna ilk itirazlar olduğundan beri hep iki tarafın haklılık paylarını, tüm ihtimalleri, bütün tezleri, iddiaları, karşı iddiaları takip ediyorum. Objektif olmaya çalışıyorum.
Çünkü bakın her şey de olabilir ha bu ülkede. Aşağı yukarı her şeyi gördük. Okul ve meslek sınavları için soruların çalındığını, en değerli askerlerimizin kumpaslarla hapse atıldığını... “Arkadaşlar saçmalamayın, belli ki terör saldırısı ihbarı var, onun için köprüyü kapatmışlardır, ne darbesi?” diye televizyon seyrederken darbe olduğunu!
Onun için mantıksız hatta imkânsız da gelse neredeyse her konuda “bir şüphe marjı”nı kenarda tutuyorum.
Bütün süreç, maddi hataların düzeltilmesi, geçersiz oyların tekrar değerlendirilmesi, yeniden sayılan ilçeler, kısıtlı seçmenlere oy kullandırıldığı iddiası, tekrar tekrar kontroller ve sayımlar...