10 Nisan 2011
İŞ seyahatlerim dışında, biraz dinlenmek için Ankara’dan bir iki gün kaçmak bazen iyi geliyor.
Biraz soluk almak, farklı yerlerde olmak, özellikle de haftasonuysa, sonraki hafta için iyi motivasyon oluyor doğrusu!
Yazımı kaleme alıp gazeteye gönderdikten sonra harika bir kente doğru yola çıkıyorum! Aslında, Ankara’ya çok uzak değil, sadece 250 kilometre uzaklıkta olan Eskişehir’e. Peki neden mi oraya gidiyorum? Cumartesi günü oynanan Eskişehir-Fenerbahçe maçını seyretmek üzere!
Şimdiden birşey söylemek için çok erken ama bu yıl şampiyon olacağımıza inancım yüksek! Fanatik bir Fenerbahçe taraftarı olarak hiç üşenmeden bu hafta sonu takımımı desteklemek adına Eskişehir’de olacağım! Tabii ki maç bahane, şehri gezmek ve Ali’nin bayıldığı çiğ böreklerden yemek de ayrı bir keyif olacak!
Eskişehir... Adının aksine, yepyeni bir şehir benim için! Ve her gittiğimde de bir önceki ziyaretimden daha da farklı buluyorum bu şehri... Bilenler bilir, son yıllarda Eskişehir öyle çok gelişti ki... Tabii bunda Yılmaz Büyükerşen’in rolü çok ama çok büyük. 1999 seçimlerinde oyların neredeyse yarısını alarak Belediye Başkanlığı’na getirilen Büyükerşen, belediyedeki ilk gününden bugüne şehri adeta yeniden yarattı. Her gidişimde biraz daha yenilenen, biraz daha uygarlaşan bu şehre baktıkça Büyükerşen’in ne kadar iyi bir yerel yönetici olduğunu daha da iyi anlıyorum.
Yollar, köprüler, kanallar, parklar, kültür sanat aktivitileri... Gençler cafe’lerde, barlarda... Her yer sanki sosyal buluşma mekanı! Yenilenen parkları, gelişen caddeleri... Her şeyi ile, Avrupa standartlarında bir şehir oldu Eskişehir. Türkiye’nin ilk Sinema ve Televizyon Okulu Eskişehir’de kurulmuş! Dünyada ilk olan Açıköğretim Fakültesi de Eskişehir’de. Şehir, Anadolu Üniversitesi ve Osmangazi Üniversitesi ile de ciddi bir eğitim üssü haline gelmiş durumda. Öğrenciler şehre hareket getiriyor. Genç nüfus, sosyal ve kültürel anlamda Eskişehir’i besliyor. Sanatın her dalında gelişme ve ilerleme de tabii bu gençler sayesinde oluyor! Bir günlük olsa da, nefes almak için gittiğim Eskişehir yine bana keyif ve heyecan veriyor! Umuyorum ki, siz bu satırları okurken ben de Fenerbahçe’min galibiyetini kutluyor olurum!
Ankara 28. kez müziğe doyacak!
BEN Eskişehir’den bahsedip, gitme planları yaparken, Sayın Büyükerşen’in yıllardır başkanlığını yaptığı belediyenin Senfoni Orkestrası da Ankara’daymış meğer. Geçen hafta başlayan 28. Uluslararası Ankara Müzik Festivali’nin açılış konseri için Borusan Quartet ile Gürer Aykal’ın şefliğinde harika bir konser vermişler! Maalesef açılışı kaçırdım ama 30 Nisan’a kadar sürecek bu festivalde en az iki konseri seyretmeye söz verdim kendime.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2011
Kaç haftadır öyle korkunç haberler duyuyorum, okuyorum ki... Hepsi birbirinden ürkütücü, hepsi insanın tüylerini diken diken eden cinsten. Kadınlara uygulanan şuursuz şiddetle başlayan, çocukların kaybolması, kaçırılması, tecavüzler ve haince öldürülmeleriyle devam eden pek çok vahşet. 2009 yılının Ramazan Bayramı’nda, Kayseri’de başına geleceklerden habersiz güle oynaya şeker toplamaya çıkan 3 çocuk, eve bir daha dönmedi. Aradan neredeyse 2 yıl geçti, ne ses ne soluk çıktı bu çocuklardan... Ve maalesef geçen hafta çocuklara ait kıyafetler gömülü halde bulundu, Sonrasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nden yapılan açıklama: “Şüpheli şahsın olay tarihinde evde yalnız bulunduğu esnada çocukların şeker toplamak maksadıyla evine geldiklerini, çocukları içeri alarak farklı odalarda ağızlarını bağladığını, bir çocuğa tecavüz ettikten sonra bıçakla, diğer iki çocuğu da boğarak öldürdüğünü ve kiraladığı oto ile cesetleri Yozgat ili Çayıralan ilçesinde gömdüğünü beyan etmiştir.” Duyduğum anda kanım donuyor. Sonrasında bu caninin olayı nasıl bir soğukkanlılıkla anlattığını okuyunca ne yapacağımı bilemez bir hale geliyorum. Ve aynı gün üvey anne ve anneannesi tarafından vücudu parçalanarak İstanbul sokaklarına atılan 9 yaşındaki minik Fırat’ın haberleri akmaya başlıyor televizyondan, gazeteden. İnanılır gibi değil. Kulaklarım uğulduyor, gözlerim kararıyor. İki evladı olan bir anne olarak gidip önce o üç çocuğu katleden adamın sonra da o iki kadının canlarını yakacak bir şeyler yapmak istiyorum. Biz bu insanlara ne ceza vermeliyiz? İşkence desen yetmez, müebbet hapis az... Hapse girenlerin çoğu yakın bir gelecekteki aftan yararlanarak çıkacaklar zaten. İçimden diyorum ki keşke bunları halkın önünde linç ederek öldürsek. O da mümkün değil. İnsan hakları var ya! E peki kim verecek bunların cezasını, o yanan anne babaların acısını kim dindirecek? Nasıl sönecek aile ocaklarına düşen bu yangın? İdam cezası da yok. Böyle suç işleyenlere nasıl ceza verilmeli ki toplumda caydırıcı olsun? Burada hakimlere, yüksek mahkemelere çok iş düşüyor. Bunlara öyle cezalar verilmeli ki toplumun vicdanı rahatlasın.
İşte onlar da var!
Bu vahşet haberleri ile kalbim, beynim çalkanırken, geçen Çarşamba ‘İşte biz de varız!” yarışması için Trabzon’a gittim. Kız Teknik ve Meslek Liseleri Girişimcilik ve Yenilikçilik Yarışması! Sloganı “Mesleğini Projelendir, Düş’ünü İş’ine Çevir! Milli Eğitim Bakanlığı ile British Council’in ortak bir çalışması olan bu yarışmada mesleki ve teknik öğrenim gören gençlerin becerilerinin yenilikçilik ve girişimcilik odaklı desteklenmesi, gençleri profesyonellerle buluşturarak iş hayatıyla tanışmalarının sağlanması ve müfredatta olmayan kişisel gelişim konularında gerekli bilgi ve beceriye sahip olmaları hedefleniyor. Projenin en önemli mimarlarından biri de, kendini eğitime, yıllarını mesleki gelişime adamış bir toplum gönüllüsü, Milli Eğitim Bakanlığı Kız Teknik Öğretim Genel Müdüresi Emine Kıraç! Kendisini Ankara Olgunlaşma Enstitüsü’nde müdürelik yaptığı yıllardan tanıyorum. O’nun varlığı Kız Meslek Liseleri için çok büyük bir şans. Bu kızlarımızı donanımlı yetiştirerek meslek sahibi olmalarını sağlarsak o zaman ne Ayşe Paşalı’lar kalır ne de şiddetten sığınma evlerine kaçan kadınlarımız. Türkiye’nin farklı illerinden gelen bu pırıl pırıl gençlere bakınca, yarınlara olan inancım arttı. Hatta artmakla kalmadı, duygu yoğunluğu ile gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. O kızları görmeniz lazım! İlk defa yaşadıkları şehirden dışarı adım atanlar mı istersiniz, hayatlarında ilk kez denizi gördüğüne şaşıran mı... İlk defa kalabalık bir izleyici önünde projesini, iş fikrini anlatan kızlarımızın hepsiyle gurur duydum. Ağrı’dan Kastamonu’ya, Kars’dan Çorum’a kadar o bölgenin dört bir tarafından gelen hevesli, heyecanlı, hayal gücü yüksek gencecik girişimciler... Trabzon bölge finalinin ardından Gaziantep ve İzmir bölge finalleri tamamlanacak ve Nisan ayının sonunda İstanbul’da yapılacak ulusal final ile dereceye giren ekipler belirlenecek. En başarılı takım Londra’daki Kingston College’da Girişimcilik Kampına katılacak. Diğer finalistler de bilgisayardan fotoğraf makinesine kadar çeşitli hediyeler alacak. Milli Eğitim Bakanlığı ve British Council tarafından hayata geçirilen, duyarlı sponsorlar tarafından desteklenen bu yarışma, bence çok önemli bir sosyal sorumluluk projesi! Ve tabii ki bu projede jüri başkanı olarak bulunmak hem beni onurlandırdı, hem de bunca yaşanan ve umutsuzca geleceğimizi karanlığa sürükleyen olayların ardından hala bir umut ışığı olduğuna inandırdı. Evet yaşananların yanında yapılmak istenenler belki denizde bir kum tanesi olarak görülebilir. Ama o kum taneleri değil midir denizin dibini dolduran? Dalgalar çekilince denizden, pırıl pırıl kum taneleri değil midir ortaya çıkan?
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2011
İSTANBUL-Ankara arası mekik dokumaya devam ederken, iş güç koşturmasının yanı sıra, çok anlamlı bir etkinliğe katılmak üzere İstanbul’daydım. Hem işlere kısa da olsa biraz ara verdim hem de keyifli bir organizasyonda bulundum. Bundan tam 25 yıl önce Vehbi Koç tarafından kurulan ve anne-çocuk sağlığını geliştirmeyi hedefleyen Türkiye Aile Planlaması Vakfı (TAP) şu anda son derece zarif ve mütevazı bir kadın tarafından yönetiliyor:
Caroline Koç.
Sevgili Caroline, geçen cuma çok anlamlı bir davete ev sahipliği yaptı. İstanbul Four Seasons Otel’de tam 400 duyarlı kadının biraraya geldiği bir çay daveti düzenledi. Biz de Ankara’dan bir grup olarak davette yerimizi aldık. Organizasyonda Sibel Can, Erol Evgin, Ziynet Sali gönüllü elçiler olarak davetlilere keyifli bir müzik ziyafeti sundu.
Bir öğleden sonra Sibel Can’ın şarkılarına eşlik eden İstanbullu elitleri görünce böyle eğlencelerin çok özlendiğini düşündüm. Aklıma eski kadın matineleri geldi. Demek ki tekrar kadınlar matinesi yapılsa bu iş tutabilir.
Sunucu Demet Akbağ, ince zekası ve esprileri ile hepimizi kırdı geçirdi. Bu anlamlı organizasyonda Alev Taşkent Belgin’in gelirini vakıf yararına bıraktığı “Annem Derdi ki” isimli kitabının hem tanıtımı hem de satışı gerçekleştirildi. Konuklara mikrofon uzatılarak “Sizin anneniz ne derdi?” sorusu yöneltildi. Hem anlamlı hem de haliyle komik cevaplar geldi herkesten.
Benim annemin meşhur lafları vardır. “Oğlum akıllıdır neylesin malı, delidir neylesin malı” ya da “Baş nereye giderse ayak da oraya gider.” Annemin bu sözlerinin anlamlarını düşününce “Ne kadar da doğru” dedim içimden. Davetlilerin hemen hepsi çıkışta kitaptan ikişer üçer satın aldı. Sizlerin de bu kitabı almanızı tavsiye ediyorum. Hem okurken keyif almak, hem de TAP Vakfı’na destek olmak için bir fırsat.
Livaneli’den Serenad
Daha bitirmedim ama elimden düşüremiyorum Serenad’ı. Zülfü Livaneli’nin son kitabı çok sürükleyici! 60 yıl süren bir aşk, Yahudi Soykırımı ve aslında ne yaşanırsa yaşansın tarihi süreçte yara alanın hep “insan” olduğunu anlatan tipik bir Zülfü Livaneli romanı.
Kitabı okurken, iç içe geçmiş kurgular, kişisel hesaplaşmalar, ilişkiler ve toplumsal gerçeklerle karşı karşıya kalıyorsunuz. Livaneli sesi gibi yine kalemini konuşturmuş. Ve kısa bir süre sonra da kitap senaryolaşarak film olacakmış.
En son, yine romandan uyarlanan Mutluluk filmi seyreden herkesin hafızasında. Hiç şüphesiz Serenad da akıllara yer edecek bir eser olarak beyaz perdedeki yerini alacak.
Gişe kaygısı gütmeyen gözyaşları
YANİ illa ki böyle filmler mi olmalı biraz kendimizi sorgulamak, içsel yolculuğa çıkmak için?
Nejat İşler’in Etiler BigChefs’te çekilen sahnesi sebebiyle, aylar öncesinden beklemeye başladım filmi. Ha bugün ha yarın derken nihayet vizyona girdi ve ben ertesi gün sinemada aldım soluğu.
Öncelikle, bütün oyunculara bayıldım. Dünyalar tontonu Adviye Hanım, çocukları ve en küçük torunu Barış arasında geçen çok gerçek, çok yalın bu hayat hikayesi beni benden aldı. Kendisine sahip çıkmayan çocuklarına belli etmeden arka çıkan büyükanneyi seyrederken çok ağladım, hem de çok. Filmde, tanıdığım herkesin, çevremdeki pek çok hayatın birer özeti de vardı. Anneannemi, babaannemi, çocukluğumu ne kadar da çok özlediğimi fark ettim. Gitmek, görmek ve ‘aile’ kavramını yeniden düşünmek için kaçırmamalı Çınar Ağacı’nı.
Bu arada BKM’ye de kocaman bir bravo. Son dönemde gişe kaygısı gütmeyen, gerçek bir filmi hayata geçirdikleri için emeği geçen herkesin eline sağlık!
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2011
NE zamandır uğramıyordum, geçen gün lezzetli mi lezzetli makarnalarından yemek için Makkarna’ya gittim. Diyet iyi gidiyor derken, maalesef Kaan Küce’nin dört peynirli pennesi beni benden aldı, diyet derseniz, tiramisu ile sonlandı! Sanırım 2006’ın başlarıydı... Turizm sektöründe yıllarca hizmet veren Kaan, yiyecek içecek sektörüne olan tutkusunun ağır basmasıyla, Reşit Galip Caddesi’nin üst tarafında minicik, dünyalar şekeri bir İtalyan Restaurant’ı açtı, adı Cucina Makkarna. 30 çeşide yakın makarnası var ve hepsi el yapımı, kendileri üretiyorlar...
Salatalar, çorbalar, pizzalar. Takip edenler bilir, Kaan şimdi Beyaz TV’de bir de yemek programı yapıyor, adı Beyaz Mutfak. Bizler de konuk olduk bu keyifli programa. Ankara’nın farklı mekanlarına giderek hem değişik lezzetlerin tadına bakıyor hem de keyifli bir sohbet gerçekleştiriyor. Geçen gün konuşuyorduk, dedim ki, “Turizmci, restorancı derken şimdi de televizyoncu oldun!” Güldü, “Gamze” dedi, “bir yandan Makkarna bir yandan televizyon hangi birine yetişeceğimi şaşırdım!” Haklı, bazen benim de yetişmem gereken bir sürü işin arasında zaman ve mekan kavramını karıştırdığım oluyor.
Kaan bana yeni makarna tariflerinden bahsetti. En yakın zamanda da tattıracağına söz verdi. Heyecanla bekliyorum.
Elde kalan tavşanlar
Marka yaratmanın ve marka olmanın ne kadar zor ama öte yandan da bir o kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bundan dolayı Ankara’da marka yaratan, marka çıkartan herkese yaşı ne olursa olsun sonsuz bir saygı besliyorum.
Can Çavuşoğlu da bunlardan biri. Başarısı Ankara sınırlarını aşan MAG Dergisi’nin yaratıcısı. Ankaralı çok iyi bir ailenin oğlu ama ailesinden fazla bir destek almadan başlıyor girişimcilik serüvenine. İlk girişimi olan Angora Tavşanı projesini bana ilk anlattığında hem çok gülmüş hem de özgüvenine hayran kalmıştım. Ankara’nın meşhur Angora Tavşan’ını alıyor, çoğaltıyor ve mini bir çiftlikte angora yünü üretmeyi planlıyor. Tabii bu iş hayal ettiği gibi gitmiyor! Alıcı bulamıyor ve elinde kalan yüzlerce tavşanı eşin dostun çocuklarına hediye etmek zorunda kalıyor. İşte girişimcilik böyle bir ruh! Yılmak yok.
Başarıyı anlattı
Sonra dergicilik serüveni başlıyor. ODTÜ’de verdiğim Girişimcilik Derslerimden birine konuk konuşmacı olarak çağırdım Can’ı. Hikayesini tüm samimiyeti ile anlattı. Öğrenciler için kitaptan öğrenecekleri birçok çalışmadan daha etkili oldu.
Can başarısız girişimlerinin yanında MAG Dergi’yi nasıl kurduğunu, dergicilik konusunda başarıyı nasıl yakaladığını anlattı. Benim şahsen şahit olduğum bir süreç tabii ama, öğrenciler için çok farklı bir deneyimdi. Can şimdi güzel eşi ve dünya tatlısı oğlu ile başarılı bir işadamı olmasının yanı sıra, çok da iyi bir eş ve baba.
İki ay önce de yeni bir cemiyet dergisi daha çıkmaya başladı. Sevgili Levent Çelikay’ın dergisi: Bitter. Daha çok sokak haberleriyle fark yaratan Bitter’e Ankara’mıza hoş geldin diyorum.
Benim güzel Ankara’mda, böyle değerli girişimci gençleri çok seviyorum. Hayata karşı duruşları, cesaretleri... Hepsine kocaman bir bravo!
Pırıl pırıl siyah yıldızlar gecesi
ANKARAMIZIN sosyal hayatının gelişmesine büyük katkısı olan kent dergilerinden bir tanesi de sevgili Eda Durkan’ın kurduğu MORE. Bu dergi çoğu sevdiğimiz arkadaşlarımızdan olan yazarlarıyla, cemiyet haberleriyle büyük keyifle takip ettiğim bir dergi.
More’un düzenlediği ve bence artık klasikleşen gecelerden biri daha geçtiğimiz hafta sonu gerçekleşti. Eda Durkan ve ortağı Başak Gökçe evsahipliğinde yeni açılan People Restoran’da düzenlenen “Siyah Yıldızlar” gecesine Ankara’nın en seçkin simaları, cemiyet hayatının en şık kadınları ve erkekleri en güzel siyah kıyafetleriyle katılmıştı.
Ben başka bir programım nedeniyle çok uzun kalamadım ama geçtiğimiz yaz düzenlenen Beyaz Yıldızlar kadar sükseliydi. Eda bu işi çok iyi biliyor.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2011
SALI akşamüstü beyaz, kızıl bir gökyüzü, lapa lapa yağan bir kara hazırlıksız yakalandı Ankara... Ben tüm randevularımı iptal ederek erkenden eve koştum. Yolda kalanları, saatlerce yürümek zorunda olanları televizyonda görünce ve art arda gelen telefonlardan sonra, ne kadar yerinde bir karar verdiğimi anladım.
Aslında aynı akşam, geç bir saatte Gaziantep’e uçmam gerekiyordu. Ama havalimanı bir yana, yandaki markete ekmek almaya bile gitmek ne mümkün! Sonra dedim ki kendime “Fırsat bu işte, keyfini çıkar karın!” Giydim pijamalarımı, geçtim pencerenin kenarına, elimde sıcacık ıhlamur, usul usul yağan karı gece boyunca seyrederken karın bana nasıl huzur verdiğini düşündüm. Beyaza bürünen ağaçlar, çatılar, yollar ve hatta arabalarla ruhum da temizleniyordu. Beyaz bir örtü örtülmüş kentin üzerine, Ankara derin bir uykudaydı sanki...
FERHUNDE’YE KOCAMAN BİR BRAVO!
Ertesi gün, karla kaplı Ankara’da hayat bir anlamda durunca ben de tam tatil moduna girdim. Oğlanlar arkadaşlarıyla kızakla kaymaya gitti, kar botlarımı ve yün kazağımı üzerime geçirdiğim gibi, aldım soluğu Atakule’de. Her ne kadar sinema dışında bütün dükkanlar boşalarak çarşı yeni bir yapılanmaya girdiyse de, evime çok yakın olduğu için yürüyerek, kara bata çıka gittim Atakule’ye.
Doğru “Ya Sonra” filmine girdim. Özcan Deniz yıllar önce kalbimde Seğmen Ağa karakteriyle taht kurmuştu. Seymen, yıllar yılları kovalarken, ağa kimliğinden şehirli metroseksüel erkek formatına geçti ama benim tercihim hala Seğmen Ağa’dan yana!
Şaka bir tarafa, Özcan Deniz, oyunculuğunun yanında ilk yönetmenlik deneyimi ile de beni kendine hayran bırakırken, o cadı Ferhunde’nin de isteyince dünyalar tatlısı bir aşık olacağını gördüm! Deniz Çakır’ın gözlerindeki ışıltı, teninin duruluğu oyunculuğuna yansımış. Müziklerin ve finalin etkisiyle buruk bir gülümseme ile filmden çıktım...
Dönüş yolunda baktım filmin soundtrack’i de çıkmış, hemen aldım, eve gelip dinlemeye başladım. Yalnızca film değil, film müzikleri de nefis! Deniz Çakır’ın sesinden çok etkileneceğinizden eminim... Ajda Pekkan’dan yıllardır bıkmadan dinlediğimiz “Ya Sonra” Deniz Çakır’ın nice popçulara taş çıkaran sesi ve Özcan Deniz’le yaptığı düet ile yorumlanınca farklı bir dünyaya götürüyor insanı... Filmde emeği geçen herkesin ellerine sağlık! Ankara karlar altındayken güzel bir aşk hikayesi izlemek doğrusu çok iyi geldi.
Ankara Hayvanat Bahçesi’ne fil
SİRK deyince aklıma geldi, Atatürk Orman Çiftliği’ndeki hayvanat bahçesine gitmeyeli bir-iki yıl oldu... Oğlanlar daha küçükken bayılıyorlardı oradaki su aygırına, maymunlara? Bir süredir ihmal ettik, gidemedik. Bir arkadaşım, oğlu oradaki file bayıldığı için gitmiş geçenlerde. Öğrenmişler ki bu sevimli fil ölmüş.
Bilenler bilir, adı gibi şirin olan bu fil, yıllar önce bir çocuk dergisi aracılığıyla tüm çocukların Hindistan Cumhurbaşkanı’na mektup yazmaları sonucu hediye edilmiş ve hayvanat bahçesinin en sevimli ev sahiplerinden biri olmuş...
Sevgili arkadaşım Esin’in kardeşi Meltem, çok güzel bir kampanya başlatmış. Kampanyanın gerçek sahibi Meltem’in oğlu 9 yaşındaki Tuna! Tuna’cık, annesinin anlattığı hikayeden etkilenerek, acaba yine imza toplasak Hindistan bize bir fil daha yollar mı diye düşünmüş.
Yöndem ailesi internet üzerinden kendileri için açtıkları http://yondem.web.tr sitesinden bu kampanyayı duyurmaya başladılar. Ne kadar hoş. Hem biz Ankaralıların hem de çocukların sevgilisi hayvanları, yenilenen ve güzelleşen hayvanat bahçesinde ziyaret etmek her zaman büyük zevk! Bir de bu kampanya yerini bulur ve Hindistan’dan bir fil daha gelirse, fena mı olur yani?
Gösteri sanatının muhteşem çocukları
ÖNCEKI hafta, dünyaca ünlü şovlardan biri için, oğlanlarla İstanbul’daydık. Cirque du Soliel’in Saltimbanco gösterisi Mart başına kadar İstanbul’daydı. Sahne tasarımı, müzikleri, dansları, kostümleri ve makyajlarıyla gösteri sanatlarında bir devrim yaratan dünyaca ünlü Kanadalı dans topluluğu hepimizi kendine hayran bıraktı.
Tiyatro desen var, müzik var, akrobasi, dans, ses ve ışık gösterileri... Guy Laliberte, sanatın farklı kollarını harmanlayarak muhteşem bir şehir hikayesi yaratmış. Hem komik hem de dramatik hikaye örgüsü içinde trapez, akrobasi, denge ve jonglörlük üzerine farklı bölümler de var!
Hoş, Ali’ye ilk söylediğimde, isminden dolayı arslanların, kaplanların, fillerin olduğu klasik bir sirk gösterisi sandı. Umduğunu bulamadı ama bu gösteri, herkes gibi onun da hafızasından uzun süre silinmeyecek gibi.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2011
Son günlerde hep Hatice’yi düşünüyorum. İşte, evde, uçakta…
Ne güzel bahar geldi, cemreler düştü, güneş artık pırıl pırıl Ankara’mızı aydınlatmaya başladı derken yine o geliyor aklıma. Kimbilir sevdiğiyle yaşayacak kaç güzel baharı vardı diyorum.
Hatice Fırat, Mersin’de yaşayan henüz yeni 19 yaşında gencecik bir kız! Suçu sevmek, aşık olmak. Cezası, ailenin kararıyla ölüm. Sonuç, kendisinden bir yaş büyük ağabeyi tarafından boğazı kesilerek 42 yerinden bıçaklanarak öldürülmek. Daha da kötüsü, aile cenazeyi almadı. Gencecik Hatice’nin cenazesi muhtar ve mahallenin kadınları tarafından kaldırıldı, duaları en sevdikleri tarafından değil komşuları tarafından edildi...
Aile, kızlarına son defa okunacak bir Fatiha’yı bile çok gördü. Hepimiz ana babayız. Bunları duydukça, okudukça delirecek gibi oluyorum... Biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz? O anne nasıl bir ruh halindedir ki, kızının son yolculuğunda olamazken oğlunu da hapse yollayacak kadar töre baskısında. Peki ya baba? Kızını bırak yaşamayı toprağa gömmeye bile layık görmeyen babaya Mersin’e giderek yüzüne bir iki çift laf etmeyi çok isterdim.
Zihinleri değiştirmiyor
Son yedi ay içinde öldürülen 246 kadın. İşin kötüsü onları öldürenler de babaları, ağabeyleri, eşleri, yani en yakınındakiler. Töre ya da namus cinayeti altında kadınlarımızın öldürülmelerine artık bir dur demenin zamanı geldi hatta çoktan geçti. Neler yapmalıyız da bu cinayetler son bulsun, neler yapmalıyız ki genç kızlarımıza artık enişteleri, dayıları tecavüz etmesinler?
Sivil Toplum Kuruluşları son yıllarda bu konu için kolları sıvamış durumda... Benim de üyesi olduğum pek çok dernek, vakıf bu bilincin artması ve bu konuya dikkat çekmek için etkinlikler düzenliyorlar. Paneller, seminerler, konferanslar… Ama bu paneller, oturumlar, biz kadınların karşılıklı bu konuyu paylaşmamız, neler yaparız da kadınlarımızın yaşam standartlarını yükseltirizi konuşmaktan öteye gitmiyor maalesef! Tüm bu etkinlikler, Mersin’deki Hatice’nin babası Lütfü Fırat’ın düşüncesini değiştirmiyor. Ya da Ayşe Paşalı’ya koruma vermeyen hakimin zihniyetini…
Cenazeye katılsalar
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2011
Geçtiğimiz salı, inanılmaz bir başağrısı ile uyandım. Yataktan kalkmak ne mümkün! Aksi gibi 09.00 uçağına da bilet almıştım, İstanbul’a gitmem lazım. Bir yandan aşırı yorgunluk diğer yandan şiddetli bir başağrısı.
Başucumdaki sudan bir iki yudum aldım, yataktan zorla doğruldum ve son zamanlardaki favori bitki çayımı hazırladım kendime: Biraz nane ile ıhlamuru karıştırıp içine karabiber ekleyerek kaynatıyorsunuz, üzerine limon sıkarak içiyorsunuz. Benim gibi ilaç almayı sevmeyenler için hayli rahatlatan bir karışım. Bu tip doğal karışımlardan yanaysanız, bir sihirli formülüm daha var: Çubuk tarçını ve biraz taze kök zencefili ve karanfili birlikte kaynatıyorsunuz.
Ama ben o gün ne yapsam fayda etmedi, bütün bir günü battaniyenin altında yatarak geçirdim!
Artık uykununun daha doğalı da var!
Daha önce, son zamanlarda olduğu kadar yorgun uyandığımı hatırlamıyorum. Önce problem yatağımda mı acaba dedim. Ama olamaz! Doğallıktan yana olan ben, kaç yıldır viscoelastik yatakta yatıyorum, üstelik yastığım da öyle. Hani şu yatarken vücudunuzun şeklini alan, uyurken eklemlerinizi ve omuriliğinizi koruyan doğal malzeme.
Daha önceleri uykumda sayısız kez döner, geceleri defalarca uyanır, kaliteli bir uyku uyuyamadan kalkardım. E tabii bu hem beyninizin hem de vücudunuzun dinlenmesine engel olan bir durum. 2000’lerin başında (zaman ne ara uçtu gitti de, 2000’ler demeye başladık tanrım!) bu yataklar yavaş yavaş evlerimize girmeye başladı da, kaliteli uyku ile tanışmış olduk.
Meğer bu yataklar uzaydan geliyormuş! Nasıl mı? Bu malzeme ilk olarak, uzay araçlarındaki astronotların oturma konforu için 70’lerde NASA’da geliştirilmiş! Sonra 90’larda bir grup bilim adamı yalnızca astronotların değil, teknoloji mağduru dünyalıları da düşünerek bu malzemeden özel yataklar, yastıklar geliştirmiş! Biz de bu sayede, hayatımızın üçte birini geçirdiğimiz uykunun da doğalı olduğunu öğrenmiş olduk.
Bir de uyku benim için o kadar önemli ki, yatmadan önce lavanta kokuları ile yastığımı, odamı uykuya hazırlıyorum. Çünkü biliyorum ki, lavanta kokusu, uykuda insanı çok rahatlatıyor! E tamam. Yatakta değil problem, onu çözdük. Peki ne sebep oluyor bu yorgunluğa, başağrılarına diye düşünürken, elimizden düşmek nedir bilmeyen telefonlar mı neden oluyor acaba dedim kendi kendime!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
Bu kış doğru düzgün kar yağmadı. En azından şu ana kadar eski yıllardaki gibi bir Ankara karı kaplamadı sokakları, caddeleri.
Aksi gibi ben de bayılırım kara. Lapa lapa yağacak, ben de pencerenin kenarında, sıcacık çayım elimde sokaklara dalıp gideceğim...
Bu kış doğru düzgün kar göremedik madem dedik ve Oğul ve Ali ile Kartalkaya’da aldık soluğu... Dorukkaya Otel, zaten yıllardır her kış 2-3 günlüğüne bile olsa gidip kaldığımız, Kartalkaya’nın eski otellerinden. Kartalkaya’da Dorukkaya’dan başka bir de Kartal Otel var. Ve tabii yeni açılan ve dekorasyonuyla küçük, modern bir dağevi olan Golden Key.
Otelden çıkınca bir de baktım ki pek çok tanıdık sima orada! Ankaramızdan Eda-Suat Durkan, Refika-Tekin Güvensoy, Gönül- Koray Aydın, Dilek Özdemir ve eşi, İstanbul’dan Ronit Gülcan-Cem Hakko, Tuncer Öztarhan, her daim şıklığı ile dikkat çeken Selin İmer ve eski başbakanlarımızdan sayın Tansu Çiller ve eşi Özer Bey geçtiğimiz hafta Kartalkaya’nın konuklarındandı.
DİKKAT EDİN HAYATINIZ KAYMASIN
Bir grup İstanbullu elit, Courchevel, Saint Moritz gibi Avrupa’nın jet-set kayak merkezlerini tercih ederken pek çok kişi de tercihlerini Kartalkaya, Uludağ, Palandöken hatta Sarıkamış ve Erciyes’ten yana kullanıyor. Aslında son yıllarda yapılan otel ve pist yatırımlarıyla ülkemizdeki merkezler de Avrupa’yı aratmayacak nitelikte...
Oğul ve ben sık sık sahlep molası verip, yavaş yavaş kayarak sakin günler geçirirken, Ali başında kaskı, ışık hızıyla, korkusuzca bütün gün yorulmadan siyah pistlerden kaydı. Ali’yi korkulu gözlerle seyrederken, bir kez daha anladım ki, kayak kesinlikle küçük yaşta başlanması gereken bir spor dalı! Düşünsenize, ben şimdi kayarken düştüm, bir yerimi incittim ya da daha kötüsü kırdım; bu kadar seyahat, iş koşturmacası, toplantılar derken resmen ben değil hayatım kayar!
Kısacık bir kayak tatili oldu bizim için ama üç gün de olsa, kar havası almak çok iyi geldi hepimize. Hem oksijen aldık hem de bu kışın kayak modasını da yakından takip etme fırsatını bulduk!
Yazının Devamını Oku