Fuat Bol

ABD ve AB önce aynaya baksın!

23 Ekim 2021
ABD ve AB’deki bir kısım emperyalist ülkeler ve onların uyduları, Türkiye’ye parmak sallayarak, ülkemizi hizaya sokmak istiyorlar.

Bu kepaze hal, onların iki yüz seneden beri uyguladıkları bir yöntemdir. Lakin şimdiye kadar olanlar, hep kapalı kapılar ardında olurdu. Son yaptıkları ise, kepazeliğin gemi azıya aldığı şekilde vuku buldu.

ABD ve bir kısım AB ülkeleri (toplam on ülke; ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç, Yeni Zelanda) büyükelçileri, utanmadan Türkiye’de yargılanmakta olan Osman Kavala’nın ve hüküm giymiş olan Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması için ortak bir bildiri yayınladılar.

Hicap duymadan bu denli bir kepazeliği sergilediklerini söylüyoruz zira bu yaptıkları, pervasızlıktan öte düpedüz küstahlıktır.

Dost (!) ve müttefik (!), diğer bir deyişle silah arkadaşı (!) olduğumuz bu ülkelerin Türkiye’mize hangi gözle baktıklarını görüyor musunuz?

Üzüntüyle ifade edelim ki maalesef şimdiye kadar bize hep bu gözle baktılar; perde önünde olmayıp, perde arkasından hep bu denli küstahça tavırlarını sergilediler ve biz bunların hepsini yuttuk, yutmak zorunda kaldık.

Bu kez ise, ufunetlerini perde önünde, alenen kusuyorlar.

Demek ki onlar bizi hâlâ bir müstemleke ülkesi, yöneticilerimizi de kendilerinin atadıkları valileri olarak görüyorlar.

Türkiye düşmanı envaiçeşit terör örgütlerinin başları ve bunların mensupları kendi ülkelerinde ikamet edip cirit atıyorlar. Bunlar hakkında tüm bilgi ve belgeler ve hatta mahkeme kararları, bu ülkelerin yöneticilerinin önüne konulmasına rağmen, duymazlıktan gelip, kıllarını bile kıpırdatmıyorlar.

Yazının Devamını Oku

İstanbul’da hayat işkenceye dönüştü!

20 Ekim 2021
Ekrem İmamoğlu ne umutlarla geldi, hatta gelişinde mazbatası gecikince, bir saniye olsun kaybedecek vaktimiz yok, vatandaş hizmet bekliyor diyerek ortalığı velveleye veriyordu. Lakin İmamoğlu bir geldi, pir geldi; kendisine oy veren İstanbullulara, “Ellerim kırılsaydı da o oyu vermeseydim” dedirtti.

Zira Ekrem İmamoğlu’yla birlikte İstanbul’da hayat, tam anlamıyla işkenceye dönüştü.

Düşünün; Ekrem İmamoğlu, İstanbul’u her bakımdan perişan bir hale sokan Nurettin Sözen’i bile arattı. Beceriksiz de olsa, Nurettin Sözen’de bir gayret vardı; bunda o da yok.

Kendisinden önce de İstanbul’da trafik sıkışıktı ve belli saatlerde çileydi. İmamoğlu ile bu çile, günün her saatinde çekilir oldu. İstanbul’da on dakikalık yolu, normal zamanda bir saatte ancak gidebiliyorsunuz, akşam ve sabah saatlerinde ise en az iki saatte gidebiliyorsunuz.

Kendisi Büyükşehir’e, Beylikdüzü ilçesinden gitti. Ailece müteahhit olmalarından dolayı, Beylikdüzü’nü beton yığınına çevirmişti. Şimdi aynı işi İstanbul’un genelinde yapıyor.

Ama belli ki onun derdi İstanbul ve İstanbullu değil; o, daha çok Diyarbakır’a gitmeye ve her hal ve şartta algı oluşturmaya hevesli. Üstelik kendi genel başkanının arzusunun hilafına bu işlere kalkışıyor.

Belli ki bir yerlerden ‘ana-oğul’un (Akşener-İmamoğlu); birinin başbakanlığı, diğerinin cumhurbaşkanlığı kulaklarına üfürülmüş!

İstanbul’un ana arterlerinde yer alan köprülerin üzerindeki ilanlarda; İstanbul ilinin dünyanın en çok metro inşaatının sürdürülmekte olan yeri olduğu ve yığınla sosyal projenin İstanbulluların emrine verildiği ve bunlardan bir tanesinin, İstanbul gibi bir dünya metropolünde okuyan üniversite öğrencilerine 3.500 lira burs verileceği yazılarak, resmen ve alenen yalanla birlikte hizmet hırsızlığı ayyuka çıkarılıyor.

Hem hiçbir şey yapma ve hem de her şeyi yapmış gibi meydan yerinde arzı endam et!

Yazının Devamını Oku

Sistemsizlik (kaos) arayışları!

18 Ekim 2021
Ülkemiz Başkanlık sistemine geçince, birilerinin çanına ot tıkanmış olacak ki o günden beri hop oturup hop kalkıyorlar.

Neymiş efendim, bu sistemde (Başkanlık) kuvvetler ayrılığı yokmuş, tüm kuvvetler bir elde (Başkan) toplanmış. Bu yüzden rejim, demokratik olmaktan çıkmış, otoriter olmuş. Başkan da diktatör...

Demek ki bu tipler hiç diktatör görmemişler. Şayet iddia edildiği gibi Sayın Erdoğan diktatör olsa idi mahut tipler, bu denli kepaze hallerini sergilemek adına hezeyanlarını kusabilecek ve hakaretlerini yapabilecekler miydi?

Bir kere şu hususun üstünü en kalın çizgiyle çizelim ki, bizdeki eski sistem parlamenter sistem değildi; karakuşi bir sistemdi. Zira bize öylesine bir sistem, gerçekte sistemsizlik reva görülmüştü.

Asıl o sistemde kuvvetler ayrılığı birbirine girmiş ve demokrasi adına tam bir kepazelik söz konusu idi. Yürütme (hükümet), Yasamanın (Meclis) içinden çıkıyor ve Meclis’e hükmediyordu. Bakanlar Kurulu (hükümet) kanun tasarılarını hazırlayıp Meclis’e sunuyor ve kanunlaşıyordu.

Bu mudur, Meclis’in işlevselliği?

Birbirimizi kandırmanın manası yok. Bize reva görülen o ucube sistem, asla demokratik değildi ve hepsinden önemlisi istikrarı (kalkınmayı) engellediği gibi, FETÖ gibi gizli yapıların oluşumuna imkân hazırlıyordu.

Nitekim 6 kez gidip 7 kez gelen Süleyman Demirel, “Afrika’daki bir darbeden haberim olabiliyor lakin burnumun dibindeki darbeden haberim yok!” diyordu. Neden böyle söylediğini hiç düşündünüz mü? 

Vesayet anayasalarıyla, üst düzey kurum ve kuruluşlar (Genel Kurmay, MİT vb.) kâğıt üzerinde başbakana bağlıydı. Gerçekte ise, kendilerinin de itiraf ettikleri gibi,

Yazının Devamını Oku

Allah’ın Sevgilisi

16 Ekim 2021
Şair ne güzel ifade etmiş: ‘Düşünüyorum: O’ndan evvel zaman var mıydı?

Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı?’ (Necip Fazıl)

Allahü teala en üstün varlık olarak yarattığı insanlık hakikatini, dünya sahnesinde; Hazret-i Âdem’den itibaren süzerek, hep en iyi ve en temiz nesiller boyunca sürdürdü ve sonunda kâinatın övüncü olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamda karar kıldı.

Dünya sahnesinde zamanın çarkları devrini icradan yorulmuş, zulümle kaplı tüm mekânlar kokuşmuştu. Mekke şehri tüm bu olumsuzlukların adeta merkezi konumundaydı.

İnsanoğlu yaratılış gayesini unutmuş; edindiği sahte ilahlar etrafında kurduğu zulüm düzeninde altta kalanın canı çıkıyor, insan sayılmayan kız çocuklarının doğumu uğursuzluk biliniyor ve doğar doğmaz diri diri gömülüyorlardı.

Ayyuka çıkan kan davalarıyla insanlar birbirlerini göz kırpmadan boğazlıyor, sözde kurulan mahkemelerde okkanın altına gidenler, haklı da olsa hep fakir ve güçsüzler oluyordu.

Özetle; âlem, dört bir yanıyla zifiri karalıktaydı.

Batılı bir düşünürün ifadesiyle: “Hz. Muhammed’in dünyaya teşrifleri; şimşeğin, zifiri karanlıkları delip aydınlatması gibi gerçekleşmiştir.”

Halbuki ondan önce nice peygamberler gelmiş ve her birisi kavimlerini hak dine davet etmişlerdi. Lakin bunlardan hiçbiri arzulanan ideal nesli yoğurup kıvama erdirememişti.

Yazının Devamını Oku

Baş olma sevdası

13 Ekim 2021
Baş olma sevdası insanın fıtratında, yaratılışında vardır. İnsanoğlu bu denli hırsını, aklı sayesinde dengeler ve aşırılığa kaçmaz. Şayet hırsı aklını örtüp ifrata (aşırılığa) kaçarsa dengesini kaybeder.

Baş olma sevdası hemen her meslekte vardır lakin bu durum siyasette, haddinden şiddetlidir. Bundan dolayıdır ki birçok siyasetçide, hırslarının başlarını yemesine tanıklık ederiz.

Diğer bir ifade ile, hemen her meslekte haddini bilmek, bir dereceye kadar kolay ama siyasette had bilmek neredeyse imkânsızdır.

Zira siyasette hırslar, gemi azıya almıştır.

İnsanlar bir siyasi partide bulunup sonradan ayrılabilirler. Bir siyasi partide bulunup o partinin iktidarında dışişleri bakanı ve başbakan olarak görev yapmış olan birileri de partilerinden ayrılabilirler.

Nitekim 5-6 çocuk sahibi olan ve uzun yıllar evli kalan çiftler bile ayrılabiliyorlar.

Bunların hepsi normal, normal olmayan ise ayrılanların, ayrıldıktan sonraki zevzeklikleridir.

Helal süt emmiş karakterli insanlar, uzun yıllar birlikte bulundukları ve hizmet ettikleri kurumlarını ve eski mesai arkadaşlarını karalamazlar. Karalarsanız ve hatta suçlarsanız, kendinizi de karalamış ve suçlamış olursunuz.

Aklı başında bir insan, bindiği dalı keser mi?

Yazının Devamını Oku

Aç tavuk ve darı ambarı!

11 Ekim 2021
Siyasetin, içine düşürüldüğü şu kepaze hale bakar mısınız? Birilerinin muhayyel cumhurbaşkanlığı, başka birileri tarafından veto edilince reddedilen kişi, aç tavuk misali kendini darı ambarında sanıyor.

Ve tabir uygunsa, şapkadan tavşanı çıkarıyor: ‘Ben başbakan olacağım!’

Başbakanlık nerede? Suya düştü. Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı. Dağ nerede? Yandı, bitti, kül oldu.

Mahut hatun kişi, bu söyleminin ‘Ben padişah olacağım’ demekle aynı absürt düzlemde olduğunu bilmiyor mu? Bilmemesi mümkün değil, o halde neden olmayacak duaya “Âmin” diyor?

Belli ki, kendisini veto edenlerin ‘meşruiyetine’ halel getirmek istemiyor.

Ayol! Ülkede başbakanlık mı kaldı?

Her zaman söylüyoruz lakin kimseye anlatamıyoruz. Bu millet, demokratik olgunluk bakımından, sözde siyasi parti liderlerinden fersah fersah ileridedir.

Malum, cumhurbaşkanlığı seçimi bu ülkede her zaman problemli olmuştur. Bunun da sebebi, (millet tarafından seçilmiş de olsa) birilerinin o makama layık görülmemesidir.

Daha açık ifadesiyle, bu işin temelinde millete, milletin seçtiklerine güvenmemek yatmaktadır. Nitekim daha 60’lı yıllarda anayasa çalışmalarında, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi dillendirilmiş ve CHP zihniyetinin ağababaları:

Yazının Devamını Oku

Geçti Bor’un pazarı!

9 Ekim 2021
Batı, Batı’nın demokrasisi diye haykıranlara bir çift sözümüz var. Batı’da tek bir seçim kaybeden siyasi parti lideri istifa etmeyi görev bilir. Bizde ise on seçimi üst üste kaybeden siyasi parti lideri, koltuğuna daha büyük bir iştahla sarılır ve asla bırakmaz.

Bakınız; Almanya’da 16 yıldır iktidarı elinde bulunduran CDU’nun lideri, ilk seçim yenilgisiyle görevini bıraktı. Bizimkiler, siyaseti güreşle karıştırmış olacaklar ki yenilen pehlivan güreşe doymaz aymazlığıyla, görevlerini sürdürmeyi maharet bilirler.

Batı’daki siyasiler, şahsiyetleriyle işgal etmekte oldukları koltuklara şeref verirler; bizdekiler ise, şerefi, işgal ettikleri koltuklardan beklerler. Tılsım, Batı’da kişilerde iken, bizde koltuklardadır.

Bu yüzden olsa gerektir ki bizde o koltuğa oturan yapışıyor ve bir daha asla kopamıyor!

Ve yine bu yüzden olsa gerektir ki bizdeki muhalefetin iktidara alternatif olma, olabilme diye bir niyeti ve derdi, tasası yoktur. Olmamıştır da.

Zira kendileri, vaktiyle oluşturdukları bürokratik oligarşiyle her daim iktidardadırlar; bundan dolayıdır ki, sandıktan (milletten) gelecek iktidara pek itibar etmezler.

Çok sıkıştıklarında anti demokratik yollarla (darbe) iktidara gelmek, eskiden beri hünerleridir.

Hayal âleminde yaşarlar ve asla reel politiği görmezler. Mevcut durumu içlerine sindirmezler ve ona göre bir siyaset tarzı benimsemezler. Böyle olmasaydı, sürekli hayallerin peşinde koşmaz, kendilerine umut bağlayan milyonlarca insanı mahut hayallerin peşinde sürüklemezlerdi.

Millet, 70 küsur yıllık sözde parlamenter sistem deneyimiyle (gerçekte vesayetin envaiçeşidiyle) Hanya’yı Konya’yı gördü! On yıllar boyunca, millete liderlik yapan siyasi parti genel başkanları da (

Yazının Devamını Oku

Hem kel hem fodul!

6 Ekim 2021
Günümüz insanı gaflet, dalalet ve ihanet kıskacında çırpınıp durmaktadır. Eşyaya, olay ve hadiselere baktığında; her şeyin bir gaye etrafında şekillendiğini, sebepsiz hiçbir şeyin olmadığını görmesine ve hatta ‘determinizm’ (sebep sonuç ilişkisi) ilkesini haykırmasına rağmen, kendinin sebepsiz, gayesiz olmasına hükmediyor ve ulvi hakikati örtüyor.

Kendi gerçekliğini örten insan dünyaları keşfediyor, fethediyor, atomu parçalıyor lakin kendini bilip tanımada geldiği noktada ise, ‘insan denen meçhul’ deyip apışıp kalıyor.

Her şeyi ile baştan sona hayal olan bu kısacık ömrü gaflet, dalalet ve ihanet içinde geçiriyor. İhanetlerin en büyüğünü, tanımayıp gerçeğini örttüğü nefsine (kendine) yapıyor.

Ölünce uyanıyor ama iş, işten çoktan geçmiş oluyor. Daha da kötüsü ise, o anda duyulan pişmanlığın hiçbir faydası olmuyor.

Ruhunu inkâr ve iptalle nefsini azgınlaştıran insan, nefsinin doymazlığının esiri oluyor. İşin daha vahimi ise, onu doyurur ve mutlu olurum zannediyor.

‘Daha!’, ‘Daha!’ dedikçe nefsine veriyor lakin ‘daha’lar (nefsin istekleri) bitmeden ya ona verebilecekleri tükeniyor veya bizzat kendisi tükeniyor. Ancak nefsi doymak bilmiyor.

Kadere inanmadığı için kederden emin olmuyor.

Eşyanın, olay ve hadiselerin peşinden koştukça, ölüm de onun peşinden koşuyor. Oysa o, şatafatlı ve en az bir o kadar da meşakkatli dünyasında, resmini yapmak şöyle dursun; hayalini bile kuramadığı mutluluğu arıyor ama nafile!

Fakiri zengini, siyahı beyazı, kadını erkeği, güzeli çirkini, hastası sağlıklısı, Doğulusu Batılısı, kuzeylisi güneylisi, güçlüsü güçsüzü, şu veya bu iş ve meslek erbabı, işvereni işçisi ve daha nesi ve nesiyle herkes dünyayı ve dünyanın içindekilerini eritip tükettiklerini zannediyor.

Yazının Devamını Oku