Kurup, eğitip, donatıp ve destekledikleri envaiçeşit terör örgütlerini, içeriden ve dışarıdan üzerimize salarak, enerjimizi toprağa vermemize sebep oldular, olmaya devam ediyorlar.
Zira onlar, bizi bizden iyi tanıyor ve çok iyi biliyorlar ki; Türkiye, güçlenip ayağa kalktığında, mazlum kanıyla beslenen emperyalistlerin çanlarına ot tıkanacak ve kendilerini hesaba çekecek, yeniden bir ‘Molla Kasım’ gelmiş olacaktır!
Başlarına ne geleceğini ‘one minute’ ihtarıyla yüzlerine şamar gibi inen ve ‘Bebekleri öldürmesini çok iyi bilirsiniz’ sözlerine muhatap olarak görmüşlerdi.
O günden beri, ellerinden geleni artlarına koymadılar. Her çeşit aşağılık darbeyi denediler; istediler ki, dik duran bu ‘Uzun Adam’ı alaşağı edelim ve yerine eskiden olduğu gibi, kendilerine bağlı, uyumlu, uydu yönetimler getirelim.
Hâlâ daha bu durumdan umutlarını kesmiş değiller. Güçlerini de içimizdeki bendelerinden alıyorlar. İçimizdeki mahut birilerinin; dışarıdan bize diş bileyen düşmanla aynı dili kullanması ve aynı hedefe kilitlenmesi (‘Uzun Adam’ın düşürülmesi), sizce de tuhaf değil mi?
Daha dün ‘Türkiye’nin, Azerbaycan’a silah sevkiyatı yaptığı ve Suriye’deki cihatçı grupları Karabağ’a gönderdiği’ şeklindeki tezviratla, kendi ülkesini dünyaya jurnalleyen bunlar değil miydi? Dikkat edin; içerideki bu kirli ve zehirli dili, dışarıdaki düşmanlar bile kullanmıyor!
Bu zihniyet can Azerbaycan’ın, uğruna şehitler vererek kurtardığı Karabağ semalarında, Türk bayrağı dalgalanmasından rahatsızdır.
O halde deliye dönecekleri bir haber daha verelim: Kafkasya’da Türkiye-Azerbaycan ve Nahçıvan için yeni bir dönem başlıyor; Zengezur koridoru açılıyor ve Türkiye, karayoluyla Azerbaycan’a ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne bağlanıyor.
Demokrasiye geçtikten sonra da bu özelliğini sürdürdü ve partiden ziyade bir lider etrafında bütünleşti. Nitekim CHP demek İnönü, DP demek Menderes, AP demek Demirel, ANAP demek Özal, MSP demek Erbakan, MHP demek Türkeş, AK Parti demek Erdoğan demektir.
Siyaset cahili Karamollaoğlu, apaçık olan bu durumu dahi kavrayamamış ve AK Parti’den ayrılan Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullah Gül’ün ve Ali Babacan’ın AK Parti tabanından yüzde 20-30 dolayında bir kopuşu gerçekleştireceklerini vehmetmiş.
Türk halkı tarihinin en büyük travmasını geçen asrın başlarında, yıkımla biten Birinci Cihan Savaşı’nda yaşadı. İmparatorluğu savaşa, İttihat ve Terakki sergerdeleri soktu zira kukla haline getirilen padişahın (5. M. Reşat) ülkenin savaşa sokulduğundan haberi bile yoktu.
Sultan Abdülhamit’i tahtından indirip iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki maceraperest güruhu, Osmanlı coğrafyasında, kelimenin tam anlamıyla bir zulüm sistemi kurdu.
Zorba yönetim hem layüseldi (sorumsuz) ve hem de astığı astık, kestiği kestikti. Savaşın yıkıntıları altında kalan millet, zaten canından bezmişti. Zorba yönetim; canıyla, malıyla savrulan ve öz yurdunda itilip kakılan ve yurtlarından sürülen milleti sindirmişti.
Milletin bu ezik hali, cumhuriyet ve demokrasi ile tanışmasına rağmen sürdü. Zira ona yaşatılan demokrasi darbelerle hastalıklı ve vesayetle örtülü idi.
Millet, ne olduğunu anlayamadan, seçip başına geçirdiklerini darağaçlarında asılı görünce, yüreği kan ağlasa da yeise kapılmadı, ümitsizliğe düşmedi.
Her sandık önüne konduğunda, millet, rüştünü ispat etti; sandığa gitmemezlik yapmadı lakin mahut vesayet, seçilmişlere sürekli hadlerini bildirmekten de geri durmadı.
Nitekim olamadılar da.
Vesayet altındaki ülkelerde, sözde yöneticilerin borusu sadece kendi halklarına öter. Dışarıdaki ağababaları bunları kukla gibi oynatır ve kendi halklarına zulmettirir.
Tüm bu riyakârca oyunlar sergilenirken, bir taraftan da suret-i haktan gözükürler. Bu yüzden yalan makinesidirler. Doğruluk ve samimiyet bunların semtlerine bile uğramamıştır.
Vesayette birleşen yolların aslı dayatmadır; gerçek ifadesiyle faşizmdir.
Taliban Afganistan’ı ele geçirdi diye bizdeki tersinden özdeşleri hop oturup hop kalktılar. Taliban’ın özellikle kadınlara yaptıkları zulümleri ayyuka çıkararak bizdeki rejime, laikliğe övgüler düzdüler.
Bütün bunları da özgürlük ve insan hakları adına yaptıklarını söylediler ve söylemeye devam ediyorlar.
Çok değil, 15-20 yıl evvel ülkemizdeki başı kapalı kadınlara uygulanan yasak ve şiddet, hangi özgürlüğe ve insan haklarına sığardı?
Yıllar yılı, bu ülkenin başı kapalı kadınlarına zulmedilmedi mi? Eğitim hakları ellerinden alınmadı mı? Devlet dairelerinde ve üniversite kapılarında horlanıp aşağılanmadılar mı?
Kabil’deki patlamalardan sonra televizyon ekranlarına çıkan ABD başkanının döktüğü gözyaşları, kansere yakalanıp ölen oğlundan ziyade, dipsiz bir kuyuya doğru hızla yuvarlanan ABD içindi.
Malum ABD, 2. Büyük Savaş’tan sonra, dünyanın dizginlerini ele geçirmişti. 90’lı yıllarda Sovyetlerin yıkılışından sonra ise dünyanın jandarması olarak tek başına kalmıştı.
Belli ki bu güç onu zehirledi.
ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını, üzerine çullandığı ülkelerde kurduğu vesayet yönetimleri vasıtasıyla sürdürdü. Bu durum, anti demokratik ülkelerde nispeten kolaydı. Nitekim aynı ülkelerle ABD, adeta kedi fare ile oynar gibi oynuyor.
Türkiye gibi demokratik ülkelerde kurgulanacak vesayet yönetimi ise daha zordu. Diğer ülkelerdeki gibi, devşirilmiş beş-on insanla (bir aile veya aşiretle) vesayet gerçekleştirilemezdi. Bunun için de uzun soluklu bir plana ihtiyaç vardı.
Bunu da FETÖ gibi örgütler marifetiyle, ilgili ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarının kılcallarına değin nüfuz ederek başarmışlardı.
Emperyalistler, bütünüyle çökertmek istedikleri ülkelere karşı da vesayet savaşları başlattılar. Bu amaçla da çeşitli terör örgütleri kurdular. Bunları eğitip donattılar ve istedikleri ülkelerin üzerlerine saldılar.
Kendilerine hep söylendi; ‘Ateşle oynuyorsunuz, bunu yapmayın. Bu ateş, gün gelir sizi de yakar!’ lakin dinlemediler. Ateşle oynamaya devam ettiler.
Her ne kadar bize unutturulmuş olsa da Ani’nin Türk tarihinde önemli bir yeri var. Ani tarihi kenti, Kars’tan 42 kilometre uzakta gerçek bir tarihi hazine. İpek Yolu’nun üzerinde yer alan ve Anadolu platosunun giriş kapısında, Ermeniler tarafından 10. yüzyılda kurulan Ani, bölgenin en büyük, en zengin ve en stratejik kenti olarak tarihe geçmiş.
11. yüzyılda nüfusu 100 bine ulaşan bu kent, destanlarda 1001 Kilise diye anılıyor.
Anadolu’nun kapısı olan Ani, Selçuklu Beyi Alpaslan tarafında fethedildi (1064). Ani, böylece ilklere ev sahipliği yaptı. Türklerin Anadolu’da yaptığı ilk cami (Ebul Manuçehr Camii) Ani’de ve yine Türklerin Anadolu’da yazdığı ilk kitabe de burada bulunuyor.
Ani kenti 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetimindeki Ermenilerin hükmünde kalmış; bu tarihten sonra ise sırasıyla Selçuklu, Gürcü, Moğol ve Osmanlı egemenliğine geçmiş ve 16. yüzyıla kadar görkemliliğini korumuştur.
Birlikte olduğumuz gazeteci-yazar dostum Mahmut Övür, beraber vekillik yaptığımız kadim dostum Saffet Kaya ve arkadaşımız Süleyman Balcı ile caminin önünden biraz yürüdüğümüzde; 900’lü yıllarda Arpaçay’ın üzerine inşa edilen tarihi İpekyolu Taş Köprüsü ile karşılaşıyoruz. 15. yüzyıldaki büyük depremle kemerleri yıkılan bu köprünün bir ayağı Türkiye’de diğer ayağı ise Ermenistan topraklarında bulunuyor. Aradan geçen dere ise, Türkiye-Ermenistan sınırını belirliyor.
Kars valisi, Kafkas Üniversitesi Rektörü, Bilal Erdoğan, Haydar Ali Yıldız ve beraberlerindeki heyet olarak bizler, 5 km X 8 km büyüklüğündeki kentte hasar görmüş yapıların restorasyon çalışmalarını yerinde izledik ve daha yapılması çok şey olduğunu gözlemledik.
Ani’deki eserler onarıldığı gün, ortaya gerçekten şaheserler çıkacak ve turizm açısından büyük bir hazineye kavuşmuş olacağız.
Batılı girdiği veya işgal ettiği her yere fitne tohumlarını eker, bozgunculuk yapar.
Batı’nın asıl çıkmazı; tüm güçleriyle çalışmalarına rağmen, başkalarını Hıristiyan yapamadıkları gibi, kendi gençliklerinin de Deizme ve Ateizme sürüklenmelerine mani olamamalarıdır.
Bugün Batı’da kiliseler bomboştur ve batılı gençlik, büyük çoğunluğuyla kendini dinden soyutlamıştır.
Bunun yanında, dünyanın her yerinde İslamiyet’e büyük yöneliş vardır. Bu durum, Batı’yı ürkütmektedir. İşte bu korku, onları, Müslümanlar hakkında şeytani planlar yapmaya ve bunları uygulamaya zorladı.
Yapıp uygulamaya koydukları planın esasları şudur. Öncelikli işleri İslamiyet’i çığırından çıkarmaktır. Ya çok katı kuralları olan ve herkese korku salan, vahşi bir İslam modeli geliştirmek ya da İslamiyet’i sulandırıp ılımlı İslam diye karakuşi bir İslamiyet’i meydan yerine salıp bunları birbirleriyle kavga ettirmek.
İslamiyet diye geliştirip ortaya sürdükleri modellere bir bakar mısınız: EL-KAİDE, TALİBAN, DEAŞ, BOKO HARAM...
Batı’nın önceki hedefi, İran’ın önünü açmak ve Körfez boyunca Şii yayılmacılığını sağlamak ve böylece bir Şii- Sünni savaşı başlatmaktı. Şimdiye kadar bunu başaramadılar lakin bundan da büsbütün vazgeçmiş değillerdir.
Batılı, kendi gençliğinin Hıristiyanlıktan çıkıp İslamiyet’e yönelişini görünce, onları, İslamiyet diye DEAŞ gibi sapkın yollara sevk etti. Böylece hem kendi insanına ve hem de tüm insanlığa İslamiyet diye bu sapık terör örgütlerini gösterdi.
Batı’ya ve ABD’ye bel bağlayan Afganlıların nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görsünler. Yıllarca ABD’lilere ve Batılılara hizmet eden Afganlılar vardı ve bunlar için ABD ve Batı her şeydi.
ABD’liler ve Batılılar kendi köpeklerini ve içkilerini uçaklarıyla taşıdılar. Lakin aynı uçaklarda, bendeleri olan Afganlılara asla yer vermediler. Sadece 7 kişiyle kaldırdıkları dev uçağa bir tek Afganlıyı bile almadılar.
Çaresiz kalıp uçakların kanatlarına sığınanları da gözlerinin yaşlarına bakmadan yerlere attılar.
Bu demektir ki ABD’ye ve Batılı devletlere hangi hizmeti yaparsan yap, ne kadar sadık olursan ol ve sosyal hayatında hangi mevkide bulunursan bulun; tüm bu hizmetlerin değeri bir içki şişesi ve bir köpek kadar bile değildir.
Çünkü sen Müslümansın; Batının gözünde insan bile değilsin.
ABD, yirmi yıldır işgal ettiği Afganistan’dan çekiliyor, çekilirken ardında kaos, kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmıyor. Evet, ABD de tıpkı Sovyet Rusya gibi Afganistan’da hezimete uğradı lakin bu demek değildir ki çekildikten sonra, başta Afganistan olmak üzere, bu bölgeyi rahat bırakacaktır.
ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, İkiz Kuleler’in vurulmasından sonraki açıklamasında, ABD’nin yeni hedefini şu sözlerle ortaya koymuştu: ‘Bundan sonraki savaşlar Müslümanlar arasında olmalıdır!’
Dünya üzerindeki savaşlara bakın, hedeflerini ne denli gerçekleştirdiklerini apaçık görürsünüz.
İşte ABD’nin ve büyük çoğunluğuyla Batı’nın Türkiye’ye bakış açısı budur. Sittin senedir de bu şekilde bakmışlardır. Lakin bizdeki yöneticiler (asker-sivil) ABD’nin kayığına bindirildikleri için, bu denli bakışlardan hiçbir rahatsızlık duymamışlardır.
Aynı ABD, NATO’da, Fransa’nın da İngiltere’nin de Almanya’nın da müttefikidir; tıpkı Türkiye’nin olduğu gibi, değil mi?
Değildir! Türkiye’nin müttefikliği başka bir formattadır.
ABD, şimdiye kadar hiçbir NATO ülkesine “İHA-SİHA veya başka herhangi bir silahı üretemezsin” dedi mi?
Hayır!
Peki, Türkiye’ye neden diyor ve nasıl diyebiliyor?
Aynı lafı, sözgelimi İngiltere’ye dese; İngiltere’de yer yerinden oynamaz mı? İktidarıyla, muhalefetiyle tüm İngiliz halkı yöneticileriyle bir olur ve gök kubbeyi ABD’nin başına yıkarlar.
Bizde ne olduğuna bir bakar mısınız? Tüm