Herhangi bir dine girmek veya mensup olunan dinden çıkmak için yapılabilecek tek şey, o dini enine boyuna irdelemek ve araştırmaktır.
Karar verdikten sonra, ya o dinin mensubu (inananı) ya da münkiri (inanmayanı) olunur. Her iki halde de bulunanlar, birbirlerinin imanına ve imansızlığına karışamazlar, karışmamalıdırlar.
Zira herkesin dini ya da o dine veya başka dinlere olan kayıtsızlığı kendinedir. Bu durum kendisinden başka kimseyi ilgilendirmez.
Ama gelin görün ki son iki asırdan beri, bizim toplumumuzda bu tartışmalara şahit oluyoruz. Bunun da yegâne sebebi, tarafların birbirlerine olan tahammülsüzlükleri ve karşı tarafı zorla kendine benzetmek istemesidir.
Asıl tartışmayı başlatanlar ise, inananlara ve inançlara tahammül göstermeyen, kendilerini dinden soyutlayanlar, yani inanmayanlar olmuştur. Zira bunlar, kendileri inanmadıkları gibi inananlara kendi hayat tarzlarını dayatmaktadır.
Başı açık olanları kimse kapatmaya zorlamadı lakin başını örtmek isteyenlerin eğitim hakları bile ellerinden alındı.
Bu kafa, kendine gerekçe olarak şu aşağılık formülü bulmuştur: ‘Din, terakkiye (ilerlemeye) manidir. Dindar bir kafa bilimsel düşünemez. Felsefi hiç düşünemez. Dolayısıyla yarınlarımızı emanet edeceğimiz nesillerimizi dinden azade (uzak) yetiştirmeliyiz. Başka türlü modernleşemeyiz ve kalkınamayız.’
Mahut kesim böyle düşünmekle kalmadı, bu hali inanan kesime zorla dayattı; bu denli bir etki-tepki sonucunda da, toplumda ikilik, ayrışma ve hatta çatışma başladı.
Eskiden insanlar avlanacakları nesneleri tutarlardı (balık, kuş, hayvan vb.), bunun için de koşup yorulur ve neticede zinde kalırlardı. Darlık görüp sıkıntı da çekseler; tasasızdılar, kanaatkâr ve mutluydular.
Arkadaşlıkları, dostlukları, yârenlikleri ve hepsinden önemlisi komşulukları vardı. Her biri, tarağın dişleri gibi olup birbirlerine yardım için yarışırlardı.
Mahalle kültürü insanları birbirine bağlar, birinin sevinciyle herkes sevinir, hüznü ile herkes hüzünlenirdi.
Bu denli paylaşımlar; sevinçleri çoğaltır, acıları asgariye indirirdi.
Ailede, sokakta, kahvehanede, mahallede, okulda, işyerinde birlikte yaşama kültürü vardı. Ortak değerler etrafında insanlar; yekkalp, yekvücut olarak, tek hedefe, hayra, iyiliğe, güzelliğe koşarlardı.
Manasını yitiren günümüz insanı ise, bırakın toplulukları, tek başına kalan insanın bile bilyesi dağıldı.
Ailede, aynı apartmanda, sokakta, kahvehanede, mahallede, okulda ve işyerinde insanlar birbirlerine yabancı, kimse kimseyi tanımıyor, kimsenin sevinci ve derdi kimseyi ilgilendirmiyor.
İnsanoğlu, modernleştim, bilişim çağını yakaladım ve zamana hükmedecek hale geldim dediği ve ava çıktığı günde; inter-net ağlarına girerek hapsoldu ve kendisi av oldu.
Tüm bu tartışmalara baktığımızda, insanın, ölmüşüz de ağlayanımız yok diyeceği geliyor.
Bir olay, bu kadar mı saptırılıp çığırından çıkarılır? Olay ve kişi hakkında en ufak bir inceleme ve araştırma yapmadan, hemen herkes, durduğu yerden ahkâm kesiyor.
Bunlardan en çarpıcıları ise kendilerini aydın ve bilime önem veren diye tanıtan; dine, dini değerlere ve dindarlara şaşı bakanlardır. Bunların büyük çoğunluğu din cahili olduğu için (elifi görseler mertek sanırlar) dine, dini değerlere ve dindarlara düşmandırlar.
Zira insan bilmediğinin düşmanıdır.
Bu kafaya göre, bu gencimizi intihara sürükleyen şey cemaat ve tabiatıyla bunlara göre cemaat denilince de akıllarına (!) tarikat geliyor ve suçluyu buluyorlar: Tarikatlar!
Halbuki bu gencimiz, cemaat ve tarikat mensubu olmadığını söylüyor. Üstelik ateist olduğunu söylüyor. Şimdi birileri de kalkıp bu genci intihara sürükleyen şey, onun ateist olmasıdır diyebilir mi?
Bu ne kadar gülünçse, onu cemaat ya da tarikat intihara sürükledi demek de aynı derecede tutarsız ve gülünçtür.
O zaman, diğer ateistler veya mahut yurtlarda kalan diğer kişiler neden intihar etmiyor, diye sorarlar.
Altı yüzyılı aşkın bir zamanda, bağrında onlarca milleti barındırmış ve bu süre zarfında ırk, dil, din ve renk gibi aidiyetleri bakımından, hiç kimse diğerine yan gözle bakmamıştır, bakamamıştır.
Atalarımız bunu, bugün bile dünyanın bulamadığı ‘adil sistem’ sayesinde gerçekleştirmiştir.
Tüm bu farklı topluluklar, sahip oldukları değerler ve becerileriyle maddede ve manada cihanşümul bir zenginliği oluşturuyordu.
1789’daki Fransız İhtilali ile birlikte, imparatorluklar dönüşüm sürecine girdi. Milliyetçilik kavramı öne çıkarak milli devletlerin önü açıldı. İmparatorlukların yıkılması mukadderdi artık, onlar da bir bir yıkılıp yerlerini, irili ufaklı onca milli devlete bıraktı.
Milliyetçilikte endaze (ölçü) kaçırılınca, faşizm kaçınılmaz oldu. Kurulmuş olan ve kurulmakta olan hemen her milli devlet, faşizmden az ya da çok nasibini aldı.
Almanya ve İtalya, faşizmin öncüleri olarak, en üstün ırk olduklarını iddia ederek kendilerinden olmayanlara akla hayale gelmedik zulümleri reva gördüler.
Türkiye’de kurulan devletteki ‘İttihatçı kanadı’ boş durmadı ve milliyetçiliği ırka indirgedi; ‘En üstün ırk Türk’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘Türk olmayı en büyük şeref ve şan sayarız’, ‘Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!’ diyerek, Mimar Sinan dahil on binlerce insanın mezarları açılarak kafatası ölçümleri yapıldı.
Cumhuriyet Gazetesi, faşist
Sadece başlığa bakıp hüküm çıkaranlar oldu. Okuyucularımdan lehte-aleyhte epeyce e-mail aldım. Doğru anlayan ve hiç de layık olmadığım iltifatlarda bulunan sevgili okuyucularıma, kalbi muhabbetlerimle şükranlarımı sunarım.
İmdi; bakınız bendeniz o yazıya şöyle bir girişle başlamışım: ‘Genlerinde tek parti sultası yatan, kendi yaşam ve inanç ya da inançsızlıklarını halka dayatan, halka tepeden bakan, halkı ve halkın değerlerini horlayan; kısaca halka rağmen iş yapan bir zihniyet asla demokrat olamaz.’
Burada kast edilen zihniyet; CHP’li yöneticiler mi yoksa içinde milyonlarca CHP’liyi de kapsayan halk mı? Caminin içinde bile İslami usullere riayet eden, sayısız CHP’li vatandaşımız var.
Ayrıca; halkın kendisi, halka rağmen nasıl iş yapacak ki? Veya kendi yaşam biçimini halka nasıl dayatacak, dayatabilecek ki?
Örneğin; okumak isteyen kız çocuklarımızın başlarını zorla açtıran halk mıydı? Onlara, kendi yaşam biçimlerini dayatan ve bu uğurda çıkarılan yasaları bile Anayasa Mahkemesi’ne taşıyıp iptal ettiren, CHP’ye oy veren halk mıydı yoksa CHP’yi TBMM’de temsil edenler miydi?
Şu halde; demokrat olmayan, bir türlü olamayan zihniyet; CHP’yi idare edenlerden başkası olabilir mi?
Üstelik bu ifademiz, CHP’yi idare edenlerin tümünü de kapsamaz. Nitekim bendeniz TBMM’de iken, CHP’li onlarca kişiyle arkadaşlığımız vardı.
Bu cümleden yola çıkarak; yazımdaki şu ifademe dikkat buyurunuz: ‘
2. Dünya Savaşı’nı kesin bir zaferle sona erdiren ABD ayısının yatağına bir girdik, pir girdik!
Demokrasi ve maddi yardım vaadiyle, İsmet İnönü’yle kedi fare ile oynar gibi oynadılar. ABD’nin İnönü’ye dayatıp imzalattırdığı anlaşmalarla Türkiye, kelimenin tam anlamıyla ‘uydu’ devlet haline getirildi.
Böylece; sözde demokrasinin (vesayetle hastalıklı) gelip geçen tüm iktidarları, ABD’ye bağımlı kalmış; ufak bir şekilde de olsa aykırı davranan iktidarlar alaşağı edilmiş; idam dahil, hemen her çeşit cezaya çarptırılıp hizaya sokulmuşlardır.
Bu yüzden; Adnan Menderes ve arkadaşları darağacını boylamış, Süleyman Demirel altı kere gitmiş, yedi kere gelmiş, Bülent Ecevit’e (Türkiye’ye)
ambargo konulmuş, Necmettin Erbakan’a dünya dar edilip iktidardan uzaklaştırılmış, Recep Tayyip Erdoğan’a da darbe üstüne darbe yapılarak iktidardan düşürülmeye çalışılmıştır.
1940’lı yıllarda iliklenen ilk düğme yanlış olduğundan (ABD’nin isteği doğrultusunda anlaşmalar imzalandığından), ondan sonra iliklenen tüm düğmeler hep yanlış olmuştur.
ABD, Türkiye’nin yalnızca siyasetini teslim almadı; NATO ile askeriyesini, müfredatla Milli Eğitimini ve topyekûn ekonomisini güdümüne aldı.
Türkiye’ye biçilen kefen: İç siyasette; laiklik, komünizm gibi hayali tehlikeler oluşturulup halkın üzerine gidilerek (Bu yüzden, devlet baskısı ve zulmünden nasibini almayan hiçbir kesim olmamıştır); dış siyasette, başta komşular olmak üzere dış dünyayla irtibat kesilecek; eğitimde müfredatı ABD Büyükelçisi’nin başkanlığında ABD’li uzmanlar belirleyecek; ekonomide ise Türkiye, toplu iğne yapmaktan mahrum bırakılacaktı.
Bunların demokratlıkları da demokratik solculukları da medenilikleri de ilericilikleri de hep laftadır, göstermeliktir, su katılmamış ikiyüzlülüktür.
Bunlar, Müslüman mahallesinde salyangoz satmayı ilericilik, solculuk ve medenilik bilirler.
Bu millet büyük çoğunluğuyla Müslümandır ve asırlar boyunca İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Başka bir deyişle, bu milletin büyük çoğunluğunun ruhu İslam’dır.
Ruh, bedenden ayrılınca ölüm gerçekleşir. İşte, laikliği din düşmanlığı şeklinde anlayan bir kısım CHP’liler, bu milletin bedeninden ruhunu ayırmaya çalışmış ve onu, manasıyla ve tüm mukaddesatıyla ölüme terk etmiştir.
Tek başına, mutlak iktidar olduğu dönemde (tek parti ve o partinin il başkanları, aynı şehrin hem valisi ve hem de belediye başkanı); okullardan din dersleri kaldırılmış, halkın Kuran-ı kerim okuması yasaklanmış, ezanın asli lisanıyla okunması yasaklanmış, ahırlarda, izbelerde gizli Kuran-ı Kerim öğreten hocalar yakalanıp, ellerindeki Mushaflar yırtılıp atılmış ve kendileri kodese tıkılmıştır.
Öyle ki 1940’lı yılların sonuna gelindiğinde, cenazeleri İslami usulle defnedecek imam bulmakta zorluk çekilmiştir.
Aynı zihniyet, Avrupa’dan ithal edip Anayasa’ya koyduğu laikliği, Avrupa’nın tersine anlamış ve din düşmanlığı şeklinde tatbik etmiştir.
Türk Ceza Kanunu’na konan 163. Madde ile
Kılıçdaroğlu da, özellikle iktidar cenahındaki muhataplarına baktığında, onların aynasında kendisini görüyor ve sürekli içindeki ufuneti kusuyor.
Bu yüzden; onların, insanların haklarını gasp ettiklerini, hak etmeyen kişileri öğretmen olarak atadıklarını diline doluyor.
Bununla da yetinse iyi. İster gibi yaptığı randevunun cevabını beklemeden, emrivaki yapıp Milli Eğitim Bakanlığı’nın kapısına dayanıyor. Resmen baskın yapmak istiyor.
Orası ve diğer tüm devlet kurumları, yolgeçen hanı olmadığı için (ama o öyle sanıyor), içeri alınmıyor.
Herkesin rahatlıkla ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan girebildiği kapıdan, ana muhalefetin başı giremiyor. Yol ve yordam bilemediği için mi giremiyor? Yoksa biliyor da, inadına mı bu rezaleti işliyor?
CHP Lideri’nin bu eşkıya tavrı karşısında Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, insanlığını takınarak, devlet adamlığı ciddiyetiyle: ‘Bakanlığımızın kapıları herkese açık. Kamuoyunu yanlış yönlendirerek maksadını aşan, emrivaki şeklinde yapılacak görüşme talebini karşılamamız beklenmesin’ diyerek, ilgiliye haddini bildiriyor.
İnsanların haklarını gasp etmek ve kendi yandaşlarını devlet dairelerine doldurmak, CHP’nin genlerinde var. Var ki, şimdilerde devlete eleman alanlara da aynı gözle bakıyor. Muhatabını, kendisi gibi zannediyor.
Nitekim vaktiyle, CHP’li Adalet Bakanları