EĞER Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası bunu yapabiliyorsa, adının önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüce makamı olan Cumhurbaşkanlığı’nı taşıyan bir orkestranın bunu haydi haydi başarabiliyor olması lazım.
Borusan Holding tarafından gerçekleştirilen Konuk Şef projesinde, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nı iş dünyasının tanınmış bir ismi, 25 bin Euro bağış karşılığında yönetiyor. Bu proje kapsamında geçtiğimiz hafta Koç Holding Onursal Başkanı Rahmi Koç orkestranın şefliğini yaptı. Elde edilen gelir de, klasik müzik alanında yetenekli genç bir sanatçının yurtdışında eğitimine aktarıldı.
Peki, son yıllarda sanatsal faaliyetlerinden daha çok, çektiği salon sıkıntısı ve ekonomik imkansızlıklarla gündeme gelen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bunu yapamaz mı? Tabii ki yapabilir. Hem de çok kolay olur. Çünkü o, yaklaşık 200 yıllık tarihi olan, kendi alanında Türkiye’nin en prestijli kurumu. Ve bünyesinde ülkemizin yine kendi alanında en başarılı müzisyenlerini barındırıyor.
Bir özel şirketin himayesinde olan orkestrayı yönetmek için bağış yapan işadamlarımız, konu Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olunca herhalde sıraya girerler. Hele ki Abdullah Gül Cumhurbaşkanı iken. Özellikle de Abdullah Gül’ün hemşerisi Kayserili iş adamları bu konuda öncü olabilir.
İş adamlarımız Konuk Şef olarak CSO’yu yönetir. Elde edilecek gelir de bu orkestraya yakışır bir salon yapımında ve artık dökülmekte olan müzik aletlerinin yenilenmesinde kullanılabilir. Şimdi siz, "Yani koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’nın adını taşıyan orkestra, böyle bağışlarla mı, sponsor desteğiyle mi ayakta kalacak? Yok mu bu devletin bir salon yaptıracak parası?" diye sorabilirsiniz. Son derece de haklısınız. Ama herhalde olsaydı, CSO yıllardır bu sıkıntıları çekiyor olmazdı.
Parklar babanızın malı mı?
YAŞADIĞIM sinir bozukluğunu nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin yan kuruluşu Anfa, kendini bir belediye kuruluşu değil, Ankara’nın sahibi gibi mi görmeye başlıyor acaba?
Geçtiğimiz hafta, biraz sonbahar fotoğrafı çekmek için Ankara’daki parklarda bir tur atayım dedim. Demez olaydım. Parklarda asayişi sağlamak amacıyla neredeyse 10 metrede bir konuşlandırılmış, omuzlarında Anfa yazılı güvenlik elemanlarıyla birbirimize giriyorduk. Sebep, fotoğraf çekiyor olmam.
Evet, yanlış anlamadınız. Parklarda fotoğraf çekmemi engellediler. Önce Eryaman’daki Göksu, ardından da Dikmen Vadisi parklarında başıma aynı şey geldi. Elimde fotoğraf makinesi olduğunu gören güvenlik görevlileri hemen yanımda bittiler. "Kimsin, ne yapıyorsun, niye çekiyorsun" gibi soruların ardından da, "Fotoğraf çekemezsin. Önce Anfa’yı arayıp izin alman lazım. Gazeteciler kötü haberler yapıyorlar" gibi saçma sapan şeyler söylediler. Onları dikkate almayıp işimi yapmaya devam edince de 4-5 kişi olup etrafımı sardılar. Anfa’ya sormak istiyorum. Siz kimsiniz ve neye dayanarak bir gazetecinin kamuya açık bir alanda, bir şehir parkında fotoğraf çekmesini engelliyorsunuz? Parklar sizin özel mülkiyetinize mi ait yoksa vatandaşın mı? Ağaç, göl, fıskiye, kuş, böcek fotoğrafı çekmek için neden sizi arayıp izin almam gerekiyor? Neye göre izin veriyorsunuz? Çalıştığım kuruma göre mi? Yoksa izin vermeme gibi bir ihtimaliniz de mi var? Sokakta yürümek için ya da nefes almak için de sizi arayıp izim almamız gerekiyor mu? Kısacası, siz kendinizi ne zannediyorsunuz?
Biraz daha dikkat
GEÇTİĞİMİZ haftalarda Büklüm Sokak’ta, Akay Hastanesi, Dedeman Oteli ve civarında yaşanan keşmekeş ve sokakta cirit atan fahişelerden söz etmiştim. Polisin de hemen hemen her akşam hastanenin tam önünde, asayiş, trafik ve yunus ekipleriyle birlikte uygulama yaptığından bahsetmiştim. Meslektaşım Buket Güler ve arkadaşlarının, hafta sonu burada başına gelenler, sorunun çözümü için yapılan uygulamalarda ne kadar hassas davranılması gerektiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. İki genç kız, erkek arkadaşlarıyla Saklıkent’teki Emre Aydın konserinden çıkıp evlerine gitmek üzere arabalarına biniyorlar. Büklüm Sokak’a girdiklerinde hastanenin önünde polis ekipleri tarafından durduruluyorlar. Arabadan indiriliyorlar, kimliklerini veriyorlar ve GBT (Genel Bilgi Toplama) soruşturması için, uzunca bir süre sokağın ortasında bekletiliyorlar. Sokaktan onca araba geçmesine rağmen tek durdurulan kendi arabaları olunca oldukça da rahatsız oluyorlar. Tabii gecenin bu geç saatinde, zaten adı çıkmış bir yerde, iki genç kızın polis tarafından alıkonulması çevredekilerin de dikkatini çekiyor. İki genç kız, üzerlerinde, daha önce hiç hedef olmadıkları, meraklı gözlerin bakışlarını hissetmeye başlıyorlar. Rahatsızlıkları, bir değil, on kat daha artıyor. GBT sorgusu yapılırken en azından arabalarında oturmalarına izin verilse, belki bu bakışlara hedef olmayacaklar. Polis tabii ki görevini yapıyor. Bir şey demiyorum. Ama niyeyse aklıma da "Elmayla armudu karıştırmak" ya da "Vur deyince öldürmek" gibi deyimler geliyor.