Okur okumaz, duvardaki küçük yağlıboya tabloya kayıyor gözüm; Tülay’ın hediyesi tabloya...
Tam ne zaman hediye ettiğini hatırlamıyorum.
Seksenlerin başı olmalı. Parasız pulsuz olduğumuz kesin günlerden birinde ya Caddebostan’daki evde bizler için donattığı sofrada yediğimiz sohbeti bol bir akşam yemeğinden sonra kalkıp eve dönerken elimize tutuşturmuş ya da bize gelirken getirmiştir kim bilir...
Bunca yıl geçti hala Ahmet Oktay ile Tülay Tura’nın evinde yediğimiz o akşam yemeklerini unutamam.
Unutmam, çünkü saatlerce oturduğumuz o sofrada sadece Tülay’ın harika yemeklerini tatmaz, kendimizi tadına doyum olmaz bir sohbetin de içinde bulurduk. Sohbet genellikle edebiyat etrafında döner, fikirler kah paylaşılır kah tartışılır ama ses yükselmez, kimse kimsenin lafını kesmez, kesecekse de balla keserdi.
Ne çok şey öğrendim onlardan, anlatamam.
Kitabi bir bilgi değil burada sözünü ettiğim. Sözünü ettiğim hayat bilgisi. Verilmeyen ama öğrenilen, öğrenmenin yolunun da kimi insanlara rastlamaktan geçtiği bir ders.
Tülay Tura, hayatı boyunca öne çıkmaktan hoşlanmadı. Gazetelerde boy boy fotoğrafları yayınlanmadı. Resmini anlattığı uzun söyleşiler yapıp sanatı üzerine çetrefilli cümleler kurmadı.
O sadece resim yaptı.
51 yıl olmuş işte...
Dile kolay tam elli bir yıl. Resimle geçen koca bir ömür mü demeli, ömrünü yatırdığı resim mi bilemedim.
O bu serüveni şöyle anlatmış: Ben başından beri tuvale ve yağlıboyaya bağlı kaldım.Malzeme ve teknoloji ile fazla sorunum olmadı. Daha Amerika’dayken tanıştığım Pop ve Op Art gibi hareketlerle merak dışında ilgilenmedim. Tuval zemininde cam, kum gibi malzemelerden yararlanmak, bana, duyarlılığıma uzak geldi. Şiirin kelimelerle yapıldığı söylenir hep. Resim de böyledir benim için. Renk ve lekedir herşey. Ne düşünüyorsam, ne duyumsuyorsam ancak renkler ve lekeler aracılığıyla dile getirebilirim. Sözcüklerim onlardır. Resimlerimi ’anlatmak’ amacını gütmüyorum burada. Ben renkler ve lekeler aracılığıyla tekil ve özgül bir dünya kuruyorum. Daha doğrusu kaotik bir evren. Tuhaf gelebilir birçok kişiye. Akrilikle de anlaşamadım mesela. Bana boya gibi gelmedi. 50 yılın sonunda şöyle bağlayabilirim: Soyutla başladım, hala aynı yolda yürüyorum. Elimden gelen buydu.
İşte Tülay Tura Börtecene bu!
Galerinin Caddebostan şubesinde yeni çalışmaları, Nişantaşı şubesinde eski resimlerinden bir seçki sergileniyor.
Ne kendi ne resmi üzerine fazla konuşmayı sevmeyen çok iyi bir ressamın, kaotik evrenini görmek isteyenler kaçırmamalı derim.
Mayıs sonuna kadar açık.
Koca İstanbul iphone’a sığar mıİstanbul’u iphone’a sığdırdık diye bir mail alınca gel de merak etme...
İstanbul.com.tr’ciler gerçekten böyle bir iş yapıp girdisi çıktısıyla İstanbul dendi mi akla gelecek bin bir maddeyi, iphone’a sığdırmayı başarmışlar. Bir zamanlar benzer bir program için kafa yormuş bir arkadaşım olduğundan bunun kolay iş olmadığını biliyorum, o yüzden de gönülden helal olsun diyorum.
BENYAMİN SÖNMEZ KİMDİRBu arada sayfayı kurcalarken Benyamin Sönmez söyleşisine rastladım. Geçtiğimiz hafta Jacqueline du Pre’nin adı gazete sayfalarından inmedi ya hani, keşke biri de çıkıp viyolonselin Paganini’si denen Sönmez’den söz etseydi dedim kendi kendime. Hocaların hocası olarak kabul edilen Natalia Gutman’ın öğrencisi bu genç viyolonselisti, biraz daha yakından tanımak isteyenler mutlaka istanbul.com.tr’deki söyleşiyi okusun derim de başka şey demem. Benyamin Sönmez’in hikayesi insana dünyanın hayran olduğu bir sanatçı olmanın yolunun hangi koşullardan geçtiğini ve nasıl bir adanmışlık gerektirdiğini bir kez daha hatırlatıyor. Ve böyle bir yeteneğin bu topraklardan çıktığını bilmek insanı fena halde gururlandırıyor.
Anadolu’nun lezzet haritası
Gene bir mail. Bu kez Kaya Demirer’den. Yani Topaz lokantasının sahibinden. 2010 yılında Topaz ailesine katılan Mengen doğumlu ve hayatı başarılarla dolu şef Tevfik Alparslan’la birlikte bir karar aldıklarını ve bundan böyle Topaz mönüsünde yer alan bütün yemeklerde Anadolu’nun dört bir yanından temin edecekleri malzemeler kullanacaklarını bildiren bir mail. Bir de harita eklenmiş. Hangi bölgenin nesi meşhur, daha doğrusu hangi bölgeden ne tedarik edilecek mealinde bir harita. Bundan böyle Topaz’ın mutfağına; palamut İstanbul Ortaköy’den, fener balığı Çanakkale Babaeski’den, kuzu eti Balıkesir Gönen’den, kuşkonmaz gene Balıkesir’den, kabak çiçeği Antalya Serik’ten, enginer Bursa Gazipaşa’dan, frambuaz elbette Yaloava’dan, tekir Zonguldak Ereğli’den, kalkan Giresun’dan ve dülger ile karides Bodrum’dan gelecekmiş. Bu kaymak Afyon’dan gelmeyecek anlamında değil elbette. Anlaşılan mönü değiştikçe bölgeler de çeşitlenecek. Ya da Anadolu’yu turlarken rastladıkları bir ürün Tevfik Alparslan’a yeni bir yemek yaratmak için ilham verecek. Bizlere de afiyetle yemek düşecek.
Leyla Erbil Fransızca’da
Maillerden başladım maillerden gideyim. Bir mail de ONK ajanstan... Leyla Erbil üzerine yapılan 450 sayfalık doktora tezi haberi bu. Yrd. Doç. Dr. Elmas Şahin, Erbil’in eserlerini feminist bir okumayla incelemiş. 450 sayfa, dile kolay. Elmas Şahin’in çetin bir süreçten geçtiğini düşünüyorum. Bu arada mailde sözü edilen bir haber daha var ki, onun da nasıl zorlu bir iş olduğunun bire bir tanığıyım. Fransa’nın önde gelen yayınevlerinden Actes Sud’ün yayın programına aldığı ve 2010 yılı sonlarında yayınlanacak Karanlığın Günü’nü Leslie Anagnan tam bir yılda çevirdi. Yani bolca kan, ter, gözyaşı... Türk Edebiyatı’nın bu kendine özgü yazarını, onun çevirisiyle okuyacak Fransızlar, ne derseniz deyin şanslı. Çevirinin iyisi, eseri vezir kötüsü rezil eder ya, o hesap.
Kışkırtıcı ikili İstanbul’daBu kez bir davetiye maili.
Pierre ve Gilles’in, Galerist’te açacakları sergiye ait.
Adlarını görünce bir anda yirmi yıl öncesine gittim. Paris’teki avarelik günlerimden birinde tanışma fırsatı bulduğum bu yaban ikilinin gün gelip de dünya çapında sanatçılar olacağını, üstüne üstlük burada sergi açacaklarını rüyamda görsem inanmazdım. Pierre Commoy ve Gilles Blanchard, otuz yıldan uzun bir süredir birlikte yaşayan ve birlikte çalışan bir çift. Gilles ressam, Pierre ise fotoğrafçı. Biri fotoğraf çekiyor diğeri o fotoğrafa fırçasıyla müdahele ediyor, diye özetlenebilir yaptıkları. Benim tanıdığım yıllarda Paris’in küçük ama etkili bir çevresinde adları bilinir ve kışkırtıcılıkları pek bir önemsenirdi. Hayal meyal Hindistan’a gidip geldiklerini ve müzisyenlerle çalıştıklarını hatırlıyorum. Bir de bir arkadaşlarının evinin, içinde tek bir eşya olmayan salonunda düzenledikleri gösteri kalmış aklımda. Kibirli desem değil, burnu havada desem değil, mesafeli desem değil ama nevi şahıslarına münhasır oldukları kesin bu ikilinin ünlerinin ilerleyen yıllarda o küçük çevreden taşıp Paris’i tuttuğu da... Sanırım dünyanın önde gelen bütün şehirlerinde sergi açtılar. Şimdi sıra demek İstanbul’a gelmiş. İyi de etmiş. Bakalım bu ikiliyi İstanbullu sanatseverler nasıl karşılayacak? Eserlerini alıp duvarlarına mı asacak, zındıklar deyip dudak mı kıvıracak? Merak ediyorum, gerçekten.