Paylaş
Deprem ertesinde de böyle olmuştu. İstanbul dışında mahsur kalmıştım. Elektrik kesintisinden ötürü ne televizyon izleyebiliyor; kilitlenen telefonlardan ötürü ne oğluma ne de dostlara ulaşabiliyordum...
Nasıl bir çaresizlik duygusuydu Yarabbi; bir ara patlayacağımı sandım! Mecazi anlamda filan değil, haddinden fazla şişirilmiş balon gibi patlayacağımı. Un ufak olacağımı...
Sonra yavaş yavaş haberler gelmeye başladı, bir umut, bir umutsuzluk, bir ileri, bir geri iki gün daha geçti.
Toz bulutu sıyrılıp gerçek usuldan ortaya çıkmaya başladığında patlama duygusu yerini yakan bir acıya bıraktı. Sonra öfkeye, sonra isyana, sonra derin bir karamsarlığa.
O günlerde içime su serpen tek şey Türkiye’nin dört bir yanından depremzedelere yardım etmek için akın akın giden insanlardı. Yazı filan hak getire... Yazacak mecalim olmadığı gibi insanlar kan ağlarken, hayatın renginden, tadından söz eden yazılar yazmanın en hafif deyişle ayıp olacağını düşündüğümden.
Dün editörümün “Bu hafta bize ne yazacaksınız?” sorusu düştüğünde posta kutuma, aynı duygu çöktü içime. Ne yazılır ki? Nasıl hayatın renginden, tadından söz edilebilir ki deprem olurken? Adını kim nasıl isterse öyle koysun, deprem diyorum içinden geçtiğimiz bu günlere ben.
Geçen gece bir gözüm sosyal medyada, diğeri televizyonda evde tek başıma otururken gene haddinden fazla şişirilen balon gibi patlayacağımı düşündüm. Patlayıp un ufak olacağımı... Uzakta değil, yarım saatlik mesafede gençlere reva görülen şiddeti görüp felç olmak; elimin kolumun bağlı olması; kaygı, korku, çaresizlik duyguları birleşti; tıkandım ve höyküre höyküre ağlamaya başladım. Ağlayınca rahatlar insanlar denir ya, yalan! Ne gezer? Gene yakıcı bir acı, gene öfke, gene isyan, gene derin bir karamsarlık...
İçime su serpen tek şey gene deprem yerine akın akın giden insanlar... Gezi’yi mesken tutanlar...
O yüzden kusura kalmayın, orada gençler gaz yerlerken sade suya tirit bir yazı yazamayacağım. Zaten ne mecalim var yazacak...
Ne de yazmak yakışık alır!
Paylaş