REHA Muhtar, Sabah’taki köşesinde Fatih Terim’in Türkbükü’ndeki evini yazdı.
Evin bulunduğu ortama uyumsuzluğunu, Türkbükü’ndeki evlerin tümünün beyaz veya doğaya uygun renklerde boyanmış olmasına karşın Terim’in evinin kırmızı renginin sırıttığını ve Türkbükü’nde yaşayanların bundan duyduğu rahatsızlığı aktardı.
Terim’in evi kırmızı değil. Hafif taba veya kavuniçiye kaçan koyu sarı. Türkbükü sakinlerinin evden duyduğu rahatsızlık ise yeni değil. Terim, evini bundan 4 yıl kadar önce satın aldı.
Aslında Terim’in evi birbirinin aynı iki villadan biriydi. Her iki ev de, Türkbükü’nde doğayla uyumlu ne varsa altında imzası olan Mimar Emre Kunt tarafından yapılmış taş evlerdi.
Evlerden birini Akın Öngör, diğerini ise Fatih Terim satın aldı.
Öngör evin aslını hiç bozmadı. Terim ise evi dekore etmesi için İç Mimar Berna Bora ile anlaştı. Berna Bora evin içini yaparken, dışına da el attı. Güzelim taş evin dışını ahşap bir malzemeyle kapladı ve onu da koyu bir sarıya boyadı. Ev birdenbire ‘sırıtır’ hale geldi.
Evin mimarı olarak ‘telif hakkı’ sahibi olan Emre Kunt, yapılanın yanlış olduğunu bildirdi ve düzeltilmesini istedi.
Ancak Berna Bora oralı almadı.
Kunt bunun üzerine, binanın mimarı olmanın kendisine tanıdığı yasal hakla Berna Bora’yı eserini bozduğu gerekçesiyle dava etti.
Ardından araya Fatih Terim girdi ve binayı boyayacağını söyleyerek Kunt’u davayı geri çekmeye ikna etti. Terim ve Kunt, sarı ahşapların nefti bir yeşile boyanarak doğaya uyumlu hale getirilmesi konusunda anlaştılar.
Ancak Terim nedense binayı boyatmadı.
Yaz başında Terim’le yaptığım bir sohbette bu konudaki rahatsızlığı bir kez de ben aktardım.
O da eleştirileri haklı bulduğunu ve binanın çevresine birtakım sarıcı bitkiler diktiğini, birkaç ay içinde binanın görünmez hale geleceğini söyledi.
Ancak değişen bir şey olmadı. Hemen yanında Akın Öngör’e ait olan ve orijinal hali bozulmayan ev, doğanın içinde kaybolup varlığı bile belli olmazken, Terim’in evi sarı boyasıyla Türkbükü’nde sırıtmaya devam etti. Ve öyle anlaşılıyor ki, sırıtmaya da devam edecek.
Afrika’da NGO soygunu
LIVE 8 konserlerini izleyince Afrika için içim sızladı. Geçen kış Başbakan’la birlikte gittiğim ‘aç, yoksul ve hasta’ Afrika’da NGO rezaletine tanık oldum. Korkum, bu gibi organizasyonlardan elde edilen gelirlerin, bu rezaletin sürmesine katkı sağlayacak olması. Afrika’ya yardım için gelen NGO’lar, yani sivil toplum kuruluşları, aslında Afrika’ya değil, kendilerine yardım ediyorlar.
Çünkü bunların içinde işe yarayanı yok denecek kadar az. Bazıları ‘non governmental’ adı altında faaliyet gösterseler de, aslında ülkelerinin gizli servislerinin ve gizli amaçlarının kontrolünde çalışıyorlar. Bazıları ise Avrupalı işsiz güçsüz takımının ‘ekmek kapısı’.
Etiyopya’ya da yerel yetkililerden edindiğim bilgilere göre, NGO’lar birer KİT’e dönüşmüş.
Topladıkları paranın büyük bölümünü yardım amacıyla gittikleri ülkeye değil, kendi organizasyonlarına harcıyorlar.
Çok sayıda çalışanları var ve bunların büyük bölümü Avrupalı. Çalışan sözde gönüllüler, birkaç bin dolar seviyesinde maaş alıyorlar. İdari giderleri çok yüksek.
Bütçelerinin yaklaşık yüzde 70’i, kendi içlerinde maaşlar ve idari giderlerde eriyor.
Geri kalan yüzde otuzu, yardım edilen ülkeye aktarılıyor. Ancak orada da sorun var. Çok yüksek maliyetli iş yapıyorlar. Yerel imkánlarla 10 liraya yapılacak işi, NGO’lar 100 liraya mal ediyorlar.
Basit, yerel çözümler yerine faydası sınırlı Avrupai çözümler üretmeye çalışıyorlar; ancak kültürel farklılıklar nedeniyle bu çözümleri hayata geçiremiyor ve çok zaman kaybediyorlar.
Ve giderek sömürü düzeninin bir parçası haline geliyorlar.
Afrikalı yerel yöneticiler, NGO’lardan memnun değil, hatta şikáyetçi; ancak seslerini çıkaramıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın Özal’dan esinlenerek söylediği gibi NGO’lar, Afrika’ya balık tutmayı öğretmiyor, balık veriyorlar.
Bu arada büyük balığı da kendileri yiyorlar.
Özel üniversitelerde türban yeni öneri değil
BAŞBAKAN’ın, ABD yolunda genel yayın yönetmenlerine üniversitelerdeki türban sorunuyla ilgili olarak getirdiği bir öneri vardı. ‘Özel üniversiteler veya vakıf üniversiteleri, türbanlı öğrencilere kapısını açabilir.’ Bu fikir aslında yeni değil.
Tam bir yıllık.
2004 yılının temmuz ayında, yani tam bir yıl önce Başbakan Erdoğan’la Beylerbeyi Sarayı’nda yaptığımız bir Teke Tek röportajı sırasında bu öneriyi ben getirdim. Devlet üniversitelerinin kurallar nedeniyle türbanlı öğrencilere kapı açmamasının geçerli yasal nedenleri olabilir.
Deniz Baykal’ın, ‘Bizi okuttunuz, şimdi niye iş vermiyorsunuz’ diyerek, türbanlılara kamuda çalışmanın yolunu açma konusunda devlet üniversitelerinin kullanıldığı tezi doğrudur.
Ancak türbanlıların ya da başı kapalıların özel sektörde çalışmalarının önünde bir engel yok.
Bu durumda özel üniversitelerde okumalarının önündeki engel de kaldırılabilir diye düşünmüş ve bu öneriyi getirmiştim.
Başbakan Erdoğan da o gün, ‘Böyle bir çözüm düşünülebilir’ demişti.
Anlaşılan aradan geçen bir yıl içinde Başbakan Erdoğan bu çözümü içine sindirmiş ve genel yayın yönetmenlerine aktarmış.
Ancak burada da dikkatli olmakta fayda var.
‘Bazı’ tarikat bağlantılı vakıf üniversitelerinin türbanı özendirir bir tavır almasını, türban takmanın burslarla özendirilmesini engellemek gerek. Tabii bundan bir adım sonra, kız ve erkek öğrencilerin ‘harem-selamlık’ ayrı dersliklerde okutulmasını da...
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Mimarlığın doğaya ve çevreye karşı koyma değil, saygı duyma mesleği olduğunu unutmadığımız zaman.