26 Aralık 2010
Park Caddesi’ndeki restoranlara alkol baskını ve polisin çocuklu ailelere layık gördüğü muamele gündemdeki yerini koruyor. Aslında yaşananlar yeni bir olgu değil. Uzun zamandan beri devam ediyordu. Ankara Emniyeti’nin bu haksız davranışı, Ankara Barosu Başkanı Avukat Metin Feyzioğlu tesadüfen orada olmasa gündeme bile gelmeyecek, baskılar devam edecekti. Zira herkes gibi tüm basının atladığı bir durum vardı ki, o da bu baskı ve baskınların son bir yıldır süregeldiği.
Son olarak 1 Kasım 2009 tarihli köşe yazımda konuyu gündeme taşımıştım. O zaman ki Ankara Emniyet Müdürü Orhan Özdemir’in kimi icraatlarını eleştirirken restoranlara polis baskısına da değinmiştim. Gerçi o yazıdan birkaç ay sonra kendisi görevden alındı ve bir soruşturmadan dolayı cezaevine bile yollandı ama bu konudan dolayı üzerine hiç gidilmedi. İşte o tarihte yazdığım yazının baskınlarla ilgili bölümünü özetleyerek tekrar veriyorum. Okuyunca müdahalelerin aslında bir yıl önce başladığını göreceksiniz. Konu şimdiki Emniyet Müdürü’nün anlattığı gibi birkaç işgüzar polisin münferit davranışı değil, göz göre göre alkollü işletmelere yapılan baskı zincirinin bir halkası. Buyurun bir yıl önceki yazımın özetine:
“Son zamanlarda dikkat ediyorum, Filistin Caddesi, Park Caddesi, Bahçelievler 7. Cadde gibi yeme, içme ve eğlence mekânlarının çok olduğu yerlere sürekli polis baskını yapılıyor. Kafe ve restoranlar başta olmak üzere tüm işletmeler polis tarafından didik didik aranıyor, müşterileri kimlik kontrolüne tabi tutuluyor. Ben aramalara, kontrollere karşı değilim ama bu denetimler sadece belli bölgelerde göz çıkarırcasına ve sık sık yapılınca, “Acaba çağdaş yüzleriyle popüler caddeler bazılarını rahatsız mı ediyor?” diye altında başka şeyler aramaya başladım.
Bitmedi, bir konu daha var. Pasta, çörek gibi ürünleri de mönüsünde bulunduran kafelerde oturan 18 yaş altındaki gençler toplanıp, karakola götürülüyor ve aileleri gelince de serbest bırakılıyor. Neymiş efendim, bu mekânlarda içki satışı da yapılıyormuş. O zaman hiçbir alışveriş merkezine, marketlere 18 yaşından küçük çocuklar alınmasın. Zira reyonlarında un, pirinç, zeytinyağı gibi her çeşit gıda ürünün yanında içki ve sigara gibi zararlı maddelerde var.”
BU YAŞAM TARZINA MÜDAHALE DEĞİL DE NE?
Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere baskı ve baskınlar bir yıldır sürüyor. Son eylemin öncekilerden tek farkı ise olaya önce Ankara Barosu Başkanı’nın, sonra da medyanın müdahale etmesi... Şimdi bu satırlardan yanlış anlam çıkaranlar da olacaktır. Hatta çocukların alkol içmesini savunduğumu zanneden kıt zekâlılar da... Elbette ki çocuklarımızı zararlı içeceklerden koruyalım ama Ankara Emniyeti’nin izlediği yoldan değil. Yapılması gereken, birkaç sivil elemanla mekanları gezmek, göz ucuyla bakmak ve çocuklara alkol servisi yapılıyorsa kimliğini gösterip, gerekli işlemi yapmak. Sözün özü, amaç üzüm yemek değil, bağcı dövmek olunca yapılan bu operasyonlar da yaşam tarzına müdahalenin ta kendisi oluyor.
KÖŞK’TEKİ ÖNEMLİ BİR AYRINTI MEDYAYA YANSIMADI
Kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Hanım’ın ev sahipliği yaptığı ödül töreni için Çankaya Köşkü’ndeydik. Tören, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ne bu yıl layık görülen tarihçi Cemal Kafadar, ressam Ergin İnan ve İstanbul Modern adına Oya Eczacıbaşı şerefineydi. Sabah saat 10;30’da başlayıp, öğlen saatlerine kadar süren törende bir ayrıntı dikkatimi çekti ki günlerce beklememe rağmen medyaya bir türlü yansımadı. İşte o ayrıntı.
Ödül töreni kısa bir tanıtım filmiyle başladı ve konuşmalar, plaket takdimi derken resepsiyonla devam etti. Dikkat ettim, bu ödülün tarihçesini anlatan tanıtım filminin içeriğinde ve kürsüden yapılan konuşmalarda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den önceki dönemden hiç bahsedilmedi. Sanki ödül takdimi Gül’ün göreve başladığı 2007 yılıyla başlamış gibiydi.
Oysaki 20 Ocak 1995 yılında, yani iki dönem önceki Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görevde olduğu süreçte tescillenen yönetmelik, 2005 yılında yani bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde yaşam şansı bulmuştu. Yani ödüller, 2005 yılında Sezer tarafından verilmeye başlanmıştı. Ancak tanıtım filminde ne önceki Cumhurbaşkanlarının adı telaffuz edildi, ne de o dönemde ödül alanların görüntüleri perdeye yansıdı. Varsa yoksa 2008-2009 ve 2010 yıllarının görüntüleri ve bilgileri tanıtım filminde gösterildi. Halbuki tanıtım filmindeki şu cümle herkesin dikkatini çekmişti. “Geleneği geleceğe taşımak için bu ödüller veriliyor.”
KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN
Dahası, bu yılki ödülü alanlardan biri olan dünyaca ünlü tarihçimiz Cemal Kafadar yaptığı konuşmada, “Tarihe sahip çıkmanın” önemini anlatmış ve biz yokken var olan insanlardan bahsetmişti. Zaten ödül almasına zemin hazırlayan çalışmalarından biri olan ve çok sayıda yabancı dile çevrilen kitabının ismi de konuya çok uygundu. “Kim var imiş biz burada yoğ iken”
Devlette devamlılık esas olduğuna göre eminim ki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir dahaki yıl verilecek ödüllerde bu hatayı telafi ettirecektir. Bu arada bir hatırlatma daha yapayım, 20 Ocak 1995’de yasalaşan Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri yönetmeliğinde sonu “0” ve “5” ile biten yıllarda, yani beş yılda bir ödül verilmesi gerektiği yazıyordu. Sezer’in Cumhurbaşkanlığı süresince bir tek 2005 yılında ödül vermesi bu sebepten.
GÖKÇEK KALIP DA UZMANLARI BİR DİNLESEYDİ!
Yaklaşık iki hafta önce Ankara, yaklaşık 100 kanaat önderinin katılımıyla 3.Turizm ve Tanıtım Konseyi’nin toplantısına ev sahipliği yaptı. Türk turizmiyle beraber Ankara turizmi de ele alındı ki telaffuz edilen rakamlarla Başkent, yılda 330 bin kadar yabancı konuğu ağırlıyormuş. Bu arada 330 bin sayısı sizi yanıltmasın, diplomatlar, hükümetle işi olan yabancılar da bu sayıya dahil. Yani ahım şahım bir turist akını yok.
Başta Ankara Valisi Alaaddin Yüksel olmak üzere birçok katılımcı yeterli olmayan bu sayıyı arttırmak için sıkı bir beyin fırtınası yaptı ki bu çalışmayı alkışlamak lazım. Keşke belediye başkanı Melih Gökçek’te açılış töreni için 15 dakikalığına katılacağına daha uzun süre kalıp, uzmanların önerisini dinleseydi de, yanlışlarını bir bir anlasaydı. Benim esas bahsetmek istediğim konuysa farklı.
10 MİLYON HEDEFİ SÖZDE KALDI
Biliyorsunuz İstanbul, Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Pecs şehriyle birlikte 2010 yılı Avrupa Birliği Kültür Başkenti seçilmişti. Hazırlıklar yapıldı ve İstanbul’un kültür başkenti seçildiği açıklandığında bakanlık ve turizmciler, 2010 yılı için 10 milyon turist hedefi koydu. Ancak hedefin tutturulabilmesi için çalışmalar da yapmak gerekiyordu. Bunun için bir ajans kuruldu, projeler üretildi. 2010 yılına gelindiğinde İstanbul, Avrupa kültür başkenti oldu olmasına ama ilginçtir İstanbul’a gelen yabancı turist artacağına tam tersi azaldı. Ayrıca gelen yabancıların kişi başı bıraktığı döviz harcamaları da önceki yılların gerisinde kaldı. Siz bakmayın o gazete ve televizyon reklamlarına, birazdan vereceğim rakamlarla işin gerçeğini öğreneceksiniz. Üstelik bu rakamlar da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sitesinde yayınlanan resmi rakamlar.
HEDEFLER FOS ÇIKTI
2009’un ilk 10 ayında İstanbul’a 6 milyon 370 bin yabancı turist gelirken, Avrupa’nın kültür başkenti olan İstanbul’a bu yıl aynı dönemde 5 milyon 971 bin yabancı turist geldi. Üstelik Türkiye’ye gelen yabancı turist sayısı bu yıl yüzde 6,4 dolayında artarken, İstanbul’a gelen yabancı turist sayısının yüzde 6,2 geriledi. Ayrıca İstanbul’a gelen yabancı turistin yapısında da bir değişim gözlendi. Zengin batılı turist yerine orta gelir grubundan Orta Doğu’lu turist girişi başladı.
Bu yıl Hollanda’dan gelenlerin sayısı yüzde 22, Almanya’dan gelenlerin sayısı yüzde 18, İngiltere’den gelenlerin sayısı yüzde 15, Fransa’dan gelenlerin sayısı yüzde 10, İspanya’dan gelenlerin sayısı yüzde 9 azaldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı verilerine göre yabancı turistlerin Türkiye’deki ortalama harcamaları, 2004 yılında 705 dolar iken 2007 yılında 608 dolara, bu yıl ise 572 dolara geriledi.
ÜÇ KENTİN KARŞILAŞTIRMASINDAKİ ACI TABLO
Gelelim bizimle beraber Kültür Başkenti seçilen Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nin temsilcisi Essen ile Macaristan’ın Pecs kentlerindeki duruma. “Kültürle değişim, değişimle kültür” sloganıyla yola çıkan Essen, aslında tek başına kültür başkenti değil. Kendisinin de içinde bulunduğu 53 şehirden oluşan Ruhr havzası, bu sıfatın asıl sahibi. Essen’de tablo bir hayli parlak görünüyor. 2010 yılının 10 aylık döneminde yurt dışından gelen turistlerin oranı geçen yıla oranla yüzde 18,1 oranında artarken bölgenin adına kültür başkenti unvanını taşıyan Essen ise turist sayısında yüzde 31,7’lik bir artış gösterdi. 153 bin kişinin yaşadığı Pecs ise 450’den fazla kültürel etkinliği ile 600 bin kişilik turist hedefini çoktan aşmış durumda.
Daha acısı Almanlar 65 milyon Euro’luk bir bütçeyle hem turist çekip, hem de Ruhr bölgesine yüzlerce eser kazandırırken, biz 190 milyon Euro’luk bütçeyle ancak Topkapı Sarayı ile bir kaç ufak tarihi kalıntıyı onarabildik. Üstelik bir yıl önceki turist sayısının ve gelirinin daha azıyla yetinerek.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2010
Geçen hafta köşeme taşıdığım konu herkesin ilgisini çekmiş olacak ki üzerine çok şeyler yazıldı ve söylendi. Elektronik posta, telefon gibi iletişim araçlarından gelen bilgiler bir tarafa, yüz yüze görüşmelerin ardı arkası kesilmedi. Öncelikle bu yazımı okuma fırsatı bulamayanlar için kısa bir hatırlatma yapayım. Yılbaşına çok az bir süre kala belediyeden destek alamayan Tunalı Hilmi, Kızılay, Bahçelievler 4. Cadde gibi ana arterlerde dükkânı olan esnaf, vitrinleriyle beraber yoldaki ağaçları, direkleri süsleyerek bulundukları caddeye hayat vermeye çalıştılar. Amaçları ise insanların sokağa çıkmasını sağlayıp, motive olmalarına yardımcı olmak, bu sayede de ticari yaşamı canlandırmaktı. Ancak Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin elemanları bu girişimlere müdahale etti ve dükkan dükkan gezip esnafa süsleri sökmesini, yoksa üç gün sonra kendilerinin toplayacağını söyledi.
Gelelim bu yazımdan sonraki gelişmelere... Köşemin, gazetede ve dünyaya servis yapan Hürriyet İnternet sayfasında okunmasından sonra Gökçek ve ekibi büyük eleştiri aldı. Üstelik eleştiri yapanlar arasında Ak Parti’liler de vardı. Yaşam tarzına müdahale olarak algılanan bu girişim tepkiyle karşılandı. Peki, bu gelişmeler karşısında Melih Gökçek ve ekibi ne yaptı? İşte işin o tarafı tam bir komediye dönüştü. Dahası tepki gören Gökçek’in işin içinden sıyrılma çabaları başladı.
GÖKÇEK’İN TEHDİDİNE TRAJİKOMİK SAVUNMA
Cadde ve sokaklarda hiçbir süsleme yapmayan, hadi onu bir kenara bırakın direklerdeki patlamış ampulleri bile değiştirmeyen Gökçek ve adamları esnafa baskıda bulunmadıklarını, bu baskıyı tanımadıkları işgüzar bir kadının yaptığını söyledi. Sözüm ona da mağaza mağaza gezinen ve belediyenin adını kullanarak esnafı tehdit eden bu kadını aradıklarını vurguladılar. İşin daha trajikomik yanı ise Gökçek’in bu savunmasına bazı yayın organları sütunlarında yer vererek okuyucusuna ulaştırdılar.
Onun bu garip açıklamasına ilk etapta gülüp, geçeyim dedim ama esnaf da dahil hepimizi aptal yerine koyan bu sözlere inananlar çıkabilir diye cevap yazısını hazırladım. Sizce, her dakika belediye elemanlarıyla haşır neşir olan esnaf, yoldan geçerken tehdit savuran bir kadına kulak asacak kadar saf mı? Bu sav inandırıcı geliyor mu? En iyisi soruları bir kenara bırakıp, doğruları kısaca özetleyeyim.
KAMERA KAYITLARI HER ŞEYİ ANLATIYOR
Esnafın daha önceki denetimlerden iyi tanıdığı sivil giyimli üç belediye çalışanı dükkan dükkan gezip, süslerin sökülmesi talebini dile getiriyor. Sökmezlerse de kendilerinin üç gün sonra kaldıracağı tehdidini savuruyor. Aynı tarz konuşmaları süsleri dışa taşan her mağaza sahibine yineliyorlar. Ben nereden mi biliyorum? Çok basit... Bu bilgilere Gökçek yönetimindeki Büyükşehir elemanları ile onun komik savunmasına yer veren basın mensupları rahatlıkla ulaşabilir.
Bunun için 10 Aralık 2010 günkü caddelere yerleştirilen MOBESE kamera kayıtlarına, ya da birçok mağazada bulunan güvenlik kamerası kayıtlarına bakabilirler. O zaman da sökme talimatının kimliği belirsiz bir kadından mı, yoksa üç belediye mensubundan mı geldiğini öğrenirler. Eğer kayıtları bulamıyorlarsa da bana başvursunlar, üç belediye mensubunun kameraya takılan görüntülerini kendilerine sunarım. O görüntüleri neden yayınlamadığımı soracak olursanız da, kayıtların sahibi esnaf ile “emir kulu” belediyecilerin deşifre olmalarına gönlüm razı olmadı. Ancak yalanlar silsilesi sürerse ve iş mahkemeye intikal ederse delil olarak bende hazır.
YAKAMIZI BIRAK DA ŞEHRİN KEYFİNİ ÇIKARALIM
Kıssadan hisse içi boş savunmalar yapmayın, sonra rezil olursunuz. Zaten bir vatandaş olarak amacım bağcı dövmek değil, üzüm yemek. Ankaralılar adına amacıma ulaştım. Şimdi ortada ne süsleri söktürmek isteyen bir belediye başkanı var, ne de baskı yapan bir Büyükşehir Belediyesi elamanı. Şimdilerde vatandaşlar gönül rahatlığıyla esnafın mütevazı bütçesiyle hazırladığı o ışık selinin içinde gezinip, keyif alıyor. Hem ticari yaşam canlanıyor, hem de bozkırın göbeğindeki Ankara’ya renk geliyor.
Tekrar ediyorum ben ne yılbaşına dini bir misyon yükleyenlerdenim, ne de Noel Baba’nın yolunu gözleyen saftirik. Sadece takvim yapraklarına bakıp, eskiye “Hoşça kal”, yeniye “Hoş geldin” diyenlerdenim. Süslemelerin yapıldığı yeni yıl hazırlıklarını da tıpkı Anneler Günü, ya da Babalar Günü gibi ticari bir girişim olarak algılıyorum. Bu sayede de renklenen ve ticari hacmi artan şehrin keyfini çıkarmaya çalışıyorum.
Bu arada CHP Grup Başkan Vekili Yaşar Çatak, yeni yılın yaklaşması nedeniyle Ankara’nın süslenmesi için önerge vermişti. Önergede “Aydınlatma işlemleri artık bütün dünyada, medeniyetin ölçüsü olarak kabul ediliyor. Şehirlere yapılan özel aydınlatmalar, şehirlerin ekonomik ve turistik değerini artırıyor, şehrin dünya çapındaki tanıtımına büyük katkı sağlıyor. Bu aydınlatmaların üstün kamu yararı sağladığı bir gerçek” diyen Çatak’ın istekleri meclis tarafından kabul edildi.
ŞANGHAY’DAN ÇEVİR GAZI YANMASIN!
Buna göre, belediye, Ankara’daki meydan, ana cadde, bulvar, sokaklar, iş yaşamı ve alışverişin yoğun olduğu yerleri ışıklandıracak ve süsleyecek. Vatandaşlar da, yılbaşı nedeniyle kendi olanakları ile işyerlerini ve işyerlerinin önünü aydınlatıp, süsleyebilecek. Yani olması gereken geç de olsa kabul edildi. Buradan Gökçek’e pay çıkarmak için de bir gönderme de yapılmış. Gökçek, bir süre önce yaptığı Çin ziyaretinde, Şanghay’ın ışıklı görkemine hayran kalarak, Ankara için de benzer planları olduğunu söylemişti ya, o görüşü yılbaşına uyduruldu. Şanghay’dan dönmesinin üzerinden çok süre geçmesine, yılbaşına ise sayılı günler kalmasına rağmen bu gönderme bana komik geldi. Bunu yapmak için illallahla tepki mi çekmesi gerekiyordu! Meclis olması gerekeni yapmış.
BURNUNUN DİBİNDEKİNİ GÖRSE BEKLENTİMİZİ ANLAYACAK
Bir de Kızılay başta olmak üzere kendisine ait merkezlerde ticari yaşamın canlanması için bol bol konuşan ama yılbaşı hazırlıkları konusunda dahi hiçbir şey yapmayan CHP’li Çankaya Belediyesi’ni eleştirmiştim. Başkan Bülent Tanık’ın İstanbul’da ki Şişli, Kadıköy gibi çağdaş belediye anlayışlarını görmesi için uzun bir seyahate çıkmasına gerek yok. Burnunun dibindeki Yenimahalle Belediyesi’nin sınırlarından girip, şöyle bir dolaşsa ne demek istediğimizi anlayacak. Hangi partiden seçildiği önemli değil ama CHP’li Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar’ın icraatları her kesim tarafından çok beğeniliyor. “Akıllı Kart” gibi projelerle gurur kırmadan fakir fukaraya yardım da ediyor, güneş enerjisinden faydalanarak parkları, yolları da aydınlatıyor, belediye kasasına dayanmadan işsizliğe ve sağlık sorunlarına çare de buluyor. Kısacası iyi bir belediyeciliğin nasıl yapılabileceğini dosta düşmana gösteriyor.
ESNAF DA MEMNUN FAKİR FUKARA DA
Hiçbir Cuma namazını kaçırmayan Fethi Yaşar, esnafa ve bölgesinde yaşayanlara canlılık getirmek için yılbaşı süslemeleri yaparken Yenimahalle’yi çekim merkezi haline dönüştürmüş. Bunu yaparken de öyle büyük paralar filan harcamamış. Yolu düşenleri Yenimahalle’nin Cadde ve sokaklarında dolaşmaya davet ediyorum. Parklar da dahil her yer o kadar ışıl ışıl ki, insanın eve giresi gelmiyor. İnanın, boğazından bir lokma geçsin diye çırpınan o fakir fukara da ışık selinin altında çok mutlu. İnsan açlığını kasvetin hakim olduğu karanlıklarda mı daha çok hisseder, yoksa görsel şölene dönüşen ışıkların altında mı? O ışıklar aynı zaman da bir umut ışığı gibi değil midir? Zaten esnafın yüzü de gülmüş durumda. Restoranlar, kafeler, pastaneler, giyim mağazaları her zamankinden daha fazla müşteri çekiyorlar.
Helal olsun Fethi Yaşar’a ve ekibine. Yerleşimin kalkınması ve yaşanır hale gelmesi böyle olur.
HİLTON’A VE PEKKAN’A ALKIŞ TUTMAK LAZIM
Bir de yeni yıl hazırlıklarını dini yönden yorumlayanlar için örneğim olacak. Kolej Kavşağı’ndaki Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait tarihi binayı bilmeyeniniz yoktur. Uzun yıllar kurumsal hizmet veren bu bina kaderine terk edilmiş, ardından da 39 yıllığına özel sektöre kiraya verilmişti. Dokuz bin metrekarelik kapalı alana sahip bina, baştan aşağı yenilendi, 430 yatak kapasiteli, kongre ve toplantı salonları olan bir otele dönüştü. Türk turizminin duayenlerinden Tarık Pekkan’a ait otelin işletmeciliğini ise dünyaca ünlü Hilton zinciri yapıyor. Adı ise Hilton Double Tree
Ülkemize Belek’teki Asteria Tatil Köyü gibi birçok tesis kazandıran Pekkan, iki dönem de Belek Turizm Yatırımcıları Birliği’nin başkanlığını üstlenmişti. Onun zamanında Belek’ de üç dinin bir araya geldiği “Dinler merkezi” hayata geçmişti. Cami, Kilise ve Havra’dan oluşan kompleksin dinlere saygı açısından ülkemize çok şeyler kazandırdığı yadsınamaz bir gerçek. Pekkan’ın ülke turizmine katkıları bir tarafa yeni yıla yönelik düşünceleri de açtığı Hilton Otel’de kendini gösterdi. Şehrin en eski yerleşimlerinden biri olan Kurtuluş semtindeki otelini rengarenk ışıklarla donatması hem bölgeye canlılık getirdi, hem de motivasyon... Onun için Hilton’a ve Tarık Pekkan’a ayrı bir parantez açmak istedim.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2010
Geçen hafta köşemde Ahmet Hattat’a ait Gaziosmanpaşa semtindeki otelin geçmişini ve geleceğini yazdım ya, günlerdir elektronik postaların, telefonla aramaların ve yüz yüze görüşmelerin sonu gelmedi. Kimi, merak ettikleri bu binanın hikâyesini köşemden okudukları için teşekkür etti, kimi eklentilerde bulundu, kimi de eleştirel bir yaklaşımla inşaatın çevresine verdiği zararları aktardı. Otel binasının çevresindeki yerleşimlerde oturan komşuları da bir hayli sıkıntılıydı... Mezbeleliğe dönüşen inşaattan dolayı doğru dürüst bir kaldırımları bile olmadığını, tepesindeki vinç ile camların bakımsızlıktan dolayı tepelerine düşme korkusuyla yaşadıklarını, fare ve böcek istilasından bizar olduklarını filan anlattılar. ‘Çare ne?’ diye sorduğum zaman ise sadece yetkililerin konuya el atmasını istediler. Halbuki otel binası için yıkım kararı alınamayacağına göre biran önce bitmesiyle semtle beraber kendi mülklerinin de değer kazanacağından bahseden hiç olmadı.
Bu hafta gelmek istediğim konu ise Hattat oteli değil, yapımı yılan hikayesine dönen başka otel yatırımları... İki büyük otel yatırımı daha var ki biri yaklaşık 26, diğeri 30 yıldır kaderine terk edilmiş durumda şehrin siluetini bozuyor. Eminim birçok Ankaralı savaştan çıkmışçasına metruk duran bu yatırımların da hikâyesini merak ediyordur. İşte bu hafta da onların hikayesini ve kısa zamanda yapımı biten, Ankara’nın gururu olmaya aday otellerin öyküsünü aktaracağım.
DEVLET ELİNDEKİLERİ SATTI ATA YADİGARINI KENARA ATTI
Türkiye’de beş yıldızlı turizmin miladı 1955 yılında, İstanbul’da Hilton Oteli’nin açılışı olarak kabul edilebilir. Ülkemizde 1963 yılında Turizm Bakanlığı’nın kurulmasından sonra, sektörle ilgili kurallar oluşmaya başladı ve ilk kez 1965 yılında işlerlik kazandı. Devletin öncülük etmesiyle iki firma oluşturuldu. Bunlardan biri Emekli Turistik Tesisleriydi ki, şehir otelciliğinde söz sahibi oldu; diğeri ise tatil otelciliğine yönelen Turban.
1980’li yıllara gelindiğinde Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporu, devlete otellerini sattırmayı ya da elden çıkarmayı sağladı. Önce, özel sektörün işlettiği İstanbul Hilton Otel satıldı, sonra da diğerleri. İstanbul’daki Tarabya ile Maçka, Ankara’daki Marmara, Stat ve Büyük Ankara, İzmir’deki Büyük Efes ve nihayetinde Bursa’daki Çelik Palas özel sektöre devredildi. İçlerinden biri hariç diğerleri, yeni sahiplerinin elinde tekrar Türk turizmine kazandırıldı. O ise kaderine terk edildi.
Gelelim onun hazin öyküsüne... Atatürk Orman Çiftliği bünyesinde bulunan Marmara Otel, 1984 yılında Emekli Sandığı’nın elinden alınıp işadamı ve Fenerbahçe Spor Kulübü eski Başkanı Tahsin Kaya’ya verildi. Bilenler iyi hatırlayacaktır, bu otel Başkentin sosyal yaşamında önemli duraklardan biriydi. Odalarında konaklayan ünlüler bir kenara, lobisi ve salonları buluşma noktası gibiydi. O enfes manzaranın karşısında düzenlenen beş çayları, balo salonunda yapılan görkemli düğün ve davetler dilden dile dolaşırdı. Zaten Marmara Otel de davet vermek bir ayrıcalıktı.
YILLARCA NE ÖDEDİ NE DE ÇİVİ ÇAKTI
Tahsin Kaya, 49 yıllığına kiraladığı buram buram tarih kokan bu oteli yenileyip, turizmin hizmetine açacaktı. Ancak, aradan 26 yıl geçmesine rağmen, neredeyse hiçbir şey yapılmadı ve o canım otel binası mezbelelik gibi kaldı. Üstelik komik bir bedele; neredeyse orta halli bir apartman dairesinin kirasına elden çıkarılmışken... Üstelik Kaya, o kirayı bile yıllarca ödemedi. Sonuçta AOÇ yönetimi mahkemeye verdi ve kısa bir süre önce 2,5 milyon liralık birikmiş kira gelirine dava sonucu kavuştu.
Gelelim bundan sonrasına. Projeye ve imara aykırı olarak oteli 1,5 kat büyütmek isteyen Tahsin Kaya, Yenimahalle Belediyesi’yle mahkemelik ve binaya tek bir çivi bile çakılmıyor. Yıllardan beri karara bağlanamayan dava nedeniyle de, ne devlet malını geri alabiliyor, ne de yatırımcı bitirmek için gayret gösteriyor. O metruk görünüm de yanından geçen herkesi yüreğinden yaralıyor. Böylece de Ankara’nın en prestijli otellerinden biri olmaya aday Marmara Otel bir türlü turizmin hizmetine giremiyor.
Bugün inşaatına kaldığı yerden başlansa bile bitmesi en az iki yıl sürer... Eminim, Tahsin Kaya’da 49 yıllığına kiraladığı bu tesisin 26 yılının boşa geçip gitmesinden dolayı, kayıp sürenin ilave edilmesi için dava açar. Yani 49 yıllık eziyetin 75 yıl sürmesi için elinden geleni yapar. Yine eminim ki Devlet böylesine hoyrat bir yatırımcıya imkan tanır. Sözün özü, İnşallah Devlet, Atamızın Türk halkına hediye ettiği yadigârının perişanlığına son verir.
TİNERCİ VE BAŞIBOŞ HAYVANLARA MESKEN OLDU
Ankara’nın enkaz gibi duran bir diğer otel inşaatı da Çankaya’nın kalbindeki Karyağdı sokakta... Yaklaşık 30 yıl önce Rus Elçiliği’ne komşu dört bin 500 metrekarelik arazide yapılan otel ise bitecek gibi görünmüyor. Kabası tamamlanmış binanın ilk sahibi ise Turan Çevik... Hani Malatyaspor’a da başkanlık yapmış olan o meşhur Malatyalı iş adamı. Çevik, öldürülünce mirasçıları bu otel inşaatını Zeynel Ceylan isimli Diyarbakırlı bir iş adamına satmıştı. Araya bir saptama yapayım, Zeynel Bey, o meşhur Ceylan ailesinden bir fert değil, sadece soyadı benzerliği...
Şimdilerdeki görüntüye göre yaklaşık 200 oda kapasiteli bu beş yıldızlı otel tamamlanacak gibi görünmüyor. Zira 30 yıl önce yapımına başlanan bina Çankaya Belediyesi ile mahkemelik. İmara ve deprem yönetmeliğine uymadığı için belediye inşaata izin vermiyor. Bu nedenle de iş, mahkeme koridorlarına taşınmış durumda. Anlaşılan o ki tıpkı Ahmet Hattat’daki gibi yatırımcının binayı bitirmek için maddi gücü de sınırlı.
Duyduğuma göre bir iki hastane şirketi burayı satın almak için girişimde bulunmuş ama astarı yüzünden pahallıya geleceği için vazgeçmiş. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranma misali de bina metruk bir halde Çankaya’nın kalbinde hazin bir tablo çiziyor. Tinercilere, başıboş hayvanlara mesken olan bu inşaat da çevre sakinlerini canından bezdirmeye devam ediyor.
MADALYONUN DİĞER YÜZÜ KEYİF VERİYOR
İçiniz daha da kararmadan bir de madalyonun diğer yüzüne bakalım. Ankara hep otel enkazlarıyla dolu değil. Çok iyi işler de yapılıyor. Örneğin Armada AVM’nin hemen karşısında iki yıl önce yapımına başlanan dev bir otel, yaklaşık beş ay sonra müşterilerine kapılarını açmaya hazırlanıyor. Üstelik bittiğinde Başkentin en büyük ve prestijli oteli olacak. Zira JW Marriott Ankara ismiyle faaliyete geçecek bu otel dünyanın en saygın otel zinciri tarafından işletilecek. Dahası, Marriott’un en üsteki markasını taşıyarak. Nasıl mı? Anlatayım.
1927 yılında John Willard Marriott tarafından kurulan şirket bugün Amerika Birleşik Devletleri ve 70 ülkede bulunan üç bin 500’den fazla oteliyle dünyanın en büyük otel zincirlerinden biri. Marriott International’ın Türkiye pazarında bugüne kadar Renaissance, Courtyart, Marriott ve Ritz Carlton markaları ile bulunduğunu da belirteyim. 2011 yılının Mayıs ayında açılması planlanan JW Marriott Ankara oteli ile grubun en lüks markası olan JW Marriott, Türkiye pazarına girmiş olacak.
İSMİNİN BAŞ HARFLERİNİ ALMAK KOLAY DEĞİL
İsmini kurucusu olan John Willard Marriott’un isminin baş harflerinden ve soyadından alan otel, Marriott International’in dünya standartlarında en lüks otel markası. ABD’de 16 ve diğer ülkelerde toplam 23 tane olmak üzere şu an itibariyle dünyada toplam 39 adet bulunuyor. JW Marriott Ankara ise Avrupa’nın en görkemlisi olacak.
Marriott’un işletmesine verilen bu otelin sahibi ise Antalya’da üç yıl önce hizmete giren süper lüks Calista Otel ile Özkar İnşaat’ın sahibi Özdoğan Ailesi... Büyükşehir Belediyesi ile ATO’nun kongre merkezlerine bitişik 14 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulu olan 24 katlı otel binasında; 383 oda, 30 süit, bin metrekarelik sergi salonu, dev balo salonu ve yaz organizasyonları için yaklaşık iki bin metrekarelik teras bahçe olacak. Ayrıca içinde dünyaca tanınmış restoranlar, kafeler ve mağazalar bulunacak. Özellikle sunu belirtmeliyim ki restoranlardan biri ünlü J.W. Steakhouse olacak.
ÇUKURHAN’DA TARİHİ YENİDEN YAŞAMAK
Bahsedeceğim bir diğer yatırım ise Koç ailesine ait. Ankara Kalesi’nde 16’ıncı yüzyılda bir Kervansaray olarak inşa edilen tarihi Çukurhan’ı aslına sadık kalarak restore etmişler ve butik otel anlayışıyla hizmete sokmuşlar. Kale’de yer alan Divan Çukurhan, her biri ayrı konsepte sahip 19 özel odasıyla ve tarihi dokusuyla misafirlerini ağırlamaya başladı. Divan Grubu’nun yarattığı yüksek hizmet anlayışını benimsemesi nedeniyle de uluslararası Preferred Hotel Group tarafından Preferred Boutique kategorisinde yer almaya hak kazandı.
Demin de bahsettim ya Divan Çukurhan Butik Otel’in öne çıkan özelliklerinden biri, toplam 19 odasının ayrı bir konsepte sahip olması. Bambu, Hint, İngiliz, Osmanlı, Tibet, Alman, Venedik, Boğaz, Pekin, Kraliyet Odası gibi birbirinden farklı mimari anlayışta tasarlanan bu odalar konuklarına ayrı dünyaların kapılarını açıyor. Odaların içerisinde yer alan antika eşyalar her bir odanın konseptine göre özenle seçilip tarihi atmosferin yaratılmasına yardımcı olmuşlar.
Ankara’da yaşayan veya ziyarete gelen yabancıların bizden daha önce keşfettiği Divan Çukurhan’a gitmek için konaklamalı müşteri olmanıza da gerek yok. Otel bünyesinde yer alan Avlu Restoran’da Türk ve dünya mutfaklarından seçilmiş lezzetleri tadabilir, Avlu Bar’da özel reçetelerle hazırlanmış içecekleri yudumlayabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2010
Bİrazdan aktaracaklarım sadece bir otel inşaatının öyküsü değil, Türkiye’nin yakın tarihini de anlatıyor. Kimler yok ki bu hikâyede; Kenan Evren, Turgut Özal, Erdal İnönü, Tansu Çiller ve Deniz Baykal sadece birkaçı. Üstelik darbe sonrası yaşananları ve kaybolan yılları da içeriyor. Sözü uzatmadan konuya girelim... ‘Darbeciler yargılansın’ düşüncesinin, akılların ucundan bile geçemediği yıllardı. Tank ve askerlerin kışlaya geri dönmeye başladığı süreçti. Tam tamına 26 yıl önceydi. Ülke, Orgeneral Kenan Evren’in emirleriyle idare ediliyordu. Her şey onun iki dudağının arasındaydı. Ülkeyi dizayn ettikten birkaç yıl sonra, Ankara’nın güzel ve büyük bir otele ihtiyacı olduğuna kanaat getirdi. Ankaralıların ‘vinçli otel’ dediği ve 26 yıldır tamamlanamayan otelin hikayesi de böylece başladı.
Mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün hemen yanıbaşında bir otel inşaatı halen devam ediyor. Kayserili ünlü iş adamı Ahmet Hattat’a ait bu otelin ne zaman biteceği ise meçhul. Üstelik inşaatın 26 yıldır sürmesi de şehir efsanelerini beraberinde getiriyor. Hele üzerinde hiçbir iş yapmadan yıllarca duran vinç espri konusu olmuş durumda. “Unuttu da Vinci” tanımlaması ise buradan doğuyor.
Bilindiği üzere 16. yüzyılda yaşayan İtalyan fizikçi, astronom ve yazar Leonardo Da Vinci, modern mekaniğin kurucularındandı. Fizik kanunlarını açıklamak için matematiğin kullanılmasında büyük rol oynamıştı. Ancak, Hattat’ın otelinin üzerinde duran vinç gösteriyor ki aradan geçen bunca asra rağmen Leonardo da Vinci halen anlaşılamamış. Peki, bu vinç hakikaten de tepede unutuldu mu? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını öğrenmek için kolları sıvadım ve otelin ilginç öyküsünü Ahmet Hattat’la da konuşarak yazmaya karar verdim. İşte size doyurucu ve ilginç bir Türkiye hikayesi...
26 YILDIR BİTMEYEN OTEL’İN İLGİNÇ HİKAYESİ
12 Eylül darbesinin üzerinden birkaç yıl geçmiştir ki, darbenin baş mimarı Kenan Evren, Ankara’ya beş yıldızlı yeni bir otel yapılmasını ister. O esnada da Başkentin zengin ailelerinden Hattat’ların göz önündeki ismi Ahmet Hattat aklına gelir. Trabzon’da yedek subay olarak vatani görevini yapan Ahmet Bey, alelacele Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çağrılır ve bizzat Kenan Evren fikrini açıklar. Evren’in yanında dönemin başbakanı, bayındırlık bakanı ve Ankara Belediye Başkanı “Atom karınca” lakaplı Önder Paşa vardır. Aslında Kenan Paşa, otelin yerini de belirlemiştir. Yani otelin şimdi ki konumunu...
Evet, arazi Ahmet Hattat’ındır ve teklifi hiç itirazsız kabul eder. Kenan Evren’in başka direktifleri de vardır ki Başbakan Bülent Ulusu’ya dönerek, Ahmet Hattat’ın anlatımıyla şunları der:
“Sayın Ulusu Paşam, bir kanun çıkartın, o arazinin tamamını, etrafındaki 19 ev de dahil, Ahmet komutanıma teslim edin. Hiçbir bürokratik engelle karşılaşmasın. Bu otel buraya yapılsın. En ufak bir sorun istemiyorum.”
OTEL EMRİ DEĞİL 17 BİNA ONA EYVAH DEDİRTTİ
Tarih 1984 yılını göstermektedir. Köşk’teki görüşmeden bir hafta sonra kanun çıkar. Ahmet Hattat ilk etapta ‘Eyvah’ der... Zira 17 tane binayı teslim alacak ve onlarca insan evsiz kalacaktır. Dahası da vardır. İlerleyen süreçte mağdur duruma düşecek bu insanlar mahkemeye gideceklerdir. Sonuçta Ahmet Hattat çevredeki evlerin yıkılmasını istemez ve tam ortalarında bulunan 12 Bin metrekarelik arazisinin bu iş için yeterli olduğuna karar verir. Bu fikrini de Evren’e kabul ettirir.
Elinde fazla nakdi olmamasına rağmen kazı işlerine gecikmeden başlar. O sıralar bir aile şirketi olan Hema Dişli’nin yüzde 51 hissesi Ahmet Bey’in elindedir. Abisi Emin Hattat ile yollarını ayırırlar ve hissesine karşılık 40 milyon dolar tutarındaki senedi alır. Otelin yapımı için Turizm Bakanlığı’na kredi başvurusunda bulunmayı da ihmal etmez. Ancak hiç beklemediği bir durumla karşılaşır. Başbakan Turgut Özal’ın desteğine, O zaman ki Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu’nun oluruna rağmen kredisi bir türlü çıkmaz. Ağabeyi Emin Hattat da ödemeleri geciktirmektedir. Otel inşaatı çukur kazıldığıyla kalır.
HALK PARTİSİ’NİN OTELİNDEN İLK MALL FİKRİNE!
Bu bekleme esnasında Ankara’nın ihtiyaçlarına karşılık verecek Hilton ile Sheraton otellerin inşaatı biter ve hizmete girerler. Hal böyle olunca da Ahmet Hattat’ın oteli cazibesini yitirip, atıl kalır. Otelin tekrar göz önüne gelmesi için kendince bir formül bulur ve binanın alt kısmını çarşı merkezi yapmaya karar verir. Kendi deyimiyle Türkiye’deki ilk mall (Alışveriş ve yaşam merkezi) fikri ona aittir. Memleketin ilki olan İstanbul Galeria tasarlanmadan çok önce düşünmüştür.
Yıl 1986... Bu fikrine Ankara Belediye Başkanı Mehmet Altınsoy yıllarca direnir. O süreçte Murat Karayalçın Belediye Başkanı olur. Ahmet Hattat’da tekrar kolları sıvar ve faaliyet yeniden başlar. Bu otel, Ahmet Bey’e göre Halk Partisi’nin otelidir... Nasıl mı? Hattat’ın anlatımıyla sürdüreyim.
“Deniz Bey’e gittim ve beni dinledi: ‘Bu oteli yapmamız lazım’ dedi. 800 odalı çok büyük bir otel. Büyük zarar edecek, bu yüzden altına çarşı yapmaya karar verdik. Bunu o zamanki CHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye aktarmak için makamına çıktık. Erdal Bey, projeyi çok beğendi. Karayalçın’ı bağlattı. ‘Ankara’ya yatırım yapılacak, bazı engeller var. Yardımcı olun’ talimatını verdi. Murat Bey de ikinci meclisten bizim projenin imar planını çıkarttı. Deniz Bey, Erdal Bey, Karayalçın imar planını verdiler.“
BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ KARDEŞLER BİRBİRİNE DÜŞER
O sıralar elinde kardeşinin senetleri olan Ahmet Hattat’ın beş kuruş nakit parası kalmamıştır. 1991 yılına gelindiği zaman borç senetleri ödenmeye başlar. Rahmetli annesini Kayseri’den çağırır ve ona 1992 yılında otelin temelini attırır. 1994’e gelindiği zamansa binanın tamamının kabası biter. Biten sadece kaba inşaat değildir. 25 milyon dolara yakın alacağı kalmasına rağmen kardeşinin ödememesi yüzünden nakti de biter. Devreye Türkiye’nin alışık olduğu hadiseler girer ve iki kardeş alacak-verecek yüzünden birbirine düşer. Tabii Avukatlar, Mahkeme koridorları derken iş yargıya intikal eder.
Ahmet Hattat parasına kavuştuğunda, yıl, 1997’yi gösterir. Otelin temelini attırmasının üzerinden altı yıl geçmiş ve maliyetler üçe, hatta dörde katlanmıştır. Projelerin yenilenmesi gerekmektedir. Devletin kapısını yine çalar ve Teşvik ister. Hattat, teşvik konusu ve çıkan dedikodularla ilgili hala dertli: “Tansu (Çiller) Hanım, ‘bu Demirel’in adamı’ diye bize taktı. Araya elçiler girdi. Yine de bir kuruş kredi alamadım. Ama ‘parayı alıp, yediğimi’ söyleyenler var. İnanılır gibi değil. Hatta dostluğumuzdan dolayı Mesut Yılmaz’a, ‘Ahmet Hattat’a yardım ediyor’ diye çamur attılar.”
ABD’DEN DÜNYA’YA YAYILAN KORKU ONU DA VURDU
2001’e gelindiğinde Ahmet Hattat, gayrimenkullerinin bir kısmını satarak otel inşaatına aktarır. Umutsuzluğa düştüğü günlerde karşısına Ritz Charlton Oteller Grubu çıkar. Oteli işletmek isterler. Onlarca toplantı yapılır ve ön anlaşmalar imzalanır. Ama ABD’den tüm dünyaya yayılan bir ‘korku’, Hattat’ı da vurur. O meşhur 11 Eylül saldırıları yapılmıştır ve o gün Hattat için de önemli bir gündür. Çünkü 11 Eylül 2001’de Ritz Charlton’la nihaiyi imzayı atacaktır. Ama uçaklar, İkiz Kuleler’i yerle bir etmiştir. Ritz heyeti, Ankara’ya kadar gelmiş ama son gelişmeleri ileri sürerek anlaşmadan vazgeçmiştir.
PAPAZIN AĞACI 10 YILINA MAL OLDU
Hattat, bunun üzerine, Ritz gibi, otelin işletmesini isteyen Hyatt grubuna yönelir. Görüşmeler, toplantılar, yeni projeler derken, 2003 yılına gelinir. Projeye göre 19 toplantı, sinema ve tiyatro salonları yapılacaktır. Ama otel binasının hemen yanındaki ‘Papazın Bağı’ denilen bölgenin altına yapılacak otopark için de yıllar kaybedilir. Çünkü Papazın Ağacı, sit alanındadır ve buradaki ağaçların kesilmesi çevreci örgütlerin ayaklanmasına neden olmuştur. Çevreci sivil toplum örgütleriyle karşı karşıya gelir. Otoparksız, çarşılı bir otel hizmete giremeyeceğinden, yine mahkeme süreci başlar. Danıştay’dan ‘temiz’ kâğıdı’nı aldığında yıl 2010’dur.
Ahmet Hattat, söylediğine göre, tüm bu süreçte hiçbir Türk bankasından kredi alınmaz. Bir Alman bankası 35 milyon dolar kredi vermeyi kabul eder ve Sekiz milyon dolarını da kullandırır. Ancak bir süre sonra banka, otelin 35 milyon dolarla tamamlanamayacağına kanaat getirerek, krediyi geri çeker. O günlerde bir darbe de, otelin işletimini verdiği Hyatt Grubu’ndan gelir. Otelin etrafındaki 19 bina işaret edilerek, “Bu binalarda bir yangın çıkması durumunda, itfaiye gelene kadar müdahale edebilmelisin. Bu binalar için de önlem alın” denilir. Bu istek, aynı zamanda üç milyon dolarlık ek gider anlamına da gelir.
BU VİNÇ ORAYA NASIL ÇIKTIYSA ÖYLE İNECEK
2010’un son günlerine geldiğimiz bugünlerde, Ahmet Hattat, Hyatt Grubu’yla birlikte, otelin ve altındaki çarşı merkezinin açılışı için gün sayıyor. 35 milyon dolar daha harcayacağını hesaplıyor. Ama “Çoğu gitti azı kaldı” diyerek, mutlu sona ulaşacağı günü bekliyor. Bu arada binanın tepesinde duran vinç için Ahmet Hattat’ın dediklerini de ilave edeyim:
“O kadar inşaat yapmışım. İzmir’deki yolları, Etibank’ın bütün lojmanlarını ben yaptım. Kalkıp o vinci orada unutur muyum? Otelin içinde 16 tane Mitsubishi marka asansör var. Asansörlerin motoru binanın çatısında... Her birinin ağırlığı en az iki ton. Onları tepeye çıkartacak bir vinç lazım. Ayrıca tepeye şapka geçirilecek. Bunları yapmak için vinç gerekiyor. Vinç de herhangi metal yorgunluğu yok. Bir düğmeye basacağım, oraya nısıl çıktıysa öyle inecek. Arkasında bir ağırlık var. Önce onu indireceğiz. Sonra kademe kademe tamamını.”
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2010
İçİşlerİ Bakanlığı yetkililerinin verdiği rakamlara göre yaşayan nüfusun yüzde 97’si polis, yüzde 3’ü Jandarma’nın denetiminde olan Başkentte 16 bin 500 polis görev yapıyor.
Şehrin dört bir tarafına yerleştirilen 825 kamera ile de güvenlik ve trafik denetimleri yapılıyor. Yani Ankara, “Biri Bizi Gözetliyor” TV programı misali emniyet tarafından izleniyor. Ve son zamanlarda herkesin dilinden MOBESE olarak bilinen kent güvenlik sistemi düşmüyor. Tabii çoğunluk da yollardaki hız ve kırmızı ışık ihlallerinin cezalarını konuşuyor. Ceza tutanakları geldikçe de kapsamın hız ve kırmızı ışık ihlalleriyle sınırlı kalmadığını anlıyor. Örneğin kırmızı ışıkta yaya geçidi çizgilerini aşıp, duran araçlara da ceza geliyor, dönülmez levhasına aldırış etmeyip bildiğini okuyan şoförlere de. Anlayacağınız tüm kent gibi cadde ve sokaklar da gözetim altında.
Doğrusu bu ya, MOBESE’lerin devreye girmesinden sonra trafikte gözle görülür bir iyileşme oldu. Kör gözün parmağına kural tanımaz sürücüler azaldı, kanun ve toplum yaşamına saygılı sürücüler çoğaldı. Peki, bu yeterli mi? Elbette değil. Zira toplu yaşamın ve trafik kurallarının gereklerini bilmeyen daha yüzlerce insan var. Hal böyle olunca da monitör başında kameralardan gelen görüntüleri izleyen polislere bazı tavsiyelerim olacak. Bununla beraber ikazım, görevini yapmayan ya da yanlış uygulayan kamu görevlilerine de.
ÖVÜNDÜĞÜ GEÇİTLER ÇARE OLMADI
Son aylarda fark ettiniz mi bilmiyorum ama Ankara’nın trafiği çekilmez bir hal aldı. Hatta Melih Gökçek’in çok övündüğü alt üst geçitler bile soruna çare olamadı. Özellikle işe gidiş ve çıkış saatlerinde araçlar milim milim ilerliyor. Tüm bunların üzerine bir de tadilat, gösteri ya da yabancı konuk için bazı kavşak ve yollar kapanıyorsa, trafik tam anlamıyla Arap saçına dönüyor.
Örneğin bizim gazetenin binası Eskişehir yolu üzerinde. Neredeyse günün her saati yoğun bir trafik var ve yan yana dört şerit bile yetmiyor. Buradan şuna gelmek istiyorum: İstediğin kadar yol genişlet, kavşak yap, köprü kur, MOBESE kameralarıyla gözetle; metro gibi toplu taşıma yönelmediğin sürece trafiği rahatlatamazsın. Üstelik otobana dönüşmüş yollarla mal ve can kaybına davetiye çıkarırsın.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2010
Doğrusu bu ya, aşkın büyüsüne kapılmış bir Fransız’ın sunduğu lezzetler kadar yaşam öyküsü de çok hoşuma gitti. Sen kalk Fransa’da popüler olmuş restoranını bir kalemde silerek darphane gibi gelirinden vazgeç, ardından hiç bilmediğin bir ülkeye yerleşip, hayata yeniden başla. Herkes için kolay alınacak bir karar olmasa gerek. Ancak Şef Laurent Petit bunu yaptı. İsmini bir sır gibi sakladığı Türk kızı uğruna Fransa’daki restoranını devredip, yerleşmek üzere Ankara’nın yolunu tuttu. Önce nikâh mukavelesini imzaladı, sonra da GOP semtindeki bir villanın kira sözleşmesini. Sonuçta da semtin sessiz ve huzurlu bir köşesinde yer alan bu villa, yemeğin sanatsal bir ritüele dönüştüğü La Flambee isimli restorana mekan oldu.
Petit, sadece damak zevkini değil, görsel ve düşünsel bir keyif iklimi arayanlara da hitap ediyor. Mekanın içi dingin mavilerin arasında neşeli pembeler, siklamenler, turuncular barındırarak yaşanılan yeri modern resim tuvaline çeviriyor. Eh, gökyüzünü birbirinden görkemli granit bulutların kapladığı Ankara’da da bu renk paleti hoş bir görüntü oluşturuyor. Touquet Turizm ve Otelcilik okulunda eğitim alan Petit kendisini ve Fransa’daki La Flambee’yi anlatırken her satır arasında iddiasını da ortaya koyuyor. Fransa’nın kuzeyindeki Valencienne şehrinde nadiren rastlanan bir inci bulduğunu vurguluyor.
Valenciennes‘e 10 dakika uzaklıkta eski bir postane bu incinin ta kendisidir ve tam 7 yıl boyunca ustalığını ifade etme imkanı bulur. Onun bu sunumuna müşteriler kayıtsız kalmaz ve her gece işletmesini doldurur. Ta ki, o Türk kızına aşık olup, Türkiye’ye yerleşmeye karar verene dek. Sonra her şeyi satıp savar ve elinde bir davulla geldiği Ankara’da bu restoranı açar.
Fransız mutfağının tüm özelliklerini taşıyan La Flambee’da şef Laurent Petit’nin yarattığı lezzetler oldukça güzel. Ama daha da önemlisi gelenlerin kendilerini evlerinde gibi hissetmesi... Hafta Sokak’ta ki bu şirin Fransız restoranını rahatlıkla gidilecek yerler listenize ekleyebilirsiniz.
ÖZLEDİĞİMİZ RV İKLİMİ GERİ Mİ DÖNÜYOR?
Eski Ankaralılar ve yolu sıkça Başkente düşenler iyi bilir, RV isminde lüks bir restoran vardı. 1953 yılında Türkiye’yi fast-food gerçeğiyle ilk kez tanıştıran Piknik’in ardından Reşat ve Vahit Önat kardeşlerin yarattığı ikinci mekandı. Piknik’de bira ile birlikte patates tava ve sosisli sandviç yemek, et türevi ürünlerden oluşan aperatifleri atıştırmak çok modaydı. RV ise gerek mönüsüyle, gerek servis anlayışı ve dekoruyla üst seviye bir restorandı. O dönemin ünlü yazar, sanatçı, diplomat, bürokrat, politikacı ve işadamlarının buluşma noktasıydı. İsmet İnönü, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Deniz Baykal gibi ünlü politikacılar bu isimlerden sadece birkaçıydı. Kısacası RV, o yıllarda öyle bir rağbet görmüştü ki Sophia Loren gibi dünya yıldızlarının bile beğenisini toplamıştı.
En son Kuğulu Park’ın karşısındaki müstakil binasında faaliyet gösteren bu mekan, yıllarca hizmet verdikten sonra kapandı ve sahipleri Amerika’ya gitti. Daha sonraki zamanlarda RV gibi dekore edilen ve mönü sunan birçok yer açıldı ama hiçbiri aynı tadı vermedi. Hatta İlbank bloklarının altında sahip değişikliğine giderek “Ben halen yaşıyorum” diyen RV bile aynı keyfi yaşatmadı. Ne o ambiyans yakalandı, ne de o tarihi lezzetler damaklarda hoş bir keyif bıraktı.
KAHVE KONYAK BAHANE YAŞATTIKLARI ŞAHANE
İşte yıllar sonra açılan bir mekan beni ve salonda bulunanları RV’li o yıllara götürdü. İran Caddesi’nde faaliyete geçen Rafine isimli restoran daha ilk gününden itibaren büyük ilgi gördü. Sahibi Big Chefs zincirini de yaratan Gamze Cizreli... Türk ve Akdeniz mutfağından hoş örneklerin sunulduğu mekanda güzel bir Ankara manzarası eşliğinde yenilen yemek kadar sunumlar da çok güzel. Örnek mi? Tıpkı RV’deki gibi yemek bitimi servis arabalarıyla getirilen içki ikramında kahve konyak ikilisini bulmak mümkün. Müstakil binada hizmet veren Rafine’nin yerini biraz daha net algılamanız için bir ipucu daha vereyim. Bir dönemler Ankara’yı bir kenara bırakın, tüm Türkiye’ye ismini duyuran IVY Brasserie’nın eski yeri.
TABAKTAKİ BALIĞIN YAKIN ARKADAŞINA İHANET
Üçüncü durağımız ise Yıldız Semti’ndeki Hollanda Caddesi’nde bulunan bir balıkçı. Kısa bir süre öncesine kadar Balık Pişirme Evi ismiyle faaliyet gösteren bu işletme tepeden tırnağa değişime ugramış. Sırf dekoruyla değil, zihniyetiyle de farklılık yaratmış. Daha önceki konseptinde sunduğu lezzetler hoşuma gider ama alkol servisi yapmadığı için inceden inceye kızardım. Zira sağlık nedeniyle alkolden uzak duran biri olmama rağmen tabaktaki balığın yakın arkadaşı kadehteki rakıya ihanet edildiğini düşünürdüm. Sonra bir baktım ‘Rastgele’ ismiyle tekrar faaliyete geçmiş ve terasında oturanlar kadeh tokuşturuyor.
Esas değişimi ise mekanın içine girince fark ettim. Cıvıl cıvıl renklerle bezenmiş dekoru, balıkçı pazarını aratmayacak çekicilikteki tezgâhları, açık ve temiz mutfağı görünce şaşırdım. Daha da şaşırtan ikinci katta yer alan ocakbaşı oldu. Kebabın ocakbaşına aşinaydım ama balığın ocakbaşına ilk kez Rastgele’de tanık oldum. Tezgâhın etrafındaki erkek ve kadın müşteriler bir yandan gözlerinin önündeki dev mangalda pişen balıkları sıcağı sıcağına yiyor, diğer yandan da kadeh tokuşturup sosyalleşmenin doruk noktalarına ulaşıyorlardı.
İKİ KAT’A YAYILAN BEŞ AYRI DÜNYA
Bu mekan da “En taze balık Ankara’da yenir!” sloganını benimseyen bir yer olmuş. Ayvalık’ın dalgıç ahtapotu, çakıl barbunu, Saroz’un mezgidi, İğneada’nın kalkanı, Karataş’ın karidesi, İskenderun’un lagosu, İstanbul Boğazının lüferi sunduğu lezzetlerin sadece birkaçı. Ayrıca ana yemek öncesi masalara serpiştirilen mezeler ile otların hepsi sağlıklı ve leziz. Zaten balığı adresinden getirtme özelliği iki kattaki salona da yansımış. İki katlı işletme de her salonun ismi ve dekoru farklı. Toplam 5 ayrı salonun ikisi giriş katın da diğer üçü ikinci katta bulunuyor. Tematik dekorlara sahip salonların giriş katında olanların ismi Bodrum ve Amasra. Üst kattakiler ise Olympos, Kekova ve Simena. Ocakbaşı ise bu üçlünün tam ortasında yer alıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse Ankara’da faaliyet gösteren yüzlerce balık restorandan farklı çizgiler taşıyan Rastgele oldukça hoş bir mekan olmuş. Eh sahibi de Dalyan Balıkçısı’nın yaratıcısı Hüseyin Bey olunca kaliteyi ucuza yeme fırsatı doğmuş.
ONLARDA YENİLENDİ VE GÜÇLENDİ
Söz balıkçılardan açılmışken dekor ve zihniyet değişikliğine giden iki işletmeden daha bahsedeyim. İran Caddesi’ndeki yılların Yosun Restoran’ı yeni haliyle çok güzel olmuş. Keza, Rastgele ile aynı caddeyi paylaşan Kalabalık isimli balıkçı da. Yosun’un rakı, balık ve sigara üçlemesine katkı sağlayan verandası, Kalabalık’ın ferahlayan ve özel odalara da imkan tanıyan hacim büyümesi cazibelerini arttırmış. Bir üst derece hizmet anlayışına sahip Trilye, Kalbur ve Park Fora’yı ayırırsak, Balıkçıköy, Bay Nihat, Sadoby, Bilkent Fish House, Lagos gibi işletmelerle birlikte Ankara’da balık piyasası bir hayli hareketli geçecek.
DEKOR VE SUNDUĞU LEZZETLER TAMAM DA..!
İstanbul’un Tepebaşı Semti’ndeki doğumundan tam 53 yıl sonra Ankara’ya gelen bir işletmeden de bahsedeyim. Pasta ve çikolatalarıyla ünlenen Pelit Pastanesi nihayet Ankara’da da faaliyete geçti. Çukurambar semtindeki Ambrosia AVM’de açılan Pelit, dev mekanında yemek mönüsü ve uzman olduğu pasta-çikolatalarıyla kafe hizmeti veriyor.
700 kişiye aynı anda hizmet verme kapasitesine sahip mekanın Ankara sosyal hayatına, özellikle de Ak Parti Genel Merkezi’ne yakın oluşu sebebiyle, Ak Partililere katkı sağlayacağı bir gerçek. Zaten açılışını da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Resmi açılışından iki gün önce çalışma arkadaşlarımla birlikte pasta yemeğe gittik. Dekora ve sunduğu lezzetlere diyecek bir şey yok ama biraraya getirdiği personelde bir sıkıntı var. Eğitimlerini tamamlayamadıkları her hallerinden belli personelin değil 700 kişiye, 70 kişiye bile servis yaparken hatalar yapacağı kesin. Bu fikrimi daha sonra Pelit’in yetkililerine de bildirdim. Bakalım resmi açılıştan sonra servis kalitesi yükselecek mi? Zira iş muhteşem bina ve dekor yapıp, leziz ürünler çıkarmakla bitmiyor. Bu tür görkemli mekanları esnaf lokantalarından ayıran en önemli özellik bu hizmet kalitesi değil mi?
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2010
İki CEO’nun daveti aynı zaman dilimine ve mekana denk gelince Yalova’ya doğru yolculuk kaçınılmaz olmuştu. Limak Turizm Genel Koordinatörü Kaan Kavaloğlu yeni açtıkları tarihi oteli görmem için haftalar öncesinden davetiye çıkarmış, bölge temsilciliği görevini üstlendiğim Doğan Burda Dergi Grubu’nun CEO’su Mehmet Yakup Yılmaz ise “Ağır hastalık dışında hiç bir mazereti kabul etmeyeceğim” diyerek şirketin 2011 projeleri toplantısı için tüm yöneticilerin biraraya gelmesini mecbur kılmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse de bu davetleri büyük bir zevkle kabul etmiştim. Zira gidilecek yer, Limak Turizm Grubu tarafından aslına uygun olarak inşa edilen ve ilk misafiri Mustafa Kemal Atatürk olan tarihi Limak Yalova Termal Butik Otel idi. Hem buram buram tarih kokan mekanı yakından görme fırsatı bulacak, hem de Ankara’nın serin havasından kurtulup, Yalova’nın sıcak sularına kavuşacaktım.
Kara, deniz ve hava taşıtlarının hepsine binmek üzere Ankara’dan hareketle İstanbul üzerinden Yalova’ya ulaşırken güzel bir nostalji de yaşamıştım. Her ay üç dört defa İstanbul’a gitmeme karşılık arabalı vapura binmeyeli tam 26 yıl olmuştu. Uçaktan indiğim Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan karşılama yapan otomobil, Eskihisar’dan arabalı vapurla Yalova’ya ulaşırken tam 45 dakikamın deniz üzerinde geçmesini sağlamıştı. Tadını özlediğim karışık tost ile koklaya koklaya içtiğim çay ise bir başka keyif vermişti. Hele vapurun üst güvertesinde körfezin hafif esintili havasını ciğerlerime kadar çekmek çok iyi gelmişti. Gerçi Titanik filmindeki Leonardo Dicaprio gibi iki kolumu yana açıp, martıları seyre dalmak öksürük krizine girmeme neden olmuştu ama varsın olsun...
1931 YILINDA ATLANTİK’İ AŞIP GELDİLER
Vapurdan indikten 20 dakika sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün konuklarını ağırladığı otelin girişinde kendimi buldum. Tıpkı Atamız gibi terasında oturup yemek yemek, bahçesinde tavla oynamak, kuş seslerinin eksik olmadığı bahçesinde yürümek, şifa bulduğu termal suyun keyfini çıkarmak için hazırdım. Ancak öncelikle yapım tarihi 1905’e dayanan ama karşımda yepyeni duran oteli baştan sona gezmeliydim.
Yapımından tam 25 yıl sonra, yani 1930’lu yıllarda yeniden elden geçirilen Büyük Otel’in ilk misafiri Atatürk olmuş. Bu ilkten sonra da Ulu Önder, fırsat buldukça bedenini ve ruhunu dinlendirmek için konaklamış, birçok konuğunu da burada ağırlamış. Limak’ın CEO’su Kaan Kavaloğlu’nun anlattığına göre, New York’tan uçarak Atlantik’i aşıp, İstanbul’a inen Amerikalı pilotları da 1 Ağustos 1931’de bu otelde ağırlamış. Özellikle ömrünün son aylarında bu otelde daha çok zaman geçirdiğini gururla anlatıyordu.
ALLAHTAN KENAN EVREN’İ DİNLEMEMİŞLER
Atamızın ölümünün ardından otel bir süre daha hizmet vermeye devam etmiş. İsmet İnönü, Fevzi Çakmak da bu mekanın misafirleri arasında yer alırken, 1984’te ziyaret eden dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, iyice eskiyen otelin yıkılması talimatını vermiş. Allahtan emir yerine gelmemiş ama kaderine terk edilerek viraneye dönüşmüş. Bina için 2001 yılında Gazi Üniversitesi tarafından bir onarım projesi yapılmış ancak bir türlü uygulamaya sokulmamış. Gözden düşen, ilgiden yoksun kalan binalar da yavaş yavaş çürümeye başlamış.
İki yıl önce ise kaderine terk edilip, harabeye dönüşen oteli yeniden eski günlerine döndürebilmek için Limak Holding devreye girmiş. Yüzlerce elemanı ve kasasından çıkan 20 milyon dolar parasıyla da oteli orijinaline uygun olarak restore etmiş. Açılış tarihini de anlamlı bir güne denk getirmiş. Atatürk’ün Termal ilçesini ziyaretinin yıldönümü olan 19 Ağustos’ta yeniden konuklarına kapılarını açmış.
1938’İN SON RAKAMI “8” NEDEN YATIK KULLANILMIŞ?
4 süit odadan oluşan “Cihannüma”yla birlikte toplam 48 odaya sahip olan otelin her bir köşesine yansıyan ince dokunuşlar hemen dikkatinizi çekiyor. Hattatların, Nakkaşların, mobilya ustalarının hünerli ellerinden çıkan işçiliği ise fark etmemenize imkan yok. Fark edilen bir başka unsur da 1881’den başlayıp 1938’de biten oda numaraları... Yani Atatürk’ün anısını yaşatmak için doğumuyla başlayıp, ölümüyle son bulan 57 yılın sıralaması. Dolayısıyla her oda numarasının bir hikayesi var.
Örneğin ben 1905 numaralı odada kaldım ki bu Harbiye’den mezun olduğu yılı simgeliyor. Gerçi benim için tali de olsa ayrı bir özelliği var ki Galatasaray’ın doğum yılını işaret ediyor. Limak, 1938 numaralı odada ise çok hoş bir iş yapmış. Sondaki 8 rakamını yatık halde kullanarak sonsuzluk işaretine dönüştürmüş.
Benim kaldığım hariç içinde müşteri olmayan ve çalışma arkadaşlarımın kaldığı birçok odayı daha gezip, gördüm. Odaların her biri Cumhuriyet döneminin renkleri ve dekorasyonuyla abartıya kaçmadan özenle döşenmiş. Üstelik en ufak ayrıntılar da düşünülmüş. Örneğin telefon ve avizelerin bile o dönemdekilerin aynısı olmasına gayret edilmiş.
TARİH MODERN DÜNYAYLA BU KADAR MI UYUMLU OLUR
Tarihin içinden kopup gelen bu ayrıntılar kadar modern dünyanın olmazsa olmazları da eksik edilmemiş. LCD ekran televizyonlar, kartlı sistemle açılabilen kapılar, her dereceye ayarlanabilen ısıtma sistemleri ve klimalar tarihi dokuyla uyumlu hale getirilmiş.
Doğaldır ki tüm günümüzü otelin ana binasında ve odalarında geçirmedik. O enfes bahçenin ve dört bir tarafımızı saran Samanlı Dağları’nın temiz havasını da içimize çekerek çevreyi dolaştık. Bu arada binadan hiç çıkmadan binalar arası geçişi sağlayan cam piramidi kullanarak SPA merkezi ile termal havuzun bulunduğu binaya da geçiş yaptık. Odaların banyosunda da mevcut olan termal suyun kullanıldığı açık ve kapalı havuzlarda kulaç attık. Aramızdan bazıları SPA masajı, sauna, buhar banyosu, Türk hamamı keyfi yaparken ben dahil birçok kişi önce 40 derecelik kapalı havuza, sonra da 36 derecelik açık havuza akın ettik. İnanın dışarı da yağan yağmurun eşliğinde sıcak havuzda yüzmek bir harika. Görevlilerin dediğine göre kar yağarken termal havuzdan faydalanmak daha da keyifliymiş.
ONLARIN TURİZM BİLİNCİNİ DE ATATÜRK AÇACAK
Ertesi gün çevre gezilerine devam ettik. Birçok otel, pansiyon gibi konaklama yerlerinin düzensiz yapılaşmanın simgesi olarak faaliyet gösterdiği, yerel halkın turizm konusunda bilinçsiz olduğu ilk gözlemlerimiz oldu. Aslında Yalovalılar, termal turizm sayesinde dünyadaki pastadan çok büyük paralar alabilirler.
Dünyada sağlık turizmi giderek önem kazanıyor. Bu gelişime paralel olarak termal bölgelerin de önemi giderek artıyor. Türkiye, sıcak su yönünden zengin bir ülke... Özellikle Doğu ve Güneydoğu ciddi potansiyele sahip. Ancak gel gör ki Türkiye’nin yaklaşık 22 milyar dolarlık yıllık turizm gelirlerinde termal turizmin payı yüzde bir oranını bile aşmıyor. Örneğin Avrupa Birliği ülkeleri bu sektörden yılda 40 milyar dolar kazanıyor.
Türkiye Jeotermal Derneği’nin verilerine göre Almanya ve Macaristan’a termal turizm amaçlı giden turist sayısı 10 milyon. Bu rakam Rusya’da 8, Fransa’da 1 milyona yakın. Kaynak zenginliği açısından dünyada ilk 7 ülke arasında olan Türkiye’nin ise esamesi okunmuyor. İşte bu nedenle termal su kaynaklarının ticari saha haline dönüşebilmesi için Limak Otel gibi yatırımların önemi büyük.
ANKARALI YATIRIMCILAR TERMALDE DE BİR ADIM ÖNDE
Başta Ankaralı yatırımcılar bu potansiyelin farkına varmış olacak ki ülkemizin dört bir tarafına termal yatırımlar yapıyor. Örneğin Limak’ın yanı sıra Ankaralı Kaya Grubu İzmir’de Kaya Termal Otel’i hizmete açtı. Keza Erol Özel’in önderliğindeki Erva Grubu Kütahya’da Tütav Termal Tesisi’ni devreye sokmuştu. Ancak terzi kendi söküğünü dikemezmiş misali Başkentli yatırımcılar halen Ayaş, Kızılcahamam, Haymana, Çubuk gibi ilçelerdeki termal zenginliğin tam anlamıyla farkında değil. Kızılcahamam’daki Patalya ve Asya otellerdeki başarı ise yeterli değil. Bu arada Ankara ve Kırşehir’de iki ayrı gruba ait termal otel inşasının halen sürdüğünü ilave edeyim.
Sonuç olarak turizm konusunda belli bir aşamaya gelen Limak’ın sahipleri Nihat Özdemir ve Sezai Bacaksız prestij amaçlı bu projeyle hem tarihi canlandırdılar, hem de turizmde yeni bir kanal açmanın öncüleri oldular. Tüm ülkeye de para kazanma hırsı olmadan sosyal sorumluluk projesi için taşın altına el koymanın ne demek olduğunu gösterdiler. Konaklama ücretini karşılamakta güçlük çekenler için bir önerim de olacak. Binayı bir müze gibi ziyaret edebilir, isterseniz de kafesinde bir şeyler yudumlayıp, yemek yiyebilirsiniz. Sizlere Türkiye’nin ilk termal butik oteli Limak Termal Butik’te konaklamasanız bile önünden geçerken içeri girip Cumhuriyet döneminin asaletini hissetmenizi öneriyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2010
Geçen hafta Altın Portakal Film Festivali’nin kapanış törenindeydim. İnanın töreni sonuna kadar izlemeye gerek bile duymadım. Ne ödül alanları izledim, ne de daha sonraki günler ödül kazanan filmlerle, oyuncularını... Zira zaman kaybından başka bir şey değil. Zaten o sahneye çıkan ödüllü sanatçıların bir kısmının mesleğine saygısı yok ki, salonu dolduran konuklara olsun. Adam hırpani bir kıyafetle çıkıp ödülünü alıyor, üstüne de ahkâm kesiyor. Filmleri ise sonunu getiremeyecek kadar sıkıcı. Döndüğümden beri fimlerin gösterime girdiği salonlardaki gişe hasılatlarına bakıyorum, yerlerde sürünüyorlar. Zaten bir kısmı da oynayabilecek salon ya da seans bulamıyor. Aslında suç, ödülü alan bu film ve oyuncularda değil, suç, ödül verilirken uygulanan kriter ve seçimlerde. Kısacası Kusturica skandalı ile başlayan Antalya Film Festivali, A’dan Z’ye fiyaskoydu ki, felaket bir kapanış galasıyla son buldu...
Şimdi sizlere basit birkaç soru soracağım. Ödül kazananların isimlerini hatırlıyor musunuz? Daha sonra bu filmleri seyretmek için gayret içine girdiniz mi? Yarışmaya katılan diğer film ve oyuncuların isimlerini biliyor musunuz? Ya da kıyaslamaya yönelik tartışma yaptınız mı? Sizi fazla yormayayım, inanın film ve oyuncuların hiçbirinin ismini ya bilmiyorsunuzdur ya da aklınızda kalmamıştır.
HALKIN BEĞENİSİ GÖZ ARDI EDİLİR Mİ?
Nedeni ise gayet basit... Bu festivalde sezon boyu gösterilmiş fimler yarışmıyor. Yarışmada halkın bildiği, izlediği filmler ile beğendiği oyuncular yok. Yerine kimse tarafından izlenmemiş, ya da izlenmeyen, sinema salonu bulamayan filmler yarışıyor. Hal böyle olunca da halktan kopuk bir yarışma ortaya çıkıyor.
Halbuki bu sezon gösterilmiş ve ilgi toplamış filmler yarışsa Türk Rivierası Antalya’nın da ismi duyulacak. Bakın ABD’deki Oscar törenlerine; herkes nasıl da ilgi gösteriyor. Sebebi ise gayet basit halkın bildiği, izlediği ve beğendiği filmler ile oyuncular yarışıyor. Ayrıca tören gecesi herkes kılık kıyafetiyle görsel şölene katkı sağlıyor. Hepsi takım elbise ya da smokin giymiyor ama hırpani bir kıyafetle de gelmiyor. Onun için Türkiye’de gerçekleşen film festivallerinde yarışmaya katılma şartnamesi hazırlanırken vizyona girmiş olma şartı birinci maddeye oturtulmalı.
YİYİP, DUA EDİP, SEVELİM DE BU RİTÜELLER NE OLACAK?
Bu arada Elizabeth Gilbert’in kitabından uyarlanan ve başrolünde Julia Roberts’ın oynadığı “Ye, Dua Et, Sev“ İsimli filmi izlediniz mi? Daha önce Hinduizm ve Budizmin propagandası yapılarak Uzakdoğu felsefesinin reklamının yapıldığını yazmıştım ya, bu film de onlardan biri. Ayrıca filmde baştan sona Yoga dan bahsediliyor ama Yoga ile uzaktan yakından ilgisi olmayan görüntülere yer verilmiş. Yani filmde gösterilen Hinduların ilahi söyleyip, zikir yaptıkları ayin görüntülerinin Yoga ile hiçbir ilgisi yok. Yapılan törenler, ayinler Hinduizm dininin değişik tarikatlarına ait ritüellerden ibaret.
Örneğin, orijinal Yoga Sistemi’nin en temel unsurlarının başında fiziksel duruşlar ve nefes teknikleri yer alır. Ama gel gör ki filmin hiçbir sahnesinde bu teknikler yer verilmiyor. Hinduizm Tanrılarının adlarının tekrarlandığı zikir ayinleri, sanki Yoga’da yapılan meditasyon gibi tanıtılıyor. Yoga Akademi’nin yetkilileri ile konuştuğumda da bu konudan şikayetçi olduklarını belirtiyorlar ve özetle şunları söylüyorlar:
“Filmde yer alan zikir ve tapınma törenlerinin gerçek Yoga ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bu tamamen bir aldatmaca. Hinduizm propagandası. Bu zikir ayinleri sırasında gösterilen kendini kaybetmiş, çıldırmış insan görüntüleri, bunu Yoga sanan insanların kafasını karıştırıyor ve onları Yoga’dan uzaklaştırıyor. Oysa ki Orijinal Yoga Sistemi genç, yaşlı herkese hitap eden eşsiz bir sağlıklı yaşam rehberi.”
Bütün bunları niye mi yazdım... Sinemanın gücü sayesinde beyinlere her şey işlenebiliyor ve “Ye, Dua Et, Sev” gibi filmler öyle ya da böyle gündem yaratıyor. Siz hiçbir Altın Portakal kazanmış film üzerinde böylesine eleştiri gördünüz mü? Kazananın ismini bile hatırlamıyorsunuz ki, içeriğini tartışasınız.
BU TERS ORANTIYA BİR ANLAM VEREMİYORUM
Her geçen gün THY’nin uçak filosu büyüyor, yolcu kabinindeki koltuk arası mesafe küçülüyor ve ben bu ters orantıya bir türlü anlam veremiyorum. Hal böyle olunca da milli havayolu şirketiyle övüneyim mi, yoksa yerineyim kararsız kalıyorum. Sanıyorum bütün yolcular da benimle aynı fikirde. Kabinde fazla yolcu taşımanın maliyetleri düşürdüğünü, dolayısıyla da bilet fiyatlarının makul düzeyde tutulabildiğini söyleyen THY yönetiminin açıklamalarına ise gülüyorum. Zira iki sıra eksiltip bilet fiyatlarını üç kuruş ucuzlatması öyle büyük bir tasarruf sağlamıyor. Ayrıca, diyelim ki 157 kişilik bir uçakta 12 koltuk eksiltilse daha insani bir yolculuk yapacağız ama nerde?
Şimdilerde THY uçaklarıyla yolculuk ederken biraz uzun boylu veya yapılıysan yandın. Ya araya ayakların sığmıyor, ya da oturduğun koltuğa kalçaların. Bu arada acil çıkışların oraya gözün takılmaya görsün. Sen hazır ol vaziyetinde kan ter içinde uçmaya çalışırken o koltuğun şanslı sahipleri yayladaymışçasına ayaklarını uzatır. Üstelik acil çıkışta oturanların çevik ve herkese yardım edebilecek yapıda olması beklenirken bambaşka profildeki bir yolcuya rastlarsınız. Tıpkı benim Ankara’dan İstanbul’a seyahat ettiğim seferde olduğu gibi. Acil çıkışın sol tarafındaki koltuğunda bastonla yürüyebilen bir dede, sağ tarafında ise obez diyebileceğim bir bey oturuyordu. Hani uçağı acil terk etmek gerekse bu yolcular tıpa rolü üstlenecek.
BALIK İSTİFİ SEYAHAT EDİP DURUYORUZ
Neyse biz dönelim koltuk aralıklarının darlık sorununa. Medeni havayolu şirketlerinde bu aralık 35 inçten başlıyor, 45 inçlere kadar çıkıyor. Bizde ise 30 inçten başlıyor ki, en fazla 33 inç’e çıkıyor. Bu uzunluğun Anadolujet’de 29 inç olduğunu da vurgulayayım. Sizlere THY filosundaki iç hat uçuşlarında kullanılan uçakların yolcu kapasitesi ve koltuk aralıklarının uzunluğuna yönelik birkaç örnek vereyim. A 320-232’ler 147 yolcu kapasitelidir ve koltuk aralığı 30 inçtir. B727-800’lerde 168 yolcu 30 inçlik koltuk aralığıyla taşınır. 149 yolcu kapasiteli B 737’lerde ise bu aralık Anadolujet uçaklarıyla yarışır. Kısacası balık istifi misali seyahat edip duruyoruz.
Kısa bir süre önce bu seyahatlerimden birini yaptım ve dar alanda kısa paslaşmalarla koltuğuma oturdum. Fakat o da ne! Kalkıştan hemen sonra öndeki yolcu sırtını geriye doğru yatırıp uyumaya başlamaz mı? Ayaklarım gibi kollarımda sıkışmış bir durumda elimdeki kitabı okumaya çalıştım ama çabalarım sonuç vermedi... Baktım olacak gibi değil koltuğunu dikleştirmesi için öndeki yolcuyu ikaz ettim. Burun kıvırarak biraz öne aldı almasına da, “Beni neden rahatsız ediyorsun” dercesine suratıma ters ters bakmayı da ihmal etmedi. Oh nihayet kitabı okuyorum derken de mutluluğum kısa sürdü. Üstelik bu kez kararlı bir tavırla ricama da yanıt vermeden uyuyor numarasına yatmaya başladı. İşte o an aynı dertten muzdarip yan komşumdaki iri kıyım beyefendi devreye girdi.
MEĞER YAN KOMŞUM DANSÖZE MERAKLIYMIŞ
Cebimden 10 liralık kâğıt parayı çıkarıp ön taraftaki uyuma numarasına girmiş adamın gözüne tutarak, “Bu para her halde sizin” deyiverdi. O an öndeki zat gözlerini açıp, elini gömlek cebine attı ve pişkin pişkin “Her halde benden düşmüş olacak” demez mi? O anda kan beynime hücum etmiş bir vaziyette söylenecekken yan komşun tekrar devreye girdi.
“Beyefendi parayı veririm ama anlınıza yapıştırmak kaydıyla. Ben dansözün alnına para yapıştırmayı çok sevdiğim için bulduğumu bu şekilde geri veriyorum” lafları ağzından dökülüverdi. Açıkçası uçakta kavga çıkacak beklentisine girmişken bir anda kahkaha tufanı başladı. Bu sözlere maruz kalan ön koltuk komşusu da yanımdakilerle beraber kahkaha atanlar arasındaydı. Üstelik koltuğunu dikleştirip, “Çok mizahi yaklaştınız” demez mi! İşte o an benim de sinirlerim gevşedi ve daha makul düzeyde bir sohbete başladık. Aslına bakarsanız koltuğu yatırmak adamın en doğal hakkıydı ama koltuk aralarının darlığını düşünüp de bu eylemi yapmamalıydı. Sohbet bu çerçevede sürünce de hep birlikte THY yönetiminin kulaklarını çınlatmaya başladık.
Uçak sayısını arttırıp koltuk aralıklarını azaltarak büyüme olmuyor. Benim anladığım büyüme hizmet kalitesiyle de olur ama nerede! Marifet, kaliteyi mümkün olduğunca ucuza satıp, dünya şirketi olmakta... Koltuk sayısını arttırarak tasarrufa gitmek bana biraz ayakta yolcu taşıyan dolmuşçuları hatırlattı. Haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku