17 Ekim 2010
Feridun Büyükyıldız’dan ilkin bilgilendirmeye yönelik elektronik posta geldi, ardından da kitabı... Phoenix yayınlarından çıkan “Başka Kent Ankara” isimli kitabını önce hediye gelen diğer birçok kitabın yanına koyup, boş zamanımda okunacaklar listesine aldım. Ancak ertesi gün biraz meraktan, biraz da en üste durmasından olacak iş seyahatim esnasında elime alıp, satırı satırına okumaya başladım. Sayfaları her çevirişimde de bilgi dağarcığım dolmaya, geçmiş günler film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı.
Kitabın sayfaları arasında dolaşırken, petrol bulunan Ankara Garı inşaatından, Kalenin gizli geçitlerine, Dikmen’de kayak yapan Ankaralılardan, Ulus Tenis Turnuvalarının yapıldığı yıllara uzandım. Ankara garının geçmişini ve hamallarının kurduğu derneği, Ulus’a düşen uçakları, o yıllara ait fotoğraf ve gazete arşivleri eşliğinde okumaya başladım. Sırf onlar mı? Elbette değil. Ankara’nın gizemli cinayetini, kayıp Katedral’in sırrını, Yahudi ve Rum’ların yaşadığı dönemin ayrıntıları derken daha birçok bilgiye ulaştım.
Doğrusu Feridun Bey güzel bir kitap hazırlamış. Ancak kitabında bazı kişi ve olayların bilgileri eksik kalmış. Sanıyorum zamanla onları da tamamlar ve bu kitapla girdiği tarihin tozlu sayfalarında bizi daha fazla bilgilerle donatır. Örneğin Ankara’nın yüzme havuzlarını anlatırken sadece Marmara Havuzu ile Gençlik Parkı’nı değil, Atatürk’ün emriyle kurulan Akdeniz ve Karadeniz havuzlarını da okuyucusuna anlatır.
KAPTIKAÇTIDAN TROLEYBÜSE KISA BİR YOLCULUK
Yazımın başında da dedim ya, bazı bilgileri Feridun Bey’in kaleminden ilk kez öğrenirken bazılarını da bizzat yaşadım. Dikmen’de kayak yarışlarının yapıldığını ve “Kaptıkaçtıdan Belediye Otobüsüne” isimli bölümde Ankara’ya gelen ve düzenli çalışan ilk belediye otobüslerinin 1935 yılında faaliyete geçtiğini öğrendim. O tarihte SSCB’den alınan 100 adet ZIS marka otobüsün Ulus- Yenişehir hattında hizmete girdiğini ve toplu taşımadaki evreleri okudum. Sonra bir baktım 1947 yılında devreye giren troleybüslerle ilgili bölüm karşıma çıkmış. İşte o anda da 1960’lı yıllar gözümün önünde canlandı.
Boynuzlu da dediğimiz bu troleybüsler yolların tek hakimiydi. Yukarıdaki telden aldığı elektrik enerjisiyle yollarda sessizce süzülen bu taşıtların en büyük handikabı elektriklerin kesilmesi ve telle boynuzlarının irtibatının kopmasıydı. Aslında otobüslerin tramvay ile ayrıldıkları tek nokta tekerlerinin ray üzerinde değil, asfalt üzerinde hareket etmesiydi. İşte bu aksaklıklar dar bir yoldayken troleybüsün başına geliyorsa trafik akışı durur, manüel çabalarla hareket etmesi sağlanırdı. Bu yüzden okuluna ve işine gecikenlerin sayısı hiç de az değildi. Daha da tehlikeli olanı ise tepede çıplak duran teller yüzünden elektrik akımına kapılma riskiydi. Zaten bu yüzden de hayatını kaybeden çok insana rastlamıştık.
Troleybüsler Başkentliler için başka bir yeniliği de beraberinde getirmişti. ZIS marka otobüslerde yolcular, arka kapıdan binip, biletçiye para ödeyerek içeri girer ve ön kapıdan inişleri gerçekleştirirdi. Troleybüslerde ise tam tersi girişler ön, inişler arka kapıdan yapılmaya başlamıştı ki, bugünde aynı kural devam ediyor. Feridun Bey’in da kitabında bahsettiği gibi Ankaralılar bu değişikliğe uzun süre alışamamış ve duraklarda kargaşa yaşanmaya başlamıştı.
70 YILLIK SÜRGÜNDEN SONRA KENARA ATILDI
Melih Gökçek’in gazabına uğrayan yaklaşık 6 metre yükseklikteki Su Perileri heykeli’nin hikayesini de kitabın sayfalarında buldum. Şehremini Asaf Bey‘in Avrupa’dan 1925 yılında siparişiyle gelen su perili fıskiyeli havuzun seyir defteri gerçekten çok ilginçti. Feridun Bey ona “gezgin havuz” ismini takmış.
İlk olarak Çankaya yolu üzerinde tosbağa yatağı adıyla anılan boş bir araziye yerleştirilmiş. Daha sonra, Maltepe yolundaki bir binanın önüne taşınmış. Bir sonraki durağı Onur Çarşısı’nın önünden geçen yol olmuş. Su perili havuz, Kızılay’a adını veren Kızılay binası yokken, meydana taşınmış ve meydanın ‘havuz başı’ ismiyle anılmasına neden olmuş. Kızılay meydanına dönüşmesi ile buradaki görevine son verilen havuz, Gençlik Parkı henüz yapılmamışken Gençlik Parkı’nın bulunduğu araziye yerleştirilmiş. Parkın yapım çalışmalarıyla birlikte tekrar tayini çıkan havuz, varlığını Hacettepe Parkı’nda sürdürmüş. Hacettepe Hastanesi’nin binalarının yükselmesiyle bir kez daha nakli çıkmış.
Havuzun yeni tayin yeri ise Tandoğan Meydanı olmuş. Ankara’ya yaklaşık 70 yıl hizmet veren havuz 90’lı yıllarda metro istasyonunun Tandoğan Meydanı’na yapılması bahane edilerek yerinden sökülmüş ve Büyükşehir Belediyesi’nin tozlu depolarına terk edilmiş. İşin ilginç yanı şimdi onun yerinde bir çaydanlık heykeli dikili. Eksik olmasın bizim belediyenin başındaki zat çok şekerdir ya!
GÖKYÜZÜNDEN DÜŞENLERİN CANLI TANIĞIYIM
Kitapta yer alan bir diğer olay da 1 Şubat 1963 yılında Ulus üzerinde düşen uçaktı. Ben o tarihte 5 yaşındaydım ve annemle birlikte Ulus halinde gezerken olaya tanık olmuştum. Yani hep şehir efsanesi gibi söylenen “Gökyüzünden insanlar ve hostes düştü” olayının canlı tanığıydım. Ancak hafızamda yer tutan ama hayal meyal hatırladığım bu olay hakkında geniş bir bilgiye de ulaşamamıştım.
İşte, Feridun Büyükyıldız, trajik olayın öyküsünü o tarihteki gazete manşetleriyle de süsleyerek tüm yönleriyle aktarmış. Bazı dramatik hikayeleri, çarpışmanın detaylarını onun kaleminden okuyucunda kafamdaki bölük pörçük bilgiler bir pazılın parçaları gibi bir araya geldi.
Aslında ne kadar feci bir olaydı. Middle Eas Airlines’e ait Lübnan yolcu uçağı Türk Hava Kuvvetlerine ait C-47 uçağıyla tam Ulus üzerinde çarpışmış, yolcular, mürettebat ve uçak enkazı şehrin üzerine düşmüştü. Esnaf, alışveriş yapanlar, memurlar derken de yeryüzünde bulunan onlarca insan da gökyüzünden düşenlerle birlikte hayatını kaybetmişti. Bense eline sımsıkı yapıştığım annemin çığlıkları eşliğinde güvenli bir binanın içine doluşan insanların arasına karışmıştım. Ortalık sakinleştiği anda da sokağa adım atmış ve 100 metre ötemize düşen bir hostesin parçalanmış cesediyle karşılaşmıştım. İyi hatırlıyorum, o an annemin kolları arasında arkama bile bakmadan TCDD lojmanlarındaki evde soluğu almış ve yorganı kafama kadar çekip sözüm ona güvenliğimi sağlamıştım. İşte kitaptaki satırlarla beraber o sahneler ve kaza sonrasına ait hostesin kanlar içindeki lacivert üniforması gözümün önüne geldi.
ANKARA GAR’I VE ÜNLÜ AKININA UGRAYAN GAZİNOSU
Kitaptaki bir bölüm de Ankara Garı ile hemen yanı başındaki Gar Gazinosu’na ayrılmıştı. Yani çocukluğumun ve gençliğimin bir döneminin geçtiği mekanlara. Feridun Bey’in anlatımının bilmeyenler için heyecanlı ama benim gibi bilenler için yetersiz kaldığı bir bölümdü. Ancak şunu da ilave edeyim, düşünüp, araştırıp, sayfalara aktarması bile bir başarıydı. Özellikle Gar Gazinosu ile ilgili satırlarda daha fazlasını bekledim. Orası Ankara’nın en elit ve canlı işletmelerinden biriydi. Yerli ve yabancı birçok ünlü sanatçının sahne aldığı gazinoda dünyaca ünlü birçok revü grubu da boy gösterirdi. Zaten başta Fransız sanatçılar olmak üzere birçok şöhret Ortadoğu turnesinin bir saç ayağı olmasından dolayı Ankara’ya gelmek durumundaydı. Yani Beyrut, Lefkoşa çalışmalarından önce ve sonra durak olarak Ankara’ya gelirlerdi. Tabii bir kısmı da İstanbul, Atina ringine devam ederdi.
Gar gazinosunda ön masalar ailelere aitti. Kravat ve takım elbisesi olmayan beyler içeri alınmaz, çok hatırlı müşteri için giriş vestiyerinde yedek ceket ve kravat bulundurulurdu. Hanımların ise şık gece kıyafetleri giymesi değişmez kuraldı. Yine hatırlı ama bekarlar grubu olarak gelen erkekler salonun en arkasındaki bölümlere oturtulurdu.
MERKEZ BANKASI BAŞKANININ BASTON FIRÇASI
1960’ların içinde, 70’lerin başında yaşanan bu olayları nereden mi biliyorum... O tarihlerde Ankara Garı’nın dibinde bulunan demiryolları lojmanlarında oturur ve çocukluk arkadaşlarımla beraber yazlık mekanının yüksek duvarlarına tırmanarak, görevlilere çaktırmadan olup biteni izlerdik. Tarih 1977 yılını gösterdiği zaman ise ilk gece haberini Gar Gazinosu’nda gerçekleştiren çiçeği burnunda bir muhabirdim, O dönemin Merkez Bankası Başkanı’nı yanındaki yabancı meslektaşlarıyla birlikte fotoğraflamıştım. İki gün sonra ise o başkandan sitem dolu bir eleştiri almıştım. Nedeni ise fotoğraf altındaki yazıda soyadının Bastonlu olarak çıkmasıydı. Halbuki hatayı ben değil yazı işleri yapmıştı. Resim altına ismini ve soyadını yazarken yazı işleri müdürünün daha iyi anlaması için parantez içinde yazdığım “Bastonlu” notunu soyadı olarak algılamasıydı...
Kısadan hisse o dönemde siyasiler ve bürokratlar Gar Gazinosu ve benzeri yerlere sık gider, kimseden çekinmezlerdi. Zira bilirlerdi ki eğlence de yaşamın bir parçası. Şimdi gelinen son noktada eğlence yerlerine giden siyasiler yadırganıyor, hatta bürokratsa aforoz ediliyor. Bu arada “Bürokratlarda gazinoya ödeyebilecek para mı var ki gitsin?” diyeceksiniz. İnanın kuzu çevirmeye, sıra gecesi düzenlemeye, alkolsüz balık ziyafetlerine ve hanımlara alınan lüks eşyaya daha çok para gidiyor. Önemli olan niyet!
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2010
Öğlen yemeğinde, sağlıklı besinlere fazla para ödemeden ulaşabileceğiniz birkaç restoran önerim olacak. Eminim ki bir kısmını siz de biliyorsunuz ama listesini daha da kabartmak isteyenler için bir öneri paketi hazırladım. Bu listeye girmeyi hak edip de ismini yazmayı unuttuğum yerler de olacaktır ama onları da denedikçe yazacağımdan kimsenin kuşkusu olmasın. Birazdan aktaracağım restoranı rastgele seçmemiştim. Tavsiye etmişlerdi... “Biz ne kadar söylersek, söyleyelim kendin gör ve tat” demişlerdi. Aslında son zamanlarda gidilip görülecek yerler listem bir hayli kalabalıktı. Yeni lezzetler, yeni mekanlar peş peşe açılmış ve özellikle dostlarım tarafından benim eleştiri süzgecimden geçmeleri istenmişti. İlk durağım ise Armada Alışveriş Merkezi’ndeki “Kırkpınar” isimli restoran olmuştu. Geleneksel Türk mutfağı lezzetlerinin modern dekorasyon çizgilerinin hakim olduğu atmosferde sunulduğu restoranda mönü çeşitliliği iştahınızı kabartacak nitelikteydi. Zira meşhur Kırkpınar köftesi ve tava ciğerinin yanı sıra Osmanlı saray mutfağına özel, islim kebabı, hünkar beğendi, tandır, sandal kebabı, incik gibi 45-50 çeşit sulu yemek, geniş salata büfesi ve çeşit çeşit tatlılar bizi bekliyordu.
BU MEKAN İÇİN BİR İYİ BİR KÖTÜ HABERİM VAR!
Ancak bunlara ulaştıktan sonra size aktaracağım bir iyi, bir de kötü haberim oldu. İsterseniz önce iyisinden başlayalım; Yiyip içtiğinize oranla fiyatlar çok ucuz. Örneğin mönünün zahmetli ve maliyeti yüksek yemeklerinden dört çeşit seçin, en fazla 15 lira ödersiniz. Masanızı tıka basa doldurunca da 25 lira. Fiyatlara bakıp da malzemeden çaldıklarını filan düşünmeyin... Tam aksine bu mekan, kaliteli ürünlerin alındığı ve hijyen şartlarının en fazla uygulandığı bir yer.
Gelelim kötü habere; Bu mönüye ulaşmanız için elinize aldığınız tepsiyi bantta yürüterek yemek reyonlarının önünde gezmek, beğendiğiniz yemeği tepsiye koymak, masaya gitmeden kasaya paranızı ödemek zorundasınız. Yani self servis dediğimiz cinsten bir hizmet anlayışına kesin kez uymalısınız. Garson mu? Bir tek masalarda biriken kirli tabak ve çanağı topluyor, o kadar. Aslında bu sebepten dolayı Kırkpınar Restoran, beyaz yakalıların öğlen yemeği esnasındaki tek tercihi olmuş. İnanın öğlen servislerinde iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık var. Zaten bu ilgi CEPA AVM’de faaliyete geçen ikinci restoranın da önünü açmış. Kırkpınar, Ankara’daki yeni trendin de habercisi olmuş. “Kaliteyi ucuza alırken kendi işini kendin gör”.
BULMAZSAN GARSONUN İYİSİNİ SEN DÜŞÜN ARTIK GERİSİNİ
Özellikle öğlen servislerinde bu yeni trend birçok işletmenin de aklını başına getirecek gibi. Bir yandan serviste kalifiye elemandan kaçınıp, eğitim vermeyen, diğer taraftan da servis ücretini faturaya ilave eden işletmeler yarışta geride kalacak gibi görünüyor. Buna karşın kendi servisinizi kendinizin yaptığı restoranlarda hem kalite ucuza alınacak, hem de iş bilmez garsonların peşinden bakma durumu ortadan kalkacak.
Aslına bakarsanız Kırkpınar’a gidişimde böyle bir hizmet anlayışına maruz kaldığım günün ertesine denk geldi. Sahiplerini ve yemeklerini çok sever ve takdir ederim ama Mesa Hastanesi’nin hemen yanında açılan Alaturka isimli restoran beni ve yanımdaki misafirleri çileden çıkarmaya yetti. Bir düşünün, masalarının yarıdan fazlası boş restorana öğlen yemeği için gidiyorsunuz, adam bolluğuna rağmen kapıda karşılayan tek bir Allah’ın kulu yok. Sonra kendi kafanıza göre bir masa seçip oturuyorsunuz ve garsonun tenezzül edip geleceği anı iple çekiyorsunuz. Aradan beş dakika geçiyor, yedi dakika geçiyor ama masanıza yönelen bir tek garson yok.
Üstüne üstlük sizden dört dakika sonra gelen yan masa komşunuz verdiği çorba siparişe çoktan kavuşmuş durumda. Paranızla rezil olduğunuza mı yanarsınız, İstanbul’dan gelen misafirlerinize mahcup olduğunuza mı? Sonuçta geriye yapacak tek bir şey kalıyor ve sekiz dakikadır oturduğunuz yeri terk edip dışarı çıkıyorsunuz. Ayrıca bu süre zarfında müessese sahibi ortalıklarda görünmediği için kimi kime şikayet edeceksiniz?
BU AÇIK BÜFENİN ETRAFINDA TAVAF EDİLİR
Benim son zamanlardaki öğlen yemeği rotalarıma giren bir yer de Fige Restoran... Hanım sahibinin hünerli ellerinden çıkmış zeytinyağlılar, börekler ve sıcak yemekler oldukça güzel. Ödeyeceğiniz bedel ise böylesine bir mönü için oldukça ucuz. İster garson yardımıyla, isterseniz açık büfe etrafında gerçekleştireceğiniz tavafla dolu tabaklara kavuşmanız mümkün. Size tavsiyem büfeyi görüp, beğendiğinizden istediğiniz kadarını tabaklara doldurmanız. Bunun için ödeyeceğiniz para ise 15 lirayı geçmiyor.
Atakulu’nun dibinde bulunan vali konağına komşu bu mekanın öğlen müşteri profili beyaz yakalılardan oluşuyor. Genellikle çevredeki özel şirket çalışanları evlerinde bulamayacağı lezzetlere burada kavuşuyor. Denemenizde fayda var...
Ben öğlen yemeğinde, garsonun servis yaptığı şık dekorasyonlu ve Türk mutfağının örnekleriyle karşıma çıkan yerlerde yemek yiyeyim diyorsanız da birkaç önerim olacak. Atatürk Orman Çiftliği’nde Atatürk döneminden beri hizmet veren Çiftlik Merkez Lokantası, Esat semtinde yer alan beş katlı Göksu Restoran, Hoşdere Caddesi’nde yer alan Beykoz Restoran, Filistin Caddesi’nde yer alan Gar Lokantası bu iş için biçilmiş kaftan. Özellikle Gar Lokantası’ndaki sulu yemekleri denemenizi isterim.
BUNLAR DA SALAŞ LEZZET DURAKLARI
Kimi mekanlar var ki, pek çok kişi tarafından, diğerlerine nazaran daha iyi bilinirler. Sohbet aralarında geçen, “Seni bu öğlen öyle bir yere götüreceğim ki, bu kadar lezzetlisini yememişsindir. Ama biraz salaş...” şeklindeki cümlelerin içindedir bu mekanlar. Çok ünlüdürler, ucuzdurlar. Hiç reklama gerek kalmadan, kulaktan kulağa dolaşan bir enformasyon yöntemiyle ve yılların birikimiyle yapmışlardır bu ünlerini. Bu duraklara, yoğun hayatın temposundan, farklı ve özel bir lezzet koparabilmek için uğrarız. İşte bunlardan bir kaçı.
Birçok insan için, Erzurum denince, akla üç kelime gelir. Dadaş, Oltu Taşı ve tabii ki Oltu Kebabı da denilen Cağ Kebabı... Yatık döner olarak da bilinen bu kebap çeşidi, Ankara’da pek çok yerde yapılır. Ama bunlardan biri var ki, gerçekten de, gerek etinin lezzeti, gerekse ustasının maharetiyle ünlenmiştir. Bizim Oltu Kebap, Balgat semtinde 1986 yılından beri hizmet veriyor.
BU YATIĞIN PÜF NOKTASINI MUTLAKA ÖĞRENECEĞİM
Her gidişimde hazırladıkları kebabın sırrını tam olarak vermeseler de, bazı püf noktalarını söylemekte de sakınca görmüyorlar. Örneğin süt kuzusunu kendi gizli yöntemleriyle terbiye etmek gibi.
Emek’in 81’inci sokağındayız... Tam 30 yıllık bir mekana, Ciğer 52’ye adım atarken, yine her taraf cıvıl cıvıl. Öğle yemeği saati ve ne bahçede ne de içerde yer bulmak mümkün değil. Mekanın sahibinin, her zamanki içten gülüşüyle, “On-on beş dakika bekleteceğiz sizi” sözlerine hazırlıklı olun. Ciğer 52’de beş çeşit kebap çıkıyor. Çöp şiş, ciğer, Adana, bonfile ve külbastı. Ama ağırlık çöp şiş ve Adana’da. Ciğerin ise hastaları var.
ET, BALIK VE KELLE... YENİR ELLE!
Pek çok kişi, Siteler’e gelip de, Konyalı Kebap’a uğramadan edemiyor. Yüzyılları aşıp gelen meşhur Konya Tandır’ın tadı, gerçekten de burada doruk noktasına ulaşıyor. Konya Tandır, Osmanlı mutfağından günümüze kadar gelen en popüler yemeklerden biri. Bakır kazanlarda 7-8 saat pişen koyun eti ağızda adeta eriyor. Bundan bir kaç yıl önce, oldukça salaş bir görünüme sahip olan Konyalı Kebap, değişen çağa ayak uydurmuş ve dekorunu da yenilemiş. Değişmeyen tek şey, tandırın elle yenmesi. Buradaki masalarda boşuna çatal, bıçak aramayın. Çünkü “Et balık, kelle... Yenir elle.” deyimi burada hayat buluyor. Ama merak etmeyin. Çok temiz tuvaletlerinde sürekli olarak sıcak su akıyor.
İşte iki öneri de balık restoranlarından. Yenimahalle semtinde yıllardan beri faaliyet gösteren Çalıkuşu isimli balıkçı son günlerde bir hayli revaçta. Diğer semtlerden rotasını çevirip gelenler var ki, ben de bunlardan biri oldum. Keza, Yıldız 4’üncü caddedeki eski mekanına geri dönen Balık Pişirme Evi’de cazibe merkezi haline geldi. Kısa bir süre öncesine kadar Hollanda sefaretinin hemen yanındaki dört katlı binasında hizmet veren Pişirme Evi’nin eski küçük ama şirin yerine dönmesi çok iyi oldu. Şimdi fiyatlar daha ucuz ve ürün kalitesi daha yüksek.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2010
10 Haziran 2007 tarihinde “Ankara’nın en pahalı arsası ve...” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Bugün bakıyorum da benim bu haberi olduğu gibi yansıtıp, üzerine “Özel Haber” logosu koyarak yeniden piyasaya süren gazeteler var. Gerçi beni ilgilendiren kısmı eskiyi yeni gibi lanse edenler değil, yıllar geçse de birazdan aktaracaklarıma kulak asmayanlar. Sonra da geçmişine sahip çıkıyormuş gibi yapanlar... Biraz kısaltarak o günlerde köşemden sizlere aktardığım konuyu bir kez daha yayınlıyorum.
Bu arada söz Adnan Menderes’in oğulları Yüksel ve Mutlu’dan açılmışken, önemli bir konuya da değineyim. Doğru Yol Partisi, kendini fes edip Demokrat Parti adını aldı ve geçmişine sahip çıktı. Yani, Adnan Menderes ile başlayan köklerine geri dönüp, yeni dönemi açtı. Ancak, gel gör ki, mirasın önemli parçalarından birini oluşturan Yüksel ile Mutlu Menderes’in ebedi uykularına yattığı mezarlara aynı hassasiyeti göstermedi. Bugün Adnan Menderes’in iki oğlunun mezarları, bakımsız halleriyle görenlerin içini burkuyor. Hatta, mezarlık müdürlüğünün kayıtlarına göre Yüksel Menderes’in adresi olarak yapılı olmayan ve üzerinde mermer lahiti bulunmayan mezar yeri karşınıza çıkıyor. Acaba bu ilgisizliğin suçu bir döneme sahiplenenlerde mi, yaşamı idam sehpasında son bulan Menderes’e sığınanlarda mı, yoksa sağa sola “Helallik” dağıtan Aydın Menderes’te mi?
GEÇMİŞE SAHİP ÇIKANLAR İKİ MEZARA NEDEN SAHİP ÇIKMADI?
Unutanlar için geçmişi şöyle bir hatırlayalım: 10 yıl başbakanlık yapan Menderes’in 18 Şubat 1959’da Londra yakınlarında bindiği uçak düşer, ama bu korkunç kazadan yaralı olarak kurtulur. Ancak Menderes’i 27 Mayıs darbesinden sonra acı dolu günler beklemektedir. Yargı, hapishane derken acı son gelmekte gecikmez: İdam.
Menderes ailesinin dramı, baba Menderes’in idamıyla son bulmaz. O sıralar Aydın milletvekilli olarak Meclis çatısı altında yer alan ailenin en büyük oğlu Yüksel Menderes, 1 Mart 1972’de Ankara’daki evinde ölü bulunur. Başucunda ise kareli bir kağıda yazdığı veda mektubu vardır. Bıraktığı yazıda “Hayatta kaderin bütün cilveleri beni buldu. Kötü hadiseler karşısında daha fazla tahammül gösteremeyeceğim. Artık yaşama gücümü kaybettim” der.
Ailenin diğer ferdi Mutlu Menderes de, Ankara’da 8 Mart 1978 tarihinde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeder. Adnan Menderes’in hayattaki son oğlu Aydın Menderes de trafik kazası geçirir. Bugün hayati tehlikeyi atlatmış durumdaki Aydın Bey, kol ve bacaklarındaki felçle yaşamak zorunda.
Gördüğünüz üzere bugünde değişen bir şey yok. Dün DYP ve Demokrat Parti geçmişine sahip çıkacağını söylüyordu, bugün ise Ak Parti. Ama hepsinin sahipliği kuru bir sözden öteye geçmedi. Eh benim üç yıl önce yazdığım yazı bugünde geçer akçeyse söylenecek daha da söz yok.
AĞZIMIZ AÇIK MİDEMİZ BOŞ KALMAYA DEVAM EDİYOR
Referandum sürecinin bıkkınlığından olsa gerek beni bu saatten sonra Hüsnü bile şenlendiremez duygusuyla uçağa binmiştim. Bir yandan el ayak çekilmiş Bodrum’da ne yapacağımı düşünüyor, diğer yandan da Tempo Travel dergisi için yeni bir yer daha keşfetmenin heyecanını yaşıyordum. Mesai arkadaşlarım ise “Sen Vodafone gibi anı yaşarken, biz Turkcell gibi seni her an çekemeyiz” diyerek gitmem için gözümün içine bakıyordu.
Neyse, ikram kalitesiyle(!) ağzımızı açık, midemizi boş bırakan Anadolujet’in Bodrum seferiyle seyahatin startını verdik. Gittiğimiz yer Azeri iş adamı Mübariz Mansımov’un Yalıkavak’da bulunan Palmalife isimli butik oteliydi. Butik dediysem, Karamürsel sepeti gibi küçük bir mekan zannetmeyin. 40 odalı bu otel de lüksün ve hizmetin sınırı yoktu. 168 personelin çalıştığı tesiste sahildeki kumlar bile Maldivler’deki gibi beyaz görünsün diye çok uzaklardan getirtilmişti. Pahalı markaların resmigeçit yaptığı dekorasyon, insana cennete miyim hissi veren bitki örtüsü, bir tek kuş sütünün eksik olduğu açık büfeler de işin cabasıydı...
SİBEL VE HÜLYA’YI GÖRMEDİM AMA TÜSİAD ORADAYDI
İlt etapta koydaki iskeleye bağlı duran iki dev yat dikkatimi çekti. Sonradan öğrendim ki 60 metre uzunluğundaki üç direkli Bodrum işi katamaran, Türkiye’nin en büyük yelken yatıymış ve Mansimova aitmiş. Keza 26 metrelik motor yat da... O Bu filoyu neden kurmuş diye düşünürken otelin genel müdürü Gülderen Hanım’ın “Hoş geldiniz” sesiyle irkildim. Otel güzel, genel müdürünün sıcak tavırları ondan da güzel olunca soru boğazımda düğümlendi.
Ertesi gün kahvaltıdan hemen sonra plajda soluğu alırken çevreyi incelemeye başladım. Otel müşterisinin profiline baktığım zaman da kendimi TUSİAD toplantısındaymış gibi hissettim. Türkiye’nin tanınmış iş adamları, CEO düzeyindeki profesyonelleri eşleriyle birlikte plajın tek hakimiydi. Ruslar ve sonradan Ukraynalı olduğunu öğrendiğim bir grup ise şatafatın global temsilcisi gibi aralara serpilmişlerdi. Yine sonradan öğreniyorum ki, Sibel Can, Hülya Avşar, Seren Serengil gibi bazı ünlüler gözlerden ırak bir tatil için burayı seçiyormuş. Sonuçta ilgimi beyaz kumsal, yeşil bitki örtüsü ve masmavi deniz üçlemesine çevirip güneşin tadını çıkarmaya başladım.
Akşam ise ne Ukraynalılardan, ne de o kızlardan haber vardı. Meğer beach parti varmış ve hepsi orada bloklanmış. Koku aldım ya, rotayı sahile çevirdim ki güvenliğin “Dur” ihtarıyla yarı yoldan geri dönmek zorunda kaldım. Parti özelmiş ve sadece Ukraynalılar girebiliyormuş. Gecenin ilerleyen saati, üzerindeki seksi tuvaletiyle yanımdan süzülüp giden güzel kadını ise ilk etapta tanıyamamıştım. Meğer Nez’den başkası değilmiş ve partinin star sanatçısıymış. Parti saat kaça kadar sürdü bilemeyeceğim ama yatmaya çekildiğim saat 01.30’da müziğin sesi kesilmemişti.
SAVORNA’YI GÖZÜMÜZ GİBİ KORUYALIM AMA...
Bunları niye mi aktardım? Açıklayayım... Tarihi Savorana yatına fuhuş baskını günlerdir medyanın gündeminden düşmüyor. Politikacılar Ata yadigarını kurtaracaklarına dair sözler veriyor, sivil toplum kuruluşları veryansın ediyor, Rus ve Ukraynalı kızların boy boy resimleri çıkıyor... Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Savorana kaderine, daha doğrusu iş adamlarının vicdanına terk edilmemeliydi. Özenle korunup, bizden sonraki nesillere sapasağlam aktarılmalıydı ama olmadı. Herşeye para bulan siyasi iktidarlar Ata yadiğarı için kaynak yaratamadığı için yüz kızartan durum ortaya çıktı. İnşallah bu ders olur da Savorana gurur abidemiz olarak mavi sularda yelken açmaya devam eder.
Benim esas bahsetmek istediğim konu ise başka. Fuhuş operasyonu diye Antalya gibi tatil yörelerinde baskın üzerine baskın düzenleyen Emniyet Teşkilatı’nın tutumu ve olayların medyaya yansıma biçimi turizmimize darbe vuracak boyutlara ulaştı.
REZERVASYON İPTALLERİ GELMEYE BAŞLADI
Malumunuz ülkemiz “Her şey dahil” sistemi sayesinde ucuz tatil cenneti. Uçaktan inen turist doğruca otele transfer ediliyor ve dönene kadar yemeden içmeye, konaklamadan deniz sefasına kadar herşeye en ucuz şekliyle sahip oluyor. O tartışmalara da girecek değilim. Şu an turizmde ençok kazanan tesisler lüks hizmet sunup, VIP müşteri ağırlayanlar. Zaten dünya zenginleri de bu lüksü sunan yerlere gidiyorlar. Evlilik yıl dönümü, doğum günü, şirket toplantısı derken de milyonlarca döviz bırakacakları organizasyonları ülkemize kaydırıyorlar. Günlüğü 100 dolarlık oda yerine 2 bin hatta 10 bin doları bulan villaları tutuyor.
Şimdi şöyle bir düşünün bakalım; Benzer tesise 100 dolar ödeyen müşteri mi iyidir, yoksa 10 bin dolar ödeyen mi? Senin ülkenin toplumsal yaşamına ve ahlak kurallarına zarar vermeden bu eylemleri gerçekleştiriyorsa tabi ki fazla ödeyen daha makul müşteri. İşte fuhuş baskını haberleri onları da korkutmuş olacak ki şu sıralar birçok rezervasyon iptalleri gelmeye başladı.
Bu arada bir kez daha vurgulayayım, Savorana’da gerçekleşenlerin affedilir yanı yok ki operasyonu gerçekleştiren Emniyet güçlerini tebrik, fuhuş olayına karışanları lanetlemek lazım. Benim bahsetmek istediğim konu, bu tip kötü niyetli ve toplumsal değerlerimizi hiçe sayan insanları deşifre ederken ülke turizmini de düşünmemiz gerektiği. Her parti yapan, güzel kızlardan gruplar oluşturan turistleri potansiyel suçlu olarak kamuoyuna yansıtırsak hiçbiri gelmez.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2010
MESLEKİ pozisyonumdan olsa gerek farklı çevrelerde, farklı olayları yaşamak kaderim oldu. Sorumlusu olduğum yayın sayısı 32 ve herbirinin içeriği diğerinden farklı...
Son iki haftadır şehirler arası trafiğin içinde kendimi oradan oraya koşarken buluyorum. Kimi zaman Ekonomist ve Capital için ekonomiye yönelik bir toplantının içinde, kimi zaman Tempo için siyasi gündemin ortasında, kimi zaman da Atlas ve Travel gibi dergiler için doğanın kucağında... Birazdan aktaracağım iki hikaye yaşadıklarımdan sadece bir bölümü.
Atlas- Columbia “Doğa Yürüyüşleri”nin dördüncüsü bu ayın ortalarında Ankara’nın Kızılcahamam ilçesindeki Soğuksu Milli Parkı’nda yapıldı. Geziye katılan yaklaşık 350 okur, doğayı birlikte keşfetti. Bilmeyenler için aktarayım, Soğuksu Milli Parkı, yaban hayatının zenginliği ve peyzaj güzellikleriyle mükemmel bir yer. Burada birçok hayvan türünü bir arada görmeniz mümkün. Parkın içini kendine mesken edinmiş yırtıcı kuşlar, ayılar, tilkiler ve diğerleri özgürce yaşıyor. Ayrıca günlük ziyaret biçiminde gelen piknikçiler de var, kamp kurup orman şartlarında yaşayan doğaseverler de...
İşte Kızılcahamam organizasyonu için İstanbul ve Ankara’dan sekiz otobüs kaldırdık ve Atlas okurları, bu harika parkta bir araya geldi. Tabii özel aracıyla gelenlerin sayısı da küçümsenmeyecek kadardı. O gün kamp çadırları kuruldu ve yaklaşık 16 kilometrelik doğa yürüyüşü başladı. Ardından da sucuk ekmek ziyafeti için barbeküler yakıldı, kuruyan boğazlara şifa olması için alkolsüz içecekler ve şaraplar tezgahın üstüne istiflendi.
AYI DEĞİL AÇIK HAVA BOL GIDA BERTARAF ETTİ
Katılımcılar tam bir doğa aşığıydı... Çevreyi temiz tutmak, bitki ve hayvanlara zarar vermemek için azami gayreti gösterdiler ki piknikçilerin bıraktığı çöpleri bile toplamaktan kendilerini alamadılar. Benim görevim ise ulaşımdan konaklamaya tüm bu organizasyona lojistik destek sağlamaktı. Doğrusu ziyafet ve kamp yeri eğlenceleri dışında diğer aktivitelere katılmamıştım, ancak açık hava bol gıda beni bertaraf etmişti. Gece yarısı Ankara’ya doğru yola çıkmadan önce de o ilginç haber gelmişti.
Çadırlarında uykuya çekilen kamp sakinleri bir ayının saldırısına uğramıştı. Hani ayı dediysem mecazi anlamda değil, gerçek bir ayı. Ormanın içinden çıkıp gelen ayı bazı çadırları yıkmış, yiyecek poşetlerine pençe atmış ve herkesi ayağa diktikten sonra ağaçların arasından kaybolup gitmişti. Kampta heyecan yaratan bu durum karşısında panik çıkacağını beklerken de, sakinlerin farklı bir telaş içinde olduğunu fark etmiştim. Hepsi birbirine ayının fotoğraflarını çekip çekmediğini soruyor ve hayvanı daha net görememenin eksikliğini yaşıyordu.
O gün bir kez daha anladım ki ayı ayıdır, ne yapsa yeridir. Zira orası onun vahşi doğadaki evi.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2010
HER hafta kimi zaman soft, kimi zaman da eleştirisi bol yazılar yazıyorum. Eleştirirken de kişi ve kurumların yanlışlarını belgeleriyle sizlere aktarıyorum. Bir kesime sevimli, diğerine sevimsiz görünecek bir yol haritası çizerken de asla toplumsal değerleri gözardı etmiyorum.
Özeleştiri yaptığım zamanlarda da yazılarımın hedefi 12’den vurup, bir işe yarayıp yaramadığını sorguluyorum.
Ramazan Bayramının getirdiği tatil fırsatından yararlanıp seyir defterimi bir kez daha gözden geçirdim. Gördüm ki birçok konuda yazdıklarım yerini bulmuş ve yanlışlardan dönülmüş. Örnek mi? O kadar çok ki, hangisinden başlayayım bilemiyorum. En iyisi aralarından bir demet yapıp, sizlere aktarayım.
Önceliği Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e verelim ve tüm Başkentlilerin yaşamına direkt etkisini ele alalım. Gökçek’lerin villaları ve kentin en temel ihtiyacı olan metro köşe yazılarımdan hiç eksik olmadı. Mahkeme salonlarına kadar yansıyan villa olayında belediye başkanının yaptığı usülsüzlük kayıtlara geçtiği ve tüm toplumca bilindiği için kendimi sonuca ulaşmış görüyorum. Bundan sonrası savcıların ve İçişleri Bakanlığı’nın işi...
AK PARTİ BİLE GÖKÇEK’E GÜVENİNİ YİTİRDİ
Gelelim kentin ulaşım sorununa... Gökçek’in alt üst geçit sevdasının trafik sorununa çare olmayacağını, çözümün metrodan geçtiğini, otoban gibi yollar sayesinde şehrin ruhun kaybolduğu yazdım durdum. Gelinen noktada AK Parti metroyu bitiremeyeceğini açık açık söyleyen Melih Gökçek’e güvenini yitirdi ve işin tamamlanması için Ulaştırma Bakanlığı’na yetki verdi.
Son aylarda fark etmişsinizdir Gökçek’in otobana çevirdiği yollar trafiği daha da çekilmez hale getirdi. Eskişehir yolu, Kızılay, Bakanlıklar gibi ana arterlerdeki sıkışıklık seyir halindeki herkesi canından bezdirdi. Üstelik bu bezdirme katlanarak da devam ediyor.
Nedeni ise yanlış şehir plancılığından, alternatif yaratmayıp bu yolları cazip hale getirmek ve metro ihmalinden başka bir şey değil. Vatandaşı toplu taşımacılıkla buluşturması gerekirken 16 yılda bir metre bile metro rayı döşeyemedi. Üstelik üçüncü dünya ülkelerinde görülecek şekilde vatandaşı otobüs ve dolmuşlara istiflemeye devam etti. Metrodan vazgeçtik bir İstanbul Belediyesi kadar bile olamayıp, çağdaş ve rahat otobüsleri devreye sokamadı.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2010
GEÇEN hafta tüm medyada yer bulan caddelerdeki paralı park olayına farklı bir bakış açısıyla ben de değinmiştim. Bahçelievler 7’inci Cadde, Kavaklıdere Tunalı Hilmi Caddesi, Yıldız Turan Güneş Bulvarı gibi ana arterlerde paralı park uygulamasına geçilmesine birçok kişi gibi eleştiri getirmiştim. İster 10 dakikalığına, isterse bir günlüğüne olsun yolun kenarına park eden araç sürücülerinden alınan 5 Lira’nın nelere yol açacağını da köşeme taşımıştım. Birçok okur ve sivil toplum örgütü de benimle aynı düşünceleri paylaşıyordu. Gelen iletiler arasında biri çok ilgimi çekti ki sizlerle paylaşmak istedim. Elektronik postayı atan okuyucunun adı Tuncer Yakut’tu ve şunları yazıyordu.
“Sayın İpekeşen, caddelerin paralı park yeri haline dönüştürülmesi ile ilgili yazınız beni 1950’lere götürdü. İstanbul Aksaray’da Millet Caddesi’nin yapımına başlanmış, güzergahı kapatan asırlık çınar ağaçları kesilmişti. Doğal olarak basında (medya yoktu o zamanlar) kıyamet kopuyordu. Bu gibi olayları ağır eleştirisi ile tanınan Ref’i Cevat Ulunay’ın şu mealde bir yazısını hatırlıyorum: “Okuyucularım Aksaray’daki çınar katliamı için neden yazı yazmadığımı soruyor. İçim sızlayarak bu defa ağaç kesimini doğru buluyorum...”
Burada hemen araya gireyim; Turhan Bey, adı ister Ref’i Cevat Ulunay olsun isterse başka biri, doğa katliamına sessiz kalan kişi benim gözümde bir hiçtir. Hele ki asırlık çınarların yok edilmesi tam bir cinayettir. Kısacası bu örneğiniz hiç hoşuma gitmedi. Neyse kaldığımız yerden devam edelim.
“Ben de sizin yazınızdaki eleştirilere ve özellikle son 15 yılda iskân edilen Turan Güneş Bulvarı çevresinde neden park alanları ayrılmadığı yolundaki görüşünüze tamamen katılıyorum. Ama ne var ki: evim Turan Güneş’de… Ofisim de Tunalı Hilmi’de. Her sabah ve akşam 7,5 km. olan ev-ofis arasını arabamla en az yarım saatte alabiliyorum. Turan Güneş’de ilk iki trafik ışığı arasındaki bölümde ve Tunalı’da flâşörünü yakan istediği yerde istediği kadar duruyor. Sizin ne çektiğiniz umurlarında bile değil. Birinci sıra işyeri sahiplerince devamlı işgal altında olduğundan ikinci sıra yetmiyor üçüncü sıra, trafiği de keserek rahatça yapılıyor. Müdahale etmek için ya dayak ya kurşun yemeyi göze almak gerek. Polis ise ortada yok.”
YORULDUĞU YERE HAN İSTEYEN GENÇLİĞE İYİ Mİ OLDU?
“Çaresiz katlanıyoruz (ya da katlanıyorduk). Birden buralar paralı parka dönüştürüldü. Aman yarabbi caddeler tertemiz! Yol tam 15 dakika fark etti. 50 metre yürümeyi zul sayan, istediği yerde durmayı adet edinmiş, “Yorulduğu yere han isteyen” BMW ve Audi kuşağı gençlerimiz beş lira vermemek için artık durmuyor. Para her şey... Ne saygı, ne sevgi, ne usul ve nizama riayet... Akıl edenden Allah razı olsun, demek ki bu ülkede saygı sevgi ve vatandaşlık şuuru para ile satılan bir meta haline gelmiş. Umarım sürdürülebilir. Pek ümidim yoksa da, tamamen haklısınız, kendi hatasını vatandaşa yıkan bir uygulama, haksız, paramızla yaptıkları yerlerden bir kere daha para alıyorlar ama ben “içim sızlayarak” öyle mutluyum ki bilemezsiniz...”
Tuncer Bey’in yazısının bu bölümü de ilgimi çekti. Zira bana “Okullar olmasaydı Milli Eğitim Bakanlığını ne güzel yönetirdim” diyen bakanı hatırlattı. Öncelikle Turan Güneş Bulvarı’na park edenler sırf lüks araçlar değil, Skoda, Fiat gibi otomobil markalarına sahip sürücüleri de var. Sonuçta onlar da bu 5 lirayı ödemek zorunda. Kaldı ki ben de evimden çıkıp aynı güzergahı kullanıyorum ve olağanüstü bir şey yoksa 8 ile 10 dakika arasında gideceğim yere ulaşıyorum. Sizin düşüncenizdeki en büyük yanlışa gelirsek. Vatandaşlık bilinciyle, ikaz tabelalarıyla, emniyet güçleriyle ve nihayetinde cezalarla bu sorun çözülemiyorsa çözümün parada aranması ne kadar üzücü...
Bu yüzden bazı manevi değerlerini yitirmiş, maddiyatı ön planda tutan bir toplumsal yaşamın pençesinde değil miyiz? Bedava kömür, erzak ve gıda ürünü alıp oyunu bu avantalara göre atan vatandaşlarımız sayesinde birçok değerlerimizden fedakârlık etmiyor muyuz? Bu maddi getiriler yüzünden Başkent Ankara her geçen gün sevimsiz bir şehir haline dönüşmüyor mu? Caddelerin otobana, toplu taşımacılığın eziyete, sosyal hayatın tek düzeliğe dönüştüğü bir şehirde yaşamaktan mutlu musunuz? Bu rant ekonomisinin bizi nerelere götürdüğünün farkında mısınız? En iyisi sizlere birkaç ilginç örnekle işin nerelere vardığını anlatayım.
RANT İŞİ ÖYLE BOYUTLARA GELDİ Kİ CADDE TEKSAS’A DÖNDÜ
Cadde ve bulvarlarda toplanan bu otopark paralarının çok az bir kısmı vatandaşa hizmet götürmesi gereken belediyeninin kasasına giriyor. Esas parayı kazananlar buraları ihaleyle işleten kişiler. Nedense de bu kişiler Gökçek’lere yakın bir camiadan oluşuyor. Yakın diyorum, zira böyle bir uygulamanın ihalesi günler öncesinden herkese bilidirilip, üç gün önce kurulan şirketlere verilmezdi. Eminim ki böylesine yağlı ballı bir iş için yüzlerce girişimci kıyasıya yarışırdı. Ankara’nın cadde ve sokaklarında öylesine bir rant dönüyor ki dudaklarınız uçuklar. Örneğin son zamanlarda taksi durakları arasındaki kavgaları duymuşsunuzdur. Hele ki Arjantin Caddesi’ndeki silahların bile kullanıldığı son kavga işin hangi boyutlara geldiğinin tam göstergesi. Şu an mahkemesi görülen olayda iki taksi durağı caddeyi paylaşma kavgasına girmiş ve iki grup arasında silahların da kullanıldığı sokak kavgaları yaşanmıştı. Sebep ise ranttı. O caddenin kaymağını ben yiyeceğim çekişmesiydi.
BUNA EKMEK DEĞİL HAVYAR PARASI DENİR
Ortadaki rantın büyüklüğü ise ekmek parasının çok üzerindeydi. Zaten taksi, dolmuş ve Halk otobüsü sahiplerinin ekmek parası da bana biraz garip. Bir taksi devir plakasının 300 bin, dolmuş plakası devrinin bir milyon, halk otobüsü devrinin ise 1,5 milyon lira olduğu yerde buna ekmek değil, pasta değil, havyar parası kazanma denir. Bu kadar yüksek paraların ödendiği bir sektörde mal sahiplerinin dar gelirli olmasından bahsedilebilir mi? Ulaşım sektöründe ekmek parası peşinde koşanlar ise sadece ücretli olarak çalışan zavallı şoförler ve durağa kapağı atacak parayı bulamayan taksi esnafı.
Bugün kurulu duraklardan birine gidip, satın almak istediğinizi söyleyin, bakalım ne cevap alacaksınız? İstenilen devir parası karşısında emin olun şaşkına döneceksinizdir. Sizi fazla merakta bırakmadan yeni AVM’lerden birinde yaşananlarla cevabını aktarayım. Bu AVM’nin önünde kurulan taksi durağına bir takım adamlar gelir ve bu durağı satın almak istediklerini söylerler. Alıcının arkası bir hayli güçlü olacak ki durak sahibi satmama fikrini sürdüremez. Sonuçta da çaresizlikten 700 bin lira ister. Israr, baskılar, üstü kapalı tehditler derken de 400 bin liraya el sıkışır.
SADECE DURAK İÇİN 70 BİN LİRA ÖDEYEN TAKSİLER VAR
Yeni durağın sahipleri ilk iş olarak bu AVM önünde çalışmak isteyen taksicileri karşısına toplar ve isteklerini bildirir. Bu istekler arasında taksi başına 70 bin lira ortaklık payı da vardır. Sonuçta yaklaşık 40 taksiciyle anlaşır ve 2,5 milyon lira para toplar. Yani verdiği 400 bin lira çok kısa sürede kendisine 6 katıyla geri döner. Ayrıca bu paraya her ay toplanan aidat dahil değildir.
Şimdi elinizi şakağınıza koyup, bir düşünün bakalım. Sadece hava parası olarak 70 bin lira veren bir taksicinin boğaz tokluğuna çalıştığını düşünmek saflık değil midir? Tamam bütün duraklar bu kadar yüksek paralara üye almayabilir ama hepsinin de bir bedelinin olduğu aşikar. Gelelim madalyonun diğer yüzüne. Sizce ana arterlerin neredeyse her köşesine leblebi gibi dağıtılan durakların gelirinden Belediye, dolayısıya da vatandaş ne kazanıyor olabilir? Bizim vergilerimizle yapılan cadde, sokak ve kaldırımlardan bazı taksi esnafı rant sağlarken hepimizin sahibi olduğu belediye ne kazanıyor? Cevabı gayet basit... Koca bir hiç!
O DA ESNAF BU DA AMA İMTİYAZLAR FARKLI
Taksi esnafının, kasaptan, manavdan, bakkaldan farkı ne? Adam bir dükkan açacak, iskan ruhsatı, tabela vergisi derken birçok vergi veriyor, hatta kaldırıma işgaliye parası ödüyor. Ya taksiciler? Hepimizin olan caddelerde park edip, 5 kuruş ödemeden gelir sağlıyor. Pek ala bu işler Avrupa’daki gibi olabilir. Taksi durakları boş bir arsayı ya da garajı kiralayabilir, satın alabilir ve tüm vatandaşlara ait yolları işgal etmeyebilir. İsteyen telefonla ya da sokaklara konulan ziller yardımıyla taksi çağırabilir.
İnanın Ankara’nın toplu taşım sorunları hallolsa bütün bunlar oluşacak ama Melih Gökçek sayesinde bir türlü hallolmuyor. Ücretli çalışanlar hariç, şoför esnafının neden Melih Gökçek’i çok sevdiklerini ve desteklediklerini anladınız mı? O yüzden de caddelerdeki 5 liralık otopark parasına karşıyım.
ÇANKAYALI UYUMA ÇÖPÜNE SAHİP ÇIK
Hazır yeri gelmişken başka bir konuya daha değineyim. Çankaya Belediyesi’nin çok güzel bir uygulaması var. Karton, naylon, cam gibi çöp gibi çöpler için ilçenin değişik yerlerine özel toplama varilleri koyuyorlar. Böylece de hem dönüştürülebilir artıkları ayıklama derdinden kurtulunuyor, hem de belediyeye gelir sağlanıyor. Sanıyorum bu atıkları da üç günde bir topluyorlar. Ancak bazı uyanıklar bu biriken atıkları kamyon, kamyonet gibi araçlarla akşam saatlerinde toplayıp, haksız kazanç sağlamaya başladı. Bu çöp toplama yerlerine dadanan bu hırsızlar para edecek bütün atıkları el çabukluğu ile araçlarına yükleyip, çalıyorlar.
Benim esas dikkatimi çeken ise semt, mahalle, sokak derken orada yaşayanların sesini çıkarmaması. Hadi bu hırsızlara bulaşıp da başlarına bela almamak için ikaz etmiyorlar, en azından belediyeye bir telefon açıp ihbarda bulunamazlar mı? Göz göre göre hırsızlığa son vermek için bir telefon yeterli.
Ben Oran semtinde oturuyorum ve akşam saat 22 sıralarında çöp toplama yerine dadananlarla mücadele ediyorum. Kaç kez ikaz edip, uzaklaşmalarını sağladım. Hatta bir süre de orada bekleyip, caydırıcı olmaya çalıştım. Ancak evime çıkıp, camdan baktığım da aynı hırsızların iş başında olduğu fark ettim. Belediye ye tavsiyem o saatlerde Oran tarafında bir gezinmeleri. Özellikle 27 ile başlayan plakaya sahip beyaz renk bir kamyoneti göz hapsine almaları. Adamlar o kadar yüzsüz ki topluca gelip, çevrede ne varsa alıp götürüyorlar.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2010
Yıllık izin, iş seyahatleri derken sizlerle üç hafta ayrı kaldık. Bu süre içinde yazılması gereken ama benim köşeme aktaramadığım çok şeyler oldu. Örneğin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu fakirlik edebiyatı yaparken yüzme havuzlu villa almakla suçladı ve ortalığı ayağa kaldırdı. Gerçi işin aslı sonradan anlaşıldı ama suçlananı didik didik edenler söyleyeni hiç mercek altına almadı. Hele ki söz konusu olan villaysa! Hani bizim ‘Dinime küfreden bari Müslüman olsa’ diye ünlü bir deyişimiz var ya, tam bu yaşananlar için söylenmiş gibiydi. Tatil mevsimi olduğu için olayları kaçıranlar için filmi başa sarıp yaşananları ve gerçekleri hatırlatarak konuyu aktarayım.
Referandum sürecini yaşadığımız günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Ak Partililerin gözüne girmek için Melih Gökçek durup dururken Beyaz TV’de yayınlanan Basın Kulisi programında Kemal Kılıçdaroğlu’nu yaylım ateşe tuttu.
Gökçek, programda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na havuzlu villası olup olmadığını sordu. İlaveten de Kılıçdaroğlu’nun bir dürüstlük abidesi olarak anıldığını söyleyerek, CHP lideri hakkında elinde önemli bir belge olduğunu vurguladı. Hatta hızını alamayıp şöyle devam etti:
“Bir memur hayatı boyunca aldığı maaşlarla kaç tane daire sahibi olabilir? Evet, açıklıyorum, Kılıçdaroğlu’nun 7 tane dairesi var. Bir memur hayatı boyunca çalışsa en fazla 2 daire alabilir. Ancak ben 7 tane dairesi olduğunu açıklıyorum.”
GÖKÇEK’İN İDDİA ETTİĞİ VİLLA DANDİK ÇIKTI
İşte bu açıklamaları yaptığı esnada ben Ege sahillerinde tatildeydim. Önce kulaktan dolma, sonra da televizyonlardan duydum... Tabii ertesi gün de gazete sütunlarında okudum. İlk yorumum ise adam kendi CV’ sini unutup CHP liderini hedef alıp atış yapmış oldu ki Kılıçdaroğlu’nun bu konuda söyleyecekleri ikinci planda kaldı. Zaten akabinde CHP liderinin açıklaması geldi ve Gökçek’in iddia ettiği villa dandik çıktı.
Sahil şeridindeki mütevazı villanın, daha doğrusu iki katlı yapının ne inşaatı ne de borçları bitmişti. Üstelik herhangi bir devlet memurunun kolayca üye olabileceği kooperatif villasının havuzu da yoktu. Yerine sitenin ortak havuzu vardı ki, o da havuz demeye bin şahit dedirtecek kadar küçüktü. Zaten Kılıçdaroğlu’ndan da “Bu güne kadar yatırdığım parayı getiren ve kalan taksitleri üstlenen olursa satmaya hazırım” açıklaması geldi. Bekliyorum, bu sözleri sarf ettiğinden beri tek bir alıcı çıkmadı. Bir liderin evini alıyorum diye şan şöhret yapmak isteyen bir girişimci de çıkmaz mı? Bana göre böyle bir babayiğit çıkmaz, zira deminde belirttiğim gibi ev hakikaten dandik.
ONUN VİLLASINDA HAVUZ YOK AMA ...
Neyse gelelim esas konumuza... Kılıçdaroğlu’nun suçlandığı villa abartılı çıkmıştı ama ortada hiç de abartılı olmayan başka bir villa vardı. O da Melih Gökçek’in Oran semti girişindeki Funda Sitesi’nde bulunan pahallı villası. Tamam, bu villanın bahçesinde havuz yoktu ama daha önemli iki şey vardı. Bunlar ne miydi? Kalın bahçe duvarları ve çitleri arkasına gizlenmiş halka ait bir park alanı ile trafo merkezine ayrılmış arsa... Anımsayın bunları yazdığım için kızılca kıyamet kopmuştu. Unutanlar için kısa bir hatırlatma daha yapayım. Gökçek, bu villayı tapu kaydında yazan bedeliyle 2007 yılında 750 bin liraya almıştı. Ben yazıp dile getirince de tehditlere, hakaretlere başlamıştı.
Sonuç mu? Mahkeme, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın usulsüzlük yaptığına ve şahsıma hakaretinden dolayı tazminat ödemesine karar vermişti. Bu arada bana da Melih Bey’e tazminat ödeme cezası kararı çıkartmıştı. Neymiş efendim, 750 milyara alınan evin emsal değerini bir milyon 500 bin lira yazmışım... Aslında hesap ortadaydı. Bu villanın hemen bitişiğindeki 300 metrekarelik dubleks apartman dairelerinin bu fiyata satıldığı bir bölgede 600 metre karelik bağımsız villanın değeri ne olmalıydı? Merak eden eski TBMM lojmanları arsasında yükselen Parkoran Sitesi’nde satılan daire fiyatlarına göz gezdirebilir. Yapılması gerek ise sitenin satış ofisine gidip, değişik büyüklükteki daireler için resmi fiyat teklifi almak.
HALKIN KULLANIMINA KAPALI GİZLİ CENNET
Şimdilerde Yargıtay’da görüşülen bu davayı da bir kenara bırakalım, Gökçek mahkemenin bu kararı karşısında ilk iş olarak ne yaptı biliyor musunuz? Yok canım, hemen iyi düşüncelere kapılmayın... Çankaya Belediyesi’nin sorumluluğu altındaki halka ait park alanını çevreleyen çit ve duvarları yıkmadı. Yerine villa bahçesiyle park alanı arasına komik ebatlarda bir tel örgü çekip, “Ben kullanmıyorum ki” mesajı vermeye başladı. Gel gör ki bu park alanı halen halkın kullanımına kapalı gizli cennet olarak varlığını sürdürüyor. Bu bakımlı bahçeye girmeyi bir kenara bırakın görmeye bile imkanınız yok. Ama villanın ve içinde bulunduğu sitenin her hangi bir yerine konuşlanırsanız bahçe, tabak gibi karşınıza çıkıyor.
En ilginci ise CHP’li Çankaya Belediyesi halen kendi alanına uzaktan bakmakla yetiniyor. Yapacağını bir kez daha hatırlatayım. Dozerini sokup bahçe çitlerini ve üzerindeki brandaları yıkıp, girişleri kolaylaştıracak, hepsi o kadar..
27 YILLIK MEMUR GÖKÇEK’İN VALLALARI
Melih Gökçek’in Kemal Kılıçdaroğlu hakkında söylediği bir söz de beynimde yer etti. “Bir memur hayatı boyunca aldığı maaşlarla kaç tane daire sahibi olabilir? Bir memur hayatı boyunca çalışsa en fazla 2 daire alabilir.” Benim bildiğim Melih Gökçek’de bir devlet memuruydu. 1987’de Çalışma Bakanlığı Özel kalemi, 1989 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü, üç yıllığına da olsa 1991 yılında milletvekili olmuştu. 16 yılı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, 4 yılı ise Keçiören Belediye Başkanlığı olmak üzere tam 20 yıldır da memur statükosuna sahip bir belediye başkanı. Yani 27 yıldır devletten maaş alıyor. Ama bir bakıyorsunuz Angora Evleri’nde muhteşem bir villa, Oran Funda Sitesi’nde görkemli bir villa, birçok da apartman dairesi sahibi. Ayrıca villa ve evlerde Kılıçdaroğlu’nun villası gibi pek dandik değil. Şimdi Sayın Gökçek’e kendi sözlerinden yola çıkarak şu soruyu soruyorum: Bir memur hayatı boyunca çalışsa bırakın villayı en fazla kaç daire alabilir?
Şimdi diyecektir ki ondan önce de gazetecilik, fotoğrafçılık, market işletmeciliği ve yumurta toptancılığı yaptım, birikimlerim oradan. İyi de villaların alınma zamanı bu esnaflık günlerine denk gelmiyor ki. Kendisinin verdiği röportajlara dayanarak söylüyorum, boğaz tokluğuna geçen bir yaşamı içeriyor. Zaten o yıllardaki esnafın durumunu bilenler net bir şekilde anımsayacaktır, geliri düşük olan bu kesime kız bile vermezlerdi. Son bir sözüm daha var. Hali vakti yerinde olan biri özel kalem de memurluk yapar mı?
BUNA VATANDAŞTAN RANT SAĞLAMAK DENİR
Hazır söz Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden açılmışken başka bir uygulamayı da dile getireyim. Bildiğiniz üzere Bahçelievler 7’inci Cadde, Kavaklıdere Tunalı Hilmi Caddesi gibi ana arterlerde paralı park uygulamasına geçildi. İster 10 dakikalığına, isterse bir günlüğüne olsun yolun kenarına park eden herkes 5 Lira para ödemeye mahkum. Bu uygulamaya Yıldız Turan Güneş Bulvarı başta olmak üzere daha birçok cadde ve bulvar da ilave edilmiş. Üzerinde önlük geçirmiş bir sürü adam durandan, sorandan para talep ediyor. Talep ettiği yer ise halka ait caddeler. Yani halkın parasıyla yapılan, onarılan, temizlenen caddeler.
Benim bildiğim trafiğin akışı için o arterde ya hiçbir şekilde araç durdurmazsın ya da bir şeridi park eden araçlara tahsis edip akışı sağlarsın. Para almak için de özel park yerleri yaparsın anlarım. Dahası yapılan her binaya kendi alanı içinde ruhsat verirken otopark şartı da koyarsın, caddelerdeki trafik akışını sağlarsın. Ama sen ne yapıyorsun? Ruhsat verirken otoparkları göz ardı edip, ruhsat verdiğin binalardaki kapalı park alanlarının bile dükkan ya da depoya çevrilmesine göz yumuyorsun, sonra caddelerden rant elde etmeye çalışıyorsun.
ANKARALILAR İÇİN NE DEĞİŞTİ?
Bunun için de bahaneler hazır? Efendim otoparksız binalar yıllar içinde ruhsat alıp, çoğalmışlar yapacak bir şey yokmuş. Ya da biz almasak illegal faaliyet gösteren otopark mafyası alıyor. Bunların yanıtı ise çok basit? Turan Güneş Bulvarı, Melih Gökçek’in 16 yıldır süren belediye başkanlığı döneminde gelişip, büyüdü. Sen o zaman ruhsat verirken bu otopark şartını niye uygulamadın? Cadde ve sokakları otopark mafyasından temizlemek ise seninle beraber emniyet güçlerinin işi değil mi? Sen sokakların kontrolünü para alarak mı ele geçireceksin? Eskiden otopark mafyasına bedel ödüyorduk şimdi Belediye mafyasına. Cüzdandan elini çekemeyen bizler için ne değişti? Hatta eskiden bu caddeler hepimize ait deyip mafyaya kafa tutup, gerekirse polise sığınabiliyorduk. Siz bu uygulamayla sığınacağımız emniyet güçlerinin de elini kolunu bağladınız. Bir de hatırlatmak isterim. Ivır zıvır bilet kesen bu parkçılar, daha doğrusu arkasındaki kişiler devlete vergi verecek mi? Maliye verecek diyor ama bu makbuzlarla hesap filan yapılmaz. Bize resmi belge vermeliler ki devlet resmi sayımını yapabilsin.
50 KURUŞLUK BİR EKMEĞE KİM 5.5 LİRA VERİR
Beni esas düşündüren ise bu cadde üzerindeki esnafın durumu? Adam aracını park edip önünde durduğu fırından bir ekmek ya da manavdan bir kilo domates alacak, 5 lira park parası ver. Kim bir ekmeği 5,5 liraya almak ister ki? Özellikle Turan Güneş Bulvarı’nda parkedenler ya market, pastane, manav alışverişi yapıyor ya da ayaküstü tarzı ucuz yiyecek satışı yapan dükkanlardan faydalanıyor. İnanın bu para yüzünden birçok müşterinin ayağı kesildi. Yakında çok sayıda esnaf iflas edip, ekmek kapısını kapatacak. ‘Yerine yenisi açılır’ diyorsanız da yanılıyorsunuz, zira caddede yayalar için hiçbir cazip seçenek yok.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2010
EMİNİM ki yoğun siyasi gündemden ve sıcaklardan bunalıp, günde kaç kez, “Buralardan çekip gitsem de deniz kenarında her şeyi unutsam” diye düşünüyorsunuz? Ama sonra ekonomik durum, çalışma zorunluluğu derken vazgeçiyorsunuz... İnanın benim de durumum sizden farklı değil. Yanlız bir avantajım var, o da Tempo Travel gibi dergilerin çalışmaları için kısa süreli de olsa sağa sola gidip geliyorum. Bildiğiniz üzere de bu gezileri seyahatname şeklinde köşemde ve dergilerde aktarıyorum.
Bu kez rotamı Ege’nin en önemli yerleşim birimlerinden biri olan Çeşme’ye çevirdim. Kendine has yapısı, akvaryum berraklığındaki denizi, ferrahlatan rüzgarı ve lavanta, kekik gibi hoş kokuları ciğerlerinize çekebileceğiniz havasıyla bu şirin ilçemiz şimdilerde önemli bir değişim yaşıyor. Hem merkezinde, hem de Alaçatı, Ilıca gibi komşu beldelerinde... Ancak benim Çeşme’yi anlatmamda Ankara için de önemli mesajlar var. Bir tarafta Çeşme Kalesi, diğer tarafta Ankara Kalesi ve yapılanlarla, yapılması gerekenlerin listesi. Aktarması benden, yorumlaması sizden.
Çeşme ve çevresine yıllardır gidip, görmemiştim. Daha doğrusu bu yöreyi tatil anlayışıma yönelik listemin sonlarına almıştım. Aslında haksız da sayılmazdım. İzmir’in uydukentine dönüşen Çeşme’nin dışarıdan gelen misafirler için fazla seçeneği bulunmuyordu. Daha çok yazlık ev sahiplerinin doluştuğu yerleşimde hatırı sayılır büyüklükte ve sayıda konaklama tesisi de yoktu. Restoranları ise Ege mutfağını sunan birkaç yer ile kumrucuların (İçine birçok malzemenin konduğu sandivç) hegamonyasındaydı. Yani dingin ve tek düze yaşamın egemen olduğu bir yerdi.
YABANCIDAN BANANE BİZ BİZE KALIRIZ DAHA İYİ
Aslında yöre ve İzmir halkının tercihi de bu yöndeydi. Çeşme’de konut olarak kullanılan 150 bin villaya karşın, konaklama tesislerinin yatak kapasitesi çok düşüktü ki bu gün daha sayı yeni yeni 35 bin rakamını buluyor. Hatırlatayım, sırf Kemer’deki yatak kapasitesi 120 binin üzerinde. Hatta 47 oteli olan Belek özel bölgesinin yatak sayısı bile tüm Çeşme’den 15 bin fazlayla 50 bin rakamında... Üstelik Çeşme, bu sayıya da beş ve dört yıldızlı konaklama tesislerinden daha çok pansiyon ve butik otelleriyle ulaşıyor.
Daha çok altı ile 12 odalı konaklama tesisleri var. İlginç bir şey söyleyeyim, koskaca Çeşme’de her şey dahil hizmet sunan sadece iki turistik tesis var. Gerisi oda, kahvaltı ya da yarım pansiyon şeklinde faaliyet gösteriyor. Fiyatlara gelecek olursak da Antalya bölgesinin iki, hatta üç misli rakamlara ulaşıyor. Peki hangisi iyi diye soracak olursanız, ben Çeşme’deki uygulamanın Türk turizmine daha çok katkı sağladığı kanısındayım. Zaten bölgedeki yatırımcı da ucuza gelip, konaklayan, yiyen, içen, eğlenen yabancı turistler ziyaret edeceğine biz bize kalırız zihniyetine sahip. O yüzden Çeşme’de Akdeniz sahillerine göre çok az sayıda yabancı misafir var.
MARİNANIN YAŞAMI BU KADAR ETKİLEYEBİLİR Mİ?
Neyse gelelim esas konumuza. Çeşme son zamanlarda Ankaralı yatırımcıların sayesinde önemli bir değişim yaşıyor. Lüks restoranlar, eğlence merkezleri, beach kulüpler açılıyor, monotonlaşan tatil anlayışı kabuk değiştiriyor. Üstelik açılan iki marina sayesinde yaşam gitgide renkleniyor. İnanın bir marinanın yaşamı bu kadar etkileyeceğini hiç tahmin etmezdim.
Önce Alaçatı Marina faaliyete geçti. Alaçatı Port kapsamında inşa edilen marina sörf keyfiyle beraber mütavazi bir Ege kasabasını ihya etti. Venedik Evleri olarak da adlandırılan konutlar denizle farklı bir şekilde buluştu. Birkaç hafta önce yazmıştım. Teknelerin ev önünde demirlemesi için kanallar açıldı ve dünya projesi olmaya aday semt yaratıldı. Hemen yanında inşa edilen lüks butik oteller ise sörf meraklılarının akınına uğradı.
TAŞ EVLERİ ZEYTİNİ VE ŞARABIYLA ÜNLÜYDÜ
Port Alaçatı Türkiye’de daha önce benzeri görülmemiş, dünyada da az sayıda örneği bulunan bir marina-kent projesi. Ünlü Fransız mimar François Spoerry Güney Fransa’nın en ilgi çekici yerleşimlerinden biri olan Port Grimaud projesinin Alaçatı’ya uyarlamasını yapmış. Ona inanıp, projenin tüm sorumluluğunu üstlenen Mesa gibi başarılı projeleri ile tanınan ünlü Türk mimar Aykut Mutlu ise hayalleri gerçeğe dönüştürmüş. Ege’nin zeytincilik ve şarapçılığıyla ünlü bu güzel kasabasının koruma altına alınmış taş evleri turistik bir cazibe merkezi ki, port projesi ona uygun tasarlanmış..
Gelelim Alaçatı Port Marina’ya. Tekne bahane, keyif ve eğlence şahane bir merkeze dönüşmüş. İçindeki restoranlar, barlar, kafeler her gece tıka basa dolu. Bir yandan denizi, diğer taraftan rıhtımı doldurmuş onlarca yatı seyretmek büyük keyif. Hele hele gündüz saatlerinde yüzlerce sörf meraklısının suyun üzerindeki süzülüşüne tanık olmak tam bir görsel şölen. Biraz yüksekte oturup, koyu izleyin kendinizi kelebek tarlasında hissediyorsunuz.
YERLEŞİMİN SOSYAL VE TİCARİ HAYATINI ETKİLEDİ
Ve gelelim Çeşme Marina’ya. Bir yatırım, kalesiyle meşhur yerleşimin kaderini bu kadar mı değiştirir? Daha birkaç yıl öncesine kadar Çeşme tüm cazibesini Alaçatı’ya kaptırmıştı. Çekirdek çitleyip sahil bandında yürüyenler için yeme içme ve eğlence mekanları vardı ama hiçbirinin albenisi yoktu. İnsanlar yaz akşamlarında gruplar halinde bu bant üzerinde gezinip, erkenden evlerine ve konaklama mekanlarına dönerdi. Türkiye’nin önde gelen yatırım firmalarından biri olan IC İbrahim Çeçen Holding ve marinacılık sektöründe köklü bir geçmişe sahip olan İngiliz Camper&Nicholsons ortaklaşa Çeşme Marina’ya talip oldu ve yedi ay gibi kısa bir sürede hizmete soktu.
Maliyeti 25 milyon doları bulan Çeşme Marina, 500 tekne kapasiteli, yat kulübü, restoranları, barları, kafeleri ve mağazaları olan dev bir yatırım. Şehrin merkezinde yer alması sebebiyle çevresinin sosyal ve ticari hayatına önemli bir itici güç olmuş. Ayrıca Çeşme Kalesi’ne önemli bir değer katmış. Marinada ziyaret edebileceğiniz birbirinden kaliteli restoran ve kafeler, müziğin hayat bulduğu eğlence mekanları, alışverişe imkan tanıyan giyim mağazaları var.
BU İKİ HANIMI ZİYARET ETMEDEN DÖNMEYİN
Eğer yolunuz bu marinaya düşerse birazdan ismini ve özelliklerini vereceğim birkaç mekana mutlaka gidin. Alaçatı’nın efsanevi balıkçısı Port Balık, farklı Ege lezzetlerini tadacağınız Tuval isimli lezzet durağı, Kabuklu deniz mahsulleri sunan Blue Crab restoran, dünya ekmekleri ve pasta seçenekleri ile kahvaltıda farklılığın yaşandığı Furun Kafe aklıma ilk gelenler. Bu arada şarap ve özel lezzetlerin buluşma noktası özel bir mekandan da bahsetmek istiyorum.
Profesyonel iş yaşamını Cartier, Adler gibi dünyaca ünlü firmalarda sürdüren Yeşim Mançe, birikimini şarap pazarlama ve eğitim uzmanı Ankaralı Perran Arıbal’ın bilgisi ile birleştirerek, Wineway Şarap Tadım Barı ve Butiği isimli bir mekan yaratmış. Yerli ve ithal yüzden fazla kaliteli şarabın yanı sıra şampanya, gurme peynir çeşitleri ve havyarın yer aldığı butik bir işletme açmışlar. Bunun yanı sıra enfes kokulu ve kadifemsi tadıyla İpanema single origin kahvesi, farklı ülke demlik çayları da var. Açıkçası Wineway daha önce gördüğüm hiçbir mekana benzemiyor ki sahibelerinin de keyifli sohbetiyle farklılık yaşatıyor.
SURLARLA ÇEVRİLİ HAYAT VE MELİH GÖKÇEK DEZAVANTAJI!
İşte bu marina, başta Çeşme Kalesi olmak üzere tüm yöreye büyük değer katmış. Aklıma geldi, denizimiz olmasa da bizim Ankara Kalesi ve çevresi tıpkı Çeşme’de olduğu gibi önemli bir değişim yaşayamaz mı? Ben, Melih Gökçek gibi bir belediye başkanına sahip Başkent’in bunu başarabileceğini sanmıyorum ama yine de mevcut durumu size aktarayım.
Ankara’nın tamı tamına üç simgesi birden var. Güncelden geçmişe doğru gidecek olursak, bu simgelerden ilki Atakule, ikincisi Anıtkabir, üçüncüsü de hiç şüphesiz Ankara Kalesi... Atakule, Başkent Ankara’nın çağdaş yüzünün fotoğrafı olurken, Anıtkabir, bir şehrin hangi acılardan geçerek, hangi müthiş dehanın üretimiyle oluştuğunun tanığıdır. Peki ya üçüncüsü, yani Ankara Kalesi neyin sembolü?
OLUMSUZLUKLARI GÖRMEZDEN GELİNİYOR
Ankara Kalesi, öncelikle bu şehrin, tarihin en eski çağlarından itibaren var olduğunun, yani geçmişin, ikincisi de, batılı bir başkentin orta yerinde sınırları yüksek surlarla çevrili farklı hayatların var olduğunun işaretidir. Mutlaka kale ile ilgili pek çok yazı ve fotoğraf var ama bunların hemen hepsi, kalenin turistik dokusunda takılıp kalıyor. O yazıların ve fotoğrafların konuları, cicili bicili turizm dergilerinin sayfalarını süslemek için seçiliyor. Oysa gezip görülecek büyük tarihi dokunun olumsuzlukları her nedense görmezden geliniyor..
Aslında Ankara Kalesi, çağdaş Türk Cumhuriyeti’nin en yakın tarihi... Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş mücadelesinin ilk meyveleri kalenin çevresinde yer alan Ulus Semti’nde atıldığı herkesçe malum. İlk Meclis başta olmak üzere, Cumhuriyetimizin ilk yönetim birimleri hep buralara serpiştirilmişti. Kale içi ve çevresi, mücadele yılları ve sonrasında, üst düzey yöneticilere uzun süre ev sahipliği yaptı.
1986 YILINA KADAR ÖNLEM AKLA GELDİ
Zamanla gelişen Ankara, kendine daha modern bölgeler yarattığından, Ulus yavaş yavaş eski cazibesini kaybetti. Surların içinde yer alan güzelim Ankara evleri, yavaş yavaş birer mezbeleliğe dönüşmeye başladı. Köyden kente göç başladıktan sonra da, kale içi tekrar hızlı bir değişim yaşadı. Artık iyice yıkılmaya yüz tutmuş evlerin yeni sakinleri, genellikle Ankara’ya yakın illerden gelen aileler olmaya başladı.
Tarih 1986 yılını gösterirken, kale için artık önlem alınması gerektiğinin bilincine varıldı. Ankara Büyükşehir Belediyesi, “Ulus Tarihi Kent Merkezi Planlama Projesi”ni devreye soktu ve restorasyon işleri başladı. Böylece de Ankara Kalesi, içinde yaşanılacak bir bölgeden çok, gezilen ve eğlenilen bir bölgeye dönüşme yolunda “start” aldı.. Her ne kadar, kale içinde birbiri ardına restoran ve barlar açılsa da, orası yine de pek çok kişinin evi olma özelliğini koruyor. Bence yapılması gereken, bu tarihi dokunun, içindeki yaşamları da yok etmeden daha yaşanılır hale getirmek. Tıpkı Çeşme Kalesi’nde olduğu gibi. Tamam deniz önemli bir faktör ama bir kale ve çevresini yaşanır kılmak için mutlaka suya ihtiyaç yok. Yeter ki ne yaptığını bilen yöneticilerimiz olsun, yeter.
Yazının Devamını Oku