Erdal İpekeşen

Ankara’nın dünden bugüne 88 yıllık sosyal yaşamı (I)

3 Temmuz 2011
Başkentİn sosyal hayatı monotonlaşıp, gitgide sıkıcı bir hal alıyor. Dolayısıyla da birçok kişi nostalji yapıp, “Ah nerede o eski günler!” sözleriyle başlayan cümleler kuruyor. Kimi işi daha da ileri götürüp, Yahya Kemal’in o meşhur vecizesini diline pelesenk yapıyor: “Ankara’nın en çok nesini seversin? İstanbul’a dönüşünü”... Peki, şunun şurasında 88 yıllık kentli tarihine sahip olan Ankara’nın dününü merak ediyor musunuz? Başka bir deyişle geçmişini araştırdıktan sonra bugünüyle karşılaştırmak için yeterince bilgiye sahip misiniz? Aslında geçmişi tam anlamıyla bilenler, siyasi cereyanların ve iktidar anlayışlarının bu kenti nedenli şekillendirdiği çok iyi analiz ediyor. Bu ve benzeri soruların yanıtı almak için uzun zamandan beri araştırıp, okuyorum. Üstelik son 45 yıllık tarihine bizzat tanıklık ettiğim için belli yargılara kolayca varabiliyorum. Sonuçta da ortaya çıkan analizi sizlerle paylaşmak için birazdan aktaracağım bilgileri kaleme aldım. Uzun olduğu için de bir bölümünü bu hafta, kalanını da önümüzdeki hafta köşeme taşıyacağım.
Ankara Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri. Tarihçilere göre 2 bin 500 yıllık bir geçmişi var ki birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı bilinen bir gerçek. Osmanlı döneminde ise valilikle yönetilen bir sancak merkezi olmuş küçük bir Anadolu kasabası. Düşünün ki en fazla 17 bin civarında insanın yaşadığı bu bozkır kasabası sadece kalenin çevresinde kurulu ve kerpiç evlerden, çamurlu sokaklardan başka bir şeyi yok. Susuzluktan şikayetçi, fakirlikle boğuşan bu yerleşim biriminin ticari hayatı ise ne öldürüyor, ne de güldürüyor...
Kaderi ise İstiklal Harbi sonrasında değişiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmasıyla yıldızı parlıyor, imar görüyor, her şeyi tümüyle değişiyor. Bu günkü konumuna ulaşırken de son 88 yıl içerisinde sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en hızlı gelişen kentlerinden biri oluyor.
BOZKIRDAKİ YOKLUK İYİDEN İYİYE HİSSEDİLİYOR
23 Nisan 1923 tarihiyle, yani TBMM’nin kuruluşuyla yolculuğumuza başlayalım. 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara, genç cumhuriyetin başkenti ilan edilmesiyle sosyal yaşama tanıklık etmeye başlıyor. O güne kadar Anafartalar civarında birkaç kahvehane dışında hiçbir mekanı bulunmayan şehir, yeni yerleşimcileri için büyük sıkıntılara sebep oluyor. Ne bir otel, ne bir lokanta, ne de meyhanesi olmayan şehrin yeni fertleri ise başta İstanbul olmak üzere ülkenin dört bir tarafından gelen eğitimli bir kitle. Devlet bürokrasisi için İstanbul, İzmir gibi sosyal yaşam alışkanlığı olan şehirlerden gelen insanlar genç cumhuriyeti hayata geçirirken bozkırdaki yokluğu iyiden iyiye hissetmeye başlıyor.
Otel yerine kamu binalarında, okullarda yatmaya alışsalar da yemek yiyecek ve sohbetlere meze olacak içeceklere ulaşacak tek bir mekan olmamasına alışamıyorlar. Üstelik gece karanlığı kentin üzerine çöktüğünde tozlu topraklı yollarda tek bir insana rastlamadan birkaç cılız lamba ışığında yürümek psikolojilerini iyiden iyiye bozuyor. İşte bu esnada Ulustaki Sümerbank binası olarak bilinen yapının yerinde bulunan Taşhan’ın alt katına bir lokanta açılıyor. Lokanta ve gece kulübü işlevi gören bu mekanın sahibi ise 1917 Bolşevik İhtilalından kaçıp ülkemize gelen Beyaz Rus Juri Georges Karpovitch.
KARPİÇ’İ FERESKO’NUN BARI TAKİP ETTİ
Bu girişimci Rus, Ankara’nın sosyal yaşamında çok etkili oluyor. Zira daha sonra yine Ulus’ta Merkez Bankası’nın hemen yanındaki bahçedeki bir köşeye o meşhur Karpiç Restoran’ı açıyor. Batılı tarzda bir mutfak, beyaz örtülü masalar, şık kıyafetlerle servis yapan garsonlar ve en önemlisi orkestranın sunduğu müzik eşliğinde kulüp havasını solumak onunla gerçekleşiyor. 1953 yılına kadar, yani ölümüne kadar da Karpiç Restoran Ankara’nın en trend mekanı olmayı sürdürüyor. 1925 yılında müşteriye kapılarını açan Feresko’nun Barı gibi bazı işletmeler ise Avrupalı kadınları ve dans gruplarını getirmeye başlıyor ki müşteri profilinin ezici çoğunluğunu mebuslar oluşturuyor.
1926 yılında kurulan Anadolu Kulübü ise siyaseti, bürokrasiyi ve iş çevresini bir araya getiren önemli bir merkez halini alıyor. Ancak buraya sadece üyelerin girebilmesi özenilen, ama lokal kalan bir yaşam tarzını sunuyor. 1928 yılında eski Meclis binasının tam karşısına kurulan Ankara Palas ise tüm Ankara’ya batılı yaşamın kapısını ardına kadar açıyor. Fransızların işlettiği, aşçısından garsonuna, resepsiyon görevlisinden müzisyenine kadar yabancı personelin çalıştığı bu işletme siyasilerin, diplomatların, bürokratların ve henüz güçlenme evresini tamamlamamış iş çevresinin buluşma mekanı oluyor. Eşlerle gidilen yemeklerin, eğlencelerin de devrini başlatan bir özelliğe sahip olduğunu da ilave edeyim.
MODERN YAŞAM DENİZİ OLMAYAN ANKARA DENİZ GETİRİYOR
Artık batılı anlamda restoran, gece kulübü ve oteli olan Ankara’da balolar yapılmaya, konserler verilmeye başlıyor. Diğer taraftan ise o güne kadar bağ evlerinde ve yakın mesire yerlerinde piknik yapma dışında bir olanağı olmayan vatandaşlar için Şehir Parkı gibi gezinti alanları, yüzme havuzu gibi sosyal tesisler yapılıyor. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla ve öz be öz Türk müziği eserleriyle tanışan Ankaralılar, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekanlara da sahip olmaya başlıyor.
Özellikle İstanbul gibi yerleşimlerden gelenlerin deniz ve yüzme hasretine çare aranıyor. 1925 yılında o zamanki ismiyle Gazi Orman Çiftliği bölgesine yapılan üç büyük havuz tıka basa dolmaya başlıyor. Bunlar coğrafi şekillerine de benzetilen Karadeniz, Marmara ve Akdeniz havuzlarıdır.
1930’lar ise Ankara için daha verimli oluyor. Karpiç Restoran, Ankara Palas gibi işletmelerin rol modelliğinde yeni bir çok mekan açılıyor. Özellikle bu işletmelerde çalışmış ve bilgisini geliştirmiş girişimci ruhlu insanlar çoğalıyor. 1938 yılında kurulan Ankara Şehir Tiyatrosu, o güne kadar büyük ilgi gören iki sinema salonuna iyi bir alternatif oluyor. Keza 1936 yılında kurulan Çubuk Barajı mesire yeri ve gazinosu Ankaralılara yeni bir soluklanma imkanı sunuyor. 1930’da faaliyete geçen Gar Gazinosu ise Avrupalı yıldız ve revü gruplarının sahne aldığı önemli bir merkez haline geliyor. Sadece kravatlı ve takım elbiseli erkekler ile şık giyimli bayanların müşteri olarak kabul edildiği bu gazino Avrupalı ünlü yıldızlar için de iyi bir durak oluyor. Lübnan, İstanbul, Sofya gibi Avrupa’nın doğusunda kalan önemli eğlence merkezlerine Gar Gazinosu’yla beraber Ankara’da dahil oluyor.
ÖNCE AYAK DİRETTİLER ÜMİDİ KESİNCE GELDİLER
Bu süreçte Ankara, yerleşim anlamında fiziki olarak da büyümeye başlıyor. Sıhhiye, Yenişehir gibi merkezler yeni tip binalarıyla halkın ilgisini çekiyor. Ailece yürüyüşler için yeni bir rota oluyor. Genç Cumhuriyetin 1920’li yıllarda sayısı sadece üç olan büyükelçilikleri de çoğalmaya başlıyor. İtalya, Fransa ve Sovyet elçiliklerine 1930’lardan itibaren yeni katılımlar oluyor. O tarihe kadar İstanbul’da kalmaya direten birçok ülke elçilikleri Ankara’ya taşınmaya başlıyor.   
Hükümet onlar için Yenişehir ile Çankaya Köşkü arasında kalan araziyi ucuz fiyatlarla satarken başka bir akıma da öncülük ediyor. Mebuslar başta olmak üzere Ankara’da gücünü hissettirmeye başlayan iş adamları da bu bölgeden arazi satın almaya başlıyor. İnönü’lerin Pembe Köşkü, Celal Bayar’ın Beyaz Köşkü bu dönemde yapılıyor. Pembe Köşk’ün önemli bir başka özelliği daha var ki, bahçesinde Ankara’nın ilk hipodromu faaliyete geçiyor ve halk binicilik yarışlarını seyrediyor.
Aslına bakarsanız elçiliklerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasındaki bu gecikme önemli bir beklentiden oluşuyor. Hepsi genç cumhuriyetin başkentini tekrar İstanbul’a taşıyacağını düşünüyor ve denizden mahrum Ankara’ya bir türlü prim vermek istemiyor. Atatürk’ümüzün kararlı tutumu, onun kurduğu cumhuriyetin kalıcı olacağını gösteren kökler salması fikirlerini değiştiriyor. Tabii diplomasi dünyasının gelmesiyle de batılı tarzda yaşam hızla yayılıyor.
ANKARA KAFELERİNİN ATASI BULVARDA DOĞDU
Bu günkü Soysal Han’ın yerindeki Sosyal Apartmanı’nın giriş katındaki Süreyya Restoran ve Gece Kulübü ise döneme damgasını vuran yerlerin başında geliyor. Sahibi ise Ankara’ya Karpiç Restoran’a çalışmak üzere gelen bir başka Beyaz Rus Serj’den başkası değil. Mahareti ve çalışkanlığı ile Atatürk’ün gözüne girmeyi başarmış bu Rus’a Süreyya ismini veren de bizzat Ulu Önder’in kendisi oluyor. Kaliteyi ucuza sunan bu mekan kısa zamanda ünlenip, büyük rağbet görüyor. Onun bu başarısı başka yatırımcıların da iştahını kabartıyor ve o güne kadar Meclis binası etrafında konuşlanan yeme içme mekanlarının Kızılay semtine de yönelmesini başlıyor.
Bir başka ilginç bilgi ise Özen, Kutlu gibi devrin gözde pastanelerinin açtığı çığıra yönelik. Atatürk Bulvarı üzerindeki bu pastaneler oturma gruplarını bahçelerine, hatta caddeye kadar taşırarak Ankaralı ailelerin açık hava keyfini yaşamalarına olanak tanıyor. Bir nevi günümüz kafelerinin öncüsü olan bu iki mekanın çok tutulması ise bulvar üzerinde onlarca aynı tarzda işletmenin açılmasını sağlıyor. Artık yeme içme keyfi sokaklara da taşmış, vitrinlere bakarak gerçekleşen ailece yürüyüşler için iyi bir soluklanma durağı oluyor. 
1933 yılında yapım kararı alınan, bundan tam 13 yıl sonra 1946’da bitirilip, açılan Gençlik Parkı ise Ankara’ya deniz havasını getiriyor. Dev havuzun etrafındaki çay bahçeleri ve konser alanları, suyun içindeki kayıklar bir anda Ankara’nın vazgeçilmezi oluyor. Hatta ikinci dünya savaşının buhranlı günlerine ilaç oluyor. Keza Dikmen Semti’ndeki kayak yarışları, Kurtuluş tarafındaki buz paten pisti halkın ilgisini çekiyor.
Savaş yıllarının Ankara sosyal hayatına kazandırdığı bir diğer unsur ise başta Almanlar olmak üzere bilim adamlarının, sanatçıların kaçıp buraya yerleşmesi oluyor. Mimari ve edebiyatta olduğu kadar, sanatta, yeme içme alışkanlıklarında önemli kazanımlar oluyor. Batılılaşma sürecinin tam gaz sürdüğü 30’lu 40’lı yıllardan 50’li yıllara geçişimiz ise Başkentin değişime uğradığı süreci içeriyor. Gelecek hafta kaldığımız yerden devam ederiz.
Yazının Devamını Oku

Ustabaşlarını bilmem ama Yenimahalle’nin nostaljisi güzel

26 Haziran 2011
GENEL seçimler Ak Parti’nin zaferiyle sonuçlandı ve balkon konuşması, parti içi değerlendirmeler derken gözler yeni kurulacak kabineye çevrildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kalfalık dönemi bitti. Ustalık dönemi başlıyor” dediği yeni dönem kabinesinin ustabaşlarının kimler olacağı ise merakla beklenir oldu. Şimdi Başkent kulislerinde bakanlık koltuklarına hangi isimlerin oturacağı konuşuluyor ve farklı tahminler yürütülüyor. Kesin liste ise sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasında. Bu isimleri ne Parti üst yönetimi biliyor, ne de MKYK üyeleri fikir yürütüyor.

Tutuklu milletvekillerinin durumu, mahkemelerin aldığı kararlar, yemin töreninde yaşanacaklar derken de o kaygı verici gündem olanca şiddetiyle sürüyor. İşte böyle bir atmosfer içinde aldığım bir davet beni çok eskilere götürdü ve sinema nostaljimi harekete geçirerek o kasvetli havadan bir anda kopardı. Sonrasında da sizlerle paylaştığım bu satırları yazmama sebep oldu.
Sinema dünyasıyla ilk tanışmam beyaz perdenin önündeki sandalyelere oturarak değil, 1963 yılında film setine gidip, kamera arkasında bulunarak olmuştu. Beş yaşındaydım... Daha önceki yaz ayları gibi Devlet Demiryolları’nın İstanbul Fenerbahçe semtindeki kampına kavuşmanın heyecanıyla mavi sularla kucaklaşmıştım. Tesisisin içinde koşuşturmanın, denize girmenin dışında ise öyle çok alternatifimiz yoktu. Ya kampın önünden geçen caddede yan yana sıralanmış yalıların çevresinde gezinirdik, ya da iskelelere bağlı yatları seyrederdik.

GENÇ KIZLAR KIKIRDIYOR O İSE AFALLIYORDU

Aslında o yalılar biz çocuklar için cazibe merkezi gibiydi. Güzel ve bakımlı bahçeleri bir tarafa her yaz bir Yeşilçam filmine plato olarak ev sahipliği yaparlardı. Tabii bizler de içeride neler yaşandığını merak ederdik. Yalılardan birine İlk giriş vizesini ise beş yaşımdayken, benden çok büyük kuzenlerimin ellerini sıkı sıkıya tutarak almıştım. Yapımcının oğlu ile arkadaş olan kuzenlerim beni de film setine götürmüş, Ediz Hun, Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit ile burun buruna gelmemi sağlamıştı. Aradan birkaç gün geçmişti ki film setine ikinci ziyaretim gerçekleşmişti. Bu kez Bostancı semtindeki Madam Tamara’nın köşküne gitmiş, aynı filmin devam sahnelerinin çekimini izler olmuştum. Ediz Hun’un çiçeği burnunda jön olarak boy gösterdiği bu film de Hülya Koçyiğit ile Türkan Şoray ilk ve son kez bir araya gelmişti. Filmin adı “Genç Kızlar”dı. Rol gereği Ediz Hun öğretmen, Türkan Şoray ile Hülya Koçyiğit ise yaklaşık 60 kızla beraber öğrenciydi.
Köşk’deki yüksek tavanlı, kocaman kristal avizelerin bulunduğu salon sınıfa çevrilmiş, yönetmen ve çekim ekibi hazır oldukça artistler rol kesmeye başlamışlardı. O günden bu güne aklımda kalan bir diğer ayrıntı ise 60 kadar kızın kıkırdaması ve Ediz Hun’un şaşkın tavuk misali sağa sola çarpması idi. Rol mü yapıyorlardı, yoksa gerçek halleri miydi hatırlamıyorum ama yönetmenin sıkça kullandığı “Tekrar, baştan” komutu beynime kazınmıştı.

TANIK OLDUĞUMUZ GÜZELLİKLERDEN ESER KALMADI

Açıkçası o güne kadar ailemle birkaç kez sinemaya gitmiş, onlar film seyrederken kapı önünde yaşıtlarımla top oynamak daha cazip gelmişti. Neyse, o yazın sonlarına doğru ebeveynlerim kuzenlerimle beraber Moda’daki yazlık sinemaya götürdüklerinde bu kez gerçek beyaz perdeye kilitlenip kalmıştım. Zira çekimleri yapılırken hazır bulunduğum film sinema perdesinde oynuyordu. Bu şekilde de hem Yeşilçam’ı, hem de yazlık sinemaları sevmeye başladım. Fırsat buldukça ve ailem imkan tanıdıkça da yaz kış sinemaya gittim.
Bir sonraki yaz bürokrat babamın nakli sebebiyle Ankara’daydım. Bahçelievler 3. Cadde ile Tandoğan Orduevi’nin bahçesindeki yazlık sinemalar akşam karanlığını aydınlatan birer eğlence kaynağı olmakta gecikmemişti. Çoğunlukla Hollywood’da iş yapmış filmlerin adaptasyonu olan Türk filmlerini izliyor, bazen de Amerikan sinemasının bugün bile seyirci çeken filmlerini tercih ediyordum. Ta ki 1974 yılına kadar.

KENDİNİ SUNAN KADINLARI GERİ ÇEVİREN KAHRAMANLAR

1969 yılında devreye girmesine karşın yaklaşık beş yıl kendisine bağımlı kılmayı beceremeyen TRT’nin tek televizyon kanalı artık daha ağır basmaya başlamıştı. Hele 1970’li yılların ortasından sonra piyasaya egemen olan seks filmleri furyası sinema salonlarından beni iyiden iyiye soğutmuştu. Bir taraftan ser’deki gençlikten dolayı olsa gerek seks filmlerini merak ediyor, diğer yandan da o filmlerin oynadığı sinemalarda görünmeyi kişiliğime yakıştıramıyordum. Kısacası, televizyonun sihirli dünyası, seks filmlerinin bayağılı derken sinemadan koptum. Yazlık sinemalar ise beynimin bir köşesin de öylece kaldı. Dahası ergenlik ve gençlik dönemimin kahramanları ile güzel kadınları dağarcımda hoş bir seda olarak kaldı.

Bilmiyorum sizler de aynı kanıda mısınız, Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Kara Murat ile Kartal Tibet’in ünlendirdiği Tarkan karakteri tüm gençlik gibi beni de çok etkilemişti. Her ikisinin de hayata ve cinselliğe bakışı hemen hemen aynıydı. Tipik bir görev adamı olduklarından dolayı olsa gerek bir kadını arzuladıklarını belli edecek tek bir sözcük kullanmazlardı. Hatta birlikte oldukları kadınlar tarafından buna zorlandıklarını bile söyleyebilirim. Mağrur, mesafeli ve sanki bu türden işler için hiç vakti yok gibiydiler. Kendisini bir armağan gibi sunan kadınların hepsi de, serüven sonunda mutlaka ölürlerdi.
İşte bu yüzden tüm ergenliğimiz boyunca sinema perdesinde gördüğümüz güzel kadınları hayal edip, gerçek yaşamdaki kızların gelip bize yalvarmasını bekledik durduk. Ama ne gelen oldu, ne de selam veren. Hatta karşılıklı olarak hoşlandığımız kızlara bile açılamadık, ilk hareketi onlardan bekledik.

BİR BİR KAYBOLUP GİTTİLER, TA Kİ...

Allahtan aynı süreçte yaşamayı seven, içki ve kadınlara düşkün “Cool” kişilikler Robert De Niro, Poul Newman gibi anti-kahraman olabilme lüksüne sahip kahramanlar ile Emmanuelle fimleri karşımıza çıktı da ilişkilerdeki dengeyi kurabildik.
Deminde bahsettiğim gibi TV, seks filmleri furyası, ekonomik koşullar derken bir baktık ki, yazlık sinemalarla beraber Çamlıca Gazozu ve içine atılan beyaz leblebi, parlak kağıda sarılı çikolata buz, parayla dağıtılan minderler tarih olup bitti. Hatta patlak hoparlörlerin yarattığı cızırtı sesiyle rekabet eden ay çekirdeği sevdasının yan unsuru “çıt çıt” sesleri de kayboldu gitti.
Yanlış hatırlamıyorsam 2005 yılında Sheraton Otel’in bahçesindeki yazlık sinema ile iki üç yıl önce Bilkent Center’in bahçesinde açılan yazlık sinema tekrar o günlere dönmemi sağladı. Sık olmasa da sinema perdesiyle o iki merkez sayesinde yeniden buluştum. Ancak ekonomik koşullar yüzünden kapanınca onları da kısa sürede kaybetmenin hüznüne kapıldım.
Geçenlerde Yenimahalle Belediyesi’nin devreye soktuğu ve gelenekselleştirdiği bir sosyal aktivitenin davetiyesi gelince tüm bunlar gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Davetiyede, Fethi Yaşar önderliğindeki Yenimahalle Belediyesi sınırları içindeki birçok bölgeye yazlık sinemalar kurmuş ve tüm yaz boyu hemşerilerini davet ediyordu. Üstelik patlamış mısır da dahil organizasyonun tümünü parasız gerçekleştiriyordu. Hafızam yanıltmıyorsa geçen yıl Çankaya Belediyesi de Kızılay’da bir yazlık sinema açmıştı.

YENİMAHALLE’DE ESKİ SEVDAMIZA KAVUŞTUK

Yoğun iş temposundan dolayı gitmeyi çok istediğim Yenimahalle Belediyesi Geleneksel Açık Hava Sinema Günleri’nin ilki Çayyolu Atapark’ta gerçekleşti. O gece Ulak isimli film izleyicilerle buluştu ama öğrendim ki bundan sonra birbirinden güzel 24 yerli ve yabancı film 10 farklı yerde kurulan dev perdeler sayesinde vatandaşla buluşacakmış. Sinema günlerinin üçüncü gününde bir davet daha geldi ama ona da gidemedim. Belediye Başkanı Fethi Yaşar Yenimahallelilerle birlikte Ragıp Tüzün Parkı’nda Ademin Trenleri isimli filmi izlemek üzere bekliyordu. Üstelik Omurilik Felçlileri Derneği üyelerince hazırlanan ve ücretsiz dağıtılan patlamış mısırlar da hazırdı.
Allah’tan sinema günleri Temmuz ayının sonuna kadar devam edecek. İçlerinden birine mutlaka gideceğim. Filmlerin listesini de öğrendim. Babam ve Oğlum, Pardon, Ejder Kapanı, Devrim Arabaları isimli filmler listemin ilk sırasında. Sizlere de tavsiye ederim, bir yol parası masrafla bambaşka bir dünyanın içinde kendinizi bulma fırsatını kaçırmayın.

Yazının Devamını Oku

Sektörün güçlü oyuncuları Ankara’nın yüzünü güldürüyor

19 Haziran 2011
Geçen hafta 28 güne sığan tam yedi iş seyahatinin bir kısmını anlatmış ve geri kalanını da önümüzdeki hafta aktaracağımı belirtmiştim. Kaldığımız yerden devam etmeden önce kısa bir hatırlatma yapayım. Antalya’da turizmin yüzleri güldürdüğünü, İzmir’de ise insanın içine yaşama sevinci dolduğunu vurgulamış ve gittiğim yerlerle Ankara arasındaki farkları aktarmıştım. Akşam karanlığı Ankara’nın üzerine çöktüğü zamansa neredeyse hayatın durduğu tespitime katılan çok kişi oldu. Tıpkı benim gibi bu olumsuzluğun suçunu kentte yaşayanlarda değil, kentin ruhunu kaybettiren yöneticilerde buluyorlardı. Nedenlerinin bir kısmını geçen haftaki köşemde ve daha önceki yazılarımda sıralamıştım, o yüzden tekrara gerek yok.
Bu serzenişleri ise siyasi bir yorum olarak algılamayın. Zira İstanbul gibi yönetilmesi, hizmet götürülmesi, güvenliği zor megapolü de Ak Parti’li bir belediye başkanı yönetiyor ama şehre yapılan yatırımlar çok güzel. En azından halen yaşayan caddeleri, sokakları ve parkları var ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi daha da katkı sağlamak için elinden gelen çabayı gösteriyor. Bir başka örneği de Kayseri, Samsun, Konya, Bursa gibi aynı parti tarafından yönetilen belediyelerden, ya da CHP’li Aydın ve Eskişehir belediyelerinden verebilirim.
Sanıyorum birçoğunuz son yağışlardan sonra Ankara’nın içine düştüğü rezaletten bahsetmemi bekliyorsunuz. Yazılacak, söylenecek her şeyi meslektaşlarım aktardı. Benim vurgulayacağım tek bir konu var ki, o da geçici makyajla iş bir yere kadar gidiyor. Aslolan kalıcı makyaj. Örneğin bizden daha fazla yağmur alan Londra gibi kentlerde geçitleri, yolları, kısacası şehri su basmıyorsa suçu doğada aramanın anlamı yok. Suçlu belli, değil mi Sayın Melih Gökçek!
Bu arada her icraatı kötü olacak değil ya, kent için iyi bir şey de yaptı. Bunu canı gönülden söylüyorum, Atakule’yi ışıklandırdı ve çok güzel oldu. Ayrıca bu ışıklı kuleyi su basan Ankara’da deniz Feneri olarak da algılayıp, yönümüzü bulabiliriz.

TÜRKİYE’NİN YATAK KRALLARI VE EN HIZLILAR

Gelelim Antalya ve İzmir’den sonraki duraklarıma. Üçüncü durağım İstanbul oldu ki daha sonraki günler bu şehre iki kez daha gittim. Öncelikle bizim grubun Capital ve Ekonomist dergilerinin ortaklaşa düzenlediği “Türkiye’nin En Başarılı Turizm Yatırımları Araştırması 2011” töreni için bu şehre adım attım. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da katılımıyla gerçekleşen davet boğaz kenarındaki Esma Sultan Yalısı’nda yapıldı. Çok sayıda turizm yatırımcısı geceye katıldı.
Gecede sohbet ettiğim kişiler sayesinde çok ilginç bilgilere ulaştım. Örneğin, son yıllarda yaptığı ataklarla yatak sayısını hızla arttıran Türkiye’de belgeli yatak sayısı bir milyona ulaşmış. Bu sayıya belediye belgelileri de eklediğimizde rakam bir milyon 300 bin’i buluyormuş. Turizmde yakaladığımız bu müthiş ivmenin arkasında ise sektörün güçlü oyuncuları varmış.
Otelcilik, son yılların en gözde yatırım alanlarından biri. Birçok büyük şirket bu sektöre giriyor ve dev yatırımlara imza atıyor. Bu yatırımlar sayesinde “Türkiye’nin yatak kralları” ve “Yatak kapasitesinde en hızlılar” sıralaması bile değişmiş durumda. 2008 yılına kadar Joy Grup, TUI, Dedeman Holding ilk üçü paylaşırken, bugün itibariyle ilk üçe TUI, Hilton Worldwide ve Crystal Hotels yerleşti.

İLK ÜÇE GİREN ANKARALILAR KOLTUĞU KAPTIRDI

Başkentli olarak bizi ilgilendiren yönü ise şu; İflas eden Joy Grup ile sıralamada geriye düşen Dedeman iki Ankara doğumlu firma olarak listeden çıkarken yerlerini uluslararası iki markaya bırakması. Ancak hemen karamsarlığa kapılmayın, Ankaralıların halen liderliğini sürdürdüğü bazı alanlar da o gece tekrar tescil edildi. Örneğin, beş yıldızlı kıyı otelleri kategorisinde Ankaralı Özkar İnşaat’ın oteli Calista Luxury Resort, spor turizmi İşletmeleri dalında yine Ankaralı Özaltın Gruba ait Gloria Golf Resort Otel birinciliği aldı.
O gece daha çok Calista Otel’in sahibi olan Özdoğan Ailesi’nin başarılı ferdi Ali Özdoğan ile sohbet ettim. Kendisini hem dost olarak çok severim, hem de iş adamı kimliğine önem veririm. Calista’ya Ankara’dan kardeş gelen Avrupa’nın en lüks otellerinden biri olan JW Marriott üzerine sohbet ettik. Dünyanın moda devi Stefano Ricci, JW Marriott içerisinde Avrupa’da ki en lüks mağazalarından birini açacakmış. Halen dünyanın çeşitli yelerinde butik mağazaları olan ünlü İtalyan modacı Stefano Ricci, otel içerisinde 400 Bin Euro’luk bir yatırımla yaklaşık 100 metrekarelik bir mağazanın hazırlığına girmiş.

DÜNYACA ÜNLÜ MODACI STEFANO RICCI’YE İLHAM VERDİ

Bu mağazanın dekorasyonu için her türlü malzemenin yurt dışından geleceğini belirten Ali Özdoğan, Stefano Ricci’nin yakın bir zamanda Beverly Hilss’te açacağı büyük mağazası için JW Marriott Ankara’da gördüğü özel yapım avizeleri kullanacağını söyledi. Yani bizden gördüğü fikri uygulayacakmış. Özdoğan Ailesi’nin fertleriyle oteli dolaşırken görmüştüm, Çek Cumhuriyeti’nde imalatı yapılan ve Çek isçilerin 3 ayda monte ettiği eşi benzeri olmayan muhteşem avizeler benim de ilgimi çekmişti.
Bu arada diğer iki İstanbul gidiş nedenimin kurum içi toplantılar için olduğunu vurgulayıp, ulaştığım bir diğer durağımdan bahsedeyim. Bodrum’a giderken amacım yine Tempo Travel başta olmak üzere grup dergileri için araştırma dosyaları hazırlamaktı. Yağmurlu havanın el verdiği ölçüde de bu emelime ulaştım. Bodrumlular da bu yıl ki turizm atağından çok umutlu ve iyi hazırlanmışlar. Ayrıca Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un bölgeleri için yaptığı yatırımlardan çok hoşnutlar.
Hakikaten de Kocadon, Bodrum’un içinde radikal çalışmalar yapmış. Yaya yollarını genişletip, beyaz taşlar döşemiş, araçların park etmesini önlemek için dekoratif bariyerler koymuş. Bence tek hatası beyaz yaya kaldırımlarının arasındaki yola asfalt dökmesi olmuş. Eskiden ne güzel Arnavut kaldırımı taşlar vardı ve şimdiki beyaz kaldırımlarla çok uyum sağlayabilirdi. Asfalt rengi çok sırıtmış. Zaten giden görecektir ki, liman yolunun yarısı asfalt yapılmış, diğer yarısı Arnavut kaldırımı olarak kalmış. Görsel fark hemen gözünüze çarpacaktır.

TAKLİT ÜRÜNLER ÇOĞALIYOR, KALİTE DÜŞÜYOR

Tüm turizm bölgelerimiz gibi Bodrum için de beni endişeye düşüren bir konuyu da aktarayım. Zaten bu endişemin yersiz olmadığını kaçak içkiden ölen üç Rus turistin ölüm olayı ispatladı. Sürümden kazanmak için “Her Şey Dahil Sistemi”ne yönelen turizmciler bunu her alana yaymaya başladı. Konaklamadan, tekne gezilerine kadar birçok alanda uygulanan bu sistem yüzünden maliyetlerini düşük seviyede tutmaya çalışan işletmeciler kaliteden taviz vermeye, kaçak ve taklit ürünlerle vergi yükünden kurtulmaya çalışıyorlar. Hal böyle olunca da kalitesiz ve sağlıksız ürünler turizmin hizmetine sunuluyor.
Her Şey Dahil Sistemi’nin getirdiği bir diğer olumsuzluk da şehrin ya da beldenin sosyal yaşamını tehdit etmesi. Tıpkı Antalya’daki gibi otele gelen turist yemeden içmeye, alışverişten eğlenceye kadar her ihtiyacını tesis içinde karşıladığı için kapıdan dışarı çıkmıyor. Bu yüzden de şehirdeki esnaf iş yapamıyor, sosyal hayat sekteye uğruyor, yaşanılan yerin ruhu ölüyor. Hâlbuki Bodrum, barlar sokağıyla, çarşısıyla, eşsiz koylarıyla, gece eğlencesiyle güzel.
Zaten bizler de Ankara’da bunun başka bir yönünü yaşamıyor muyuz? Şehir içinde mevzilenen AVM’ler yüzünden cadde ve sokak esnafı iflas noktasına geldi, daha da önemlisi şehrin ruhu kaybolmaya başladı.

İMAJ İÇİN MANİSA MALDİVLER(Mİ) OLDU?

Gelelim seyir defterimdeki son durağa. 28 gün içinde gerçekleşen gezilerime Antalya ile başlamıştım, yine Antalya ile kapanışı yaptım. Bu kez Türkiye’nin en lüks otellerinden biri olan Maxx Royal’ın açılış töreni için gittim. ETS Tur, Atlas Havayolları gibi dev yatırımların sahibi Ersoy Ailesi’nin yeni açtığı bu otel gerçekten çok görkemli. En küçük odası 80 metre kareden başlayan otelin dekorasyonu da bir harika olmuş. Belki de diğer otellerde olmayan en küçük ayrıntılar bile düşünülmüş. Örneğin her odada yatağınızda yatarken denizi görebiliyorsunuz. Şu kadarını söyleyeyim, Antalya’da Mardan Place’den sonra açılan en pahallı ve lüks otel olmuş. Duyduğuma göre tesise tam 240 Milyon Dolar harcanmış.
Geçenlerde birçok medya organında otelle ilgili haberleri okuyordum. Baktım, hepsi söz birliği etmişçesine havuzların arasında oluşturulan yapay adaları kaplayan kumdan “Maldivler’den getirtilen beyaz kum” olarak bahsediyor. Yazıp, söyleyenlerin aklına ya beyazı görünce Maldivler geldi, ya da yanlış bilgilendirildiler. Doğrusunu ben aktarayım. O kum Manisa’dan geldi.
Şimdi içinizden ‘Manisa’da deniz kumu ne arasın’ diye geçiriyorsunuzdur. Aydınlatayım; Hammadesi bu şehrimizdeki Kuvars madenlerinden elde ediliyor. Bu maden incecik kum zerrelerine dönüştürülüyor ve Maldivler kumsalları gibi bembeyaz bir görüntü veriyor. Diğer özellikleri ise çok sıcaklarda ayakları yakmaması ve vücuda yapışmaması... Ben nereden mi biliyorum? Bu fikri Maxx Royal’in sahibi Mehmet Ersoy’a veren kişi benim de oradan. Ayrıca kuvars’dan elde edilen kum, Maldivlerin kumundan çok daha değerli.
Yazının Devamını Oku

Meşhur Hint fakiri sözü tarih oldu Ankara’yı düşününce gözüm doldu

12 Haziran 2011
Hepsi Ankara dışına olmak üzere 28 gün içine tam yedi iş seyahati sığdırınca, üstelik ziyaretler yoğun iş temposunda geçince allak bullak oldum. Hatta bazı gidişlerde sabah hangi şehirde uyandığımı bile şaşırdım. Hal böyle olunca da geçen hafta köşe yazımı yazacak zaman bulamadım. Aslında ne çok yazılacak konu vardı! Örneğin birçok partinin seçim vaatlerini ele alıp, yaşanan gerçeklerle nasıl tezat oluşturduğunu ispatlayabilirdim. Ya da Ankara’nın gerçeklerini daha önceki aktarımlarım gibi farklı yönlerden ele alabilirdim. Köşemin yayınlandığı bu gün ülkemizde seçim var ve sizleri özgür iradenizle baş başa bırakmak için yanlış uygulamalara yönelik yazılarımı ileri tarihlere bırakıyorum. Sözü daha fazla uzatmadan da konuya giriyorum.
Bu hafta iş seyahatlerimde neler olduğunu ve sizlere ilginç geleceğini düşündüğüm konuları sıralayacağım. Tabii gittiğim şehir ile Ankara karşılaştırmasını ihmal etmeden. Seyahat programın ilk durağı Antalya’ydı. Tempo Travel Dergisi başta olmak üzere mensubu olduğum gruba bağlı birçok yayın için geniş turizm dosyası hazırlığım için bu şehre gittim. Kaldığım üç gün boyunca da neredeyse ayak basmadığım belde, gitmediğim turizm merkezi kalmadı.
Öncelikle şunu belirtmeliyim, turizm sektöründeki herkes bu yıldan çok umutlu ve şimdiye kadar gerçekleşenlerden dolayı mutlu. Otellerin büyük kısmı Kasım ayına kadar doluluktan bahsediyor ki, konaklama bedelleri bu gelişmelerin paralelinde yükseldikçe yükseliyor. Gerçi her şey dahil sisteminin avantajından faydalanıp, kaldıkları otelden çıkmayan turistlerden dolayı şehir merkezlerindeki esnaf aynı duygular içinde değil ama onlar da yaz sezonuna umutla bakıyorlar.

YETERKİ FİL BULUN BEYAZA BOYAMASI KOLAY

Turizmcilerin en çok sevindikleri konu ise alışıla gelmiş ülke misafirlerinin yanı sıra Hindistan, İran gibi farklı ülke insanlarının Antalya’yı keşfedip, büyük guruplar halinde gelmesi. Bu çeşitlilik de yabancı tur şirketleri karşısında turizm yatırımcısının elini güçlendiriyor, düşük fiyat politikalarına son veriyor. Özellikle Hintli misafirler Antalya’da pek gözde. Birçok Hintli aile tatilin yanı sıra İstanbul’dan sonra Antalya’yı da düğün mekanı olarak seçmeye başlamış ki, şimdilerde Hindistan’da Antalya’da düğün yapmak moda olmuş.
Benim olduğum sırada Hindistan’ın önde gelen ailelerinden biri Kundu’daki Mardan Place Otel’i üç günlüğüne kapatmış ve davetlileri özel uçaklarla Antalya’ya taşımıştı. Günlüğüne bir milyon dolar alan otel yönetimi ise bu durumdan çok memnundu. Üstelik ekstra istekler sebebiyle ciroları anlaştıkları rakamında üzerine çıkmasından dolayı havalara uçuyorlardı. Mardan Otel’in CEO’su İrfan Demirok ile konuyu paylaşırken, dostluğumuza da istinaden espri dozu yüksek şöyle bir sohbetimiz oldu:

“Hintli misafirlerimiz düğün için kesenin ağzını açıp, beyaz fil bile istediler ama nereden bulalım!” diyen İrfan’a verilecek cevap belliydi. “Git hayvanat bahçesinden ya da bir sirkten fil kirala, beyaza boya, istekleri yerine gelsin”
Önce bu önerimi ciddiye aldı ve dudaklarından “Böyle şey mi olur?” cinsinden sözler dökülmeye başladı. Sonra da şaka yaptığımı anlayıp, sıkı bir kahkaha patlattı. Ancak söylediklerimde az da olsa gerçek payı vardı ki, bu işin piri Amerikalıların yaptıklarına bakmak yeter. Adamların Las Vegas’da neler gerçekleştirdikleri ortada. Allahın çölünü allayıp, pullayıp, önemli bir turizm destinasyonu olarak dünya pazarına sunmadılar mı? Kaldı ki Antalya’nın doğal güzelliği bile tek başına yeter.

RUSÇADAN SONRA ALMANCA VE İNGİLİZCE

Antalya ile ilgili hazırladığım bazı dosya çalışmalarını önümüzdeki haftalarda siz Hürriyet okurlarına da aktaracağım. Tabii bu dosyaları bizim dergi grubuna bağlı bazı yayınlar için hazırladım, ki daha çok Tempo Travel Dergisi için ter döktüm. Zira iki yıldır Türkçesi tüm gazete bayilerinde satılan ve büyük ilgi gören bu derginin Rusça versiyonu da Mart ayında piyasaya çıktı ki mütevazı olmaya gerek yok projede katkım çok büyük. Sakın yanlış anlaşılmasın ekip arkadaşlarımın ve üst yönetimin desteğiyle.
Şimdi Tempo Travel’in Rusça baskısından sonra İngilizce ve Almanca editionları için kolları sıvadık. Bilmeyenler için söyleyeyim, bu derginin Türkçe sayılarının içeriğinde ülkemizle beraber dünyanın farklı bölgelerine yönelik yazı ve görseller var. Yabancı dildeki yayınlarında ise şimdilik sadece Türkiye’nin önemli turizm destinasyonları yer alıyor ki, yakın bir gelecekte onların içinde de dünyadan haberler olacak. Şimdilik ülkemize gelen yabancılar ile o ülkelerde düzenlenen Turizm fuarları için hazırladığımız yabancı editionların Rusya’da, Almanya’da ve İngilizce konuşan birçok ülkede raflara girmesi için biraz daha zaman var.

YÜRÜYÜŞÜ BİLMEM AMA SUCUK EKMEK GÜZELDİ

28 gün içerisinde gittiğim ikinci durak ise İzmir’di. Yine bizim dergi grubuna bağlı Atlas Dergisi’nin gelenekselleşen doğa yürüyüşleri kapsamında Ege’nin incisi bu kentte üç gün geçirdim. Bu süreç zarfında Kordonboyu’nda keyif yaptım, Çeşme Urla gibi yakın ilçelere gittim, davetlere katılıp, eski dostlarla buluştum. Son gün ise yaklaşık 200 kişiyle doğa yürüyüşünün yapıldığı Karagöl’e gidip, organizasyondaki yerimi aldım. Gerçi doğa tutkunları gibi 14 kilometre yürüyüp, geceyi göl kenarında kurulan çadırlarda geçirmedim ama Yamanlar Dağı’ndaki muhteşem manzarayı da kaçırmadım. Ben bir başlangıç anında, bir de final sonrası verilen sucuk- ekmek partisinde yer aldım. Aradaki süreçte ise o daracık dağ yolunu takip edip İzmir’e gidip, geri geldim.
Tam 33 yıldır sürekli olmasa da ara ara gittiğim İzmir gerçekten güzel bir şehir. Tabii onu böylesine cazip kılan ise içinde yaşayan insanların çağdaş yüzü ve hayat dolu enerjisi? Her fırsatta Kordonboyu’nu baştan sona turladım ve tüm kentin sel olup bu sahil şeridine akmasına tanık oldum. Her yaştan ve kimlikten vatandaşın deniz kenarındaki parklara doluşmasını, çimlere uzanmasını, restoranlarda yemek yiyip, kadeh tokuşturmasını izledim. Nargilesini fokurdatanla, çayını yudumlayanla, kumrusunu paylaşanla sohbet ettim. Hatta dilencileri, falcıları, seyyar satıcıları, fayton sürücülerini bile hafızama kazıdım.

FALCININ KADİR İNANIR YALANI

Falcı dedim de, sen istesen de istemesen de yanına gelip, kurulmuş plak gibi konuşmaya başlıyorlar. Kimi beni kalantor bir zengine benzetti, kimi de romantik bir aşığa ama yalanları masamı paylaştığım iş arkadaşıma yönelmeleriyle son buldu. Kadir İnanır’a benzettikleri masa arkadaşım, kel, göbekli ve siması Almanlara benziyordu.
Şaka bir yana İzmir’de gördüğüm en olumsuz yön, restoranların içine bile girmekten çekinmeyen bu falcılar ile dilenciler oldu. Turistik iddiası olan bu şehir için davetsiz misafirlere yönelik acilen önlem alınmalı. Sokakta köşe başlarını tutmalarına bir şey demiyorum ama masanızda dahi kolunuza yapışmaları hoş değil. Ayrıca gittiğinizde benim yaptığım hatayı siz asla yapmayın. Önce bir kaçına para verdim ama arkasından onlarcası gelmeye başladı. Anladım ki bir birlerine haber veriyorlar ve diğerlerini de sizin olduğunuz yere yönlendiriyorlar.

ANKARA BU KADAR SIKICI DEĞİLDİ!

Kordon sefam esnasında Ankara’daki yaşamımızı düşündüm. Tamam, İzmir gibi denizimiz, dolayısıyla doğal dekorumuz yok, bozkır da yaşıyoruz ama Ankara fiziki olarak bu kadar da sıkıcı olmamalı. Örneğin keyifle yürüyeceğimiz bir bulvar ya da caddemiz bile yok. Otobana dönmüş yollarda ne yürüyebilecek doğru dürüst bir kaldırım var, ne de karşıdan karşıya geçebilecek imkanımız. Eskiden Kızılay’da mağaza vitrinlerine bakarak yürümek, bulvar üstündeki kafe ya da pastanelerde bir şeyler atıştırmak çok keyifliydi. O dik Cinnah yokuşunu tırmanıp, Botonik parkında soluklanmak bile güzeldi. Şimdi biraz Tunalı Hilmi Caddesi, biraz da Bahçelievler 7. Cadde, hepsi o kadar. İnatla AVM’lerin içine tıkıştırılmamız ise neredeyse kaderimiz oldu.
Akşam karanlığı şehrin üzerine çöktüğü zamansa neredeyse hayat duruyor. Ben bu olumsuzluğun suçunu kentte yaşayanlarda değil, kentin ruhunu kaybettiren tüm yetkililerde buluyorum. Nasıl mı? Saat 24’den sonra toplu taşım araçlarını çalıştırmayan, sokakları loş ışıklara mahkum eden, yaya kaldırımlarını daraltan, aileleriyle restorana giden çocukları karakola götüren bir yaklaşımdan ne bekliyorsunuz ki?
Yazı çok uzun olduğu için devamı gelecek haftaya deyip, şimdilik burada keselim. Sanıyorum diğer bilgiler de sizlere ilginç gelecektir.
Yazının Devamını Oku

Demokrasi tarihimizden miras kalan görsel hazine ve ünlüler

29 Mayıs 2011
Geçen hafta aldığım müthiş bir hediyeden ve bir bölümünü bizzat yaşadığım anılardan bahsetmek istiyorum. Masamda konuşlanan zarfı yırtıp, içinden çıkanı görünce sevinçten havalara uçtum.

Ardından da sarı bir zemin üzerine altın yaldızlı harflerle “Demokrasi Tarihimizden Kareler- Mehmet Sürenkök” yazılı kitabı elime alıp, sayfalarını sabırsızlıkla çevirmeye başladım. Her bir sayfa geride kaldıkça da derin düşüncelere daldım. 63’üncü sayfaya geldiğim esnada da içimde başa dönüp, daha alıcı gözle inceleme isteği doğdu. Üstelik bu sefer tarih ve sosyal hayatımızın dünüyle bugününü karşılaştırmaya başladım.
Kitap, 1944 yılında Ulus Gazetesi’nde foto-muhabirliğine başlayan Mehmet Sürenkök’ün çektiği fotoğrafları yansıtan bir içeriğe sahipti. 1944 ile 1985 yılları arasındaki siyasi olaylar, liderler, sanatçılar derken 41 yıllık bir sürecin belgelerini kapsıyordu. İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit bir yanda, yedek subay kıyafetli Zeki Müren ile Kıbrıs çıkarması sonrası askere moral vermek için adaya adım atan Fatma Girik diğer yanda. Devlet adamlarının sımsıcak aile görüntüleri, Tunceli’den İstanbul’a uzanan Türkiye manzaraları ve insan profilleri, kısacası sayfalarda yok yoktu.

KOLLEKSİYONCULARIN PARA SAÇACAĞI ARŞİVİ BEDAVA VERDİ

Kitabı hazırlayıp, dağıtan ise rahmetli Mehmet Sürenkök’ün iş adamı oğlu Önder Sürenkök’dü. Hemen vurgulayayım, Önder Bey’in ülkemize katkısı bu kitapla sınırlı kalmamıştı. Öncelikle babasının bütün fotoğraf arşivini beş kuruş para almadan Anadolu Ajansı’na hediye etmiş, bu görsel hazinenin tüm ülkeye, hatta dünyaya mal olmasını sağlamıştı. Eminim ki böylesine değerli bir hazineye koleksiyoncular milyonlarca lira para ödeyebilirdi.
Gelelim Mehmet Sürenkök ve görsel arşiviyle benim alakama. 1977 yılında genç bir stajyer muhabir olarak girdiğim Hürriyet’te ilk tanıdığım kişilerden biri Mehmet Sürenkök’tü. İlerlemiş yaşına rağmen mesleki heyecanı ve refleksleri benim gibi tüm gençleri hayrete düşürmeye yetmişti. Psikolojik sıkıntıya düştüğümüz bir başka gerçek ise omzundan hiç düşürmediği çantasındaki Linhoff ve Leica gibi mükemmel fotoğraf makinelerine kedinin ciğere baktığı gibi bakmamızdı. Bizim kullanmayı hayal bile edemediğimiz bu makinelere yıllarca kazandığını yatırmış ve müthiş bir makine parkına sahip olmuştu.
Sevgili Mehmet ağabeyimizin malzemeleri ne kadar görkemliyse kişiliği de o derece alçakgönüllüydü. Bilgisini, tecrübelerini bizlere aktarmaktan kaçınmaz, makinelerine el sürdürtmeyen diğer meslek büyüklerimizin tam tersi kullanmamız için teşvik ederdi. Celal Bayar, Adnan Menderes gibi liderlere yönelik anılarını ise gözümüzü kırpmadan dinlerdik. Beni esas etkileyen yönü ise sahip olduğu müthiş arşivdi. Bugün kitapta gördüğüm birçok fotoğrafı bizzat kendi elleriyle bana göstermiş ve “Erdal, bunlar benimle beraber ölmeyecek, ömür boyu yaşayacak” demişti.

İNÖNÜ İLE MENDERES ŞİMDİKİ LİDERLERE ÖRNEK OLSUN

Kitaptaki fotoğrafları yeniden ve daha detaycı bir gözle incelediğimde, ister istemez bugünle karşılaştırma ihtiyacı duydum. Örneğin 1950 yıllarında demokrasiye ilk geçişimizi sağlayan seçimlerdeki Celal Bayar’ın mitinglerini, İsmet İnönü ve Adnan Menderes’in iktidardayken halkın arasındaki görüntülerini bugünle karşılaştırdım. Şık kılık kıyafetleri ile alanları dolduran fakir halkla buluşmaları gerçekten görülmeye değerdi. Ne korumalar vardı, ne de liderlerle el ve vücut temasını engelleyen görevliler. Dahası 1951 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı öncesi stadyumda sıcak sohbete giren İnönü ile Menderes’in samimiyeti ne kadar keyifli ve insaniydi. Bugünkü liderlere bakıyorum da, bırakın yan yana gelmeyi tören alanına bile gitmiyorlar.

Yazının Devamını Oku

Şöhreti halen sürenler ve tarihin tozlu sayfalarında yerini alanlar

22 Mayıs 2011
Ankara Ticaret Odası Başkanı Salih Bezci, Başbakan’ında katıldığı bir toplantıda Ankara’yı marka şehir yapmak ve markaları korumak için ne gerekiyorsa yapılacağını söylüyordu.

İyi niyetli bu yaklaşımını canı gönülden desteklemek gerek, ancak eldeki ünlü markalarımızın bile yok olup gittiği bir süreçte eyleme geçme zamanı gelmedi mi? Örneğin şahsının da ortağı olduğu Armada, Panora gibi AVM’lerde bu markalarımızı kurtarmaya yönelik bir girişimi var mı? Sözlerle eylemlerin birbirini tutması dileğiyle bu hafta, Ankara kökenli bazı yiyecek ve eğlence markalarını anımsatmak istiyorum. Eminim ki içinizden birçoğunuz o markaların Ankara’da doğup, büyüdüğünü bile bilmiyorsunuz.
Kapanan ya da yok olup gidenlerle başlayalım. Kuruluşu Cumhuriyetin ilk yıllarına dayanan Karpiç Restoran, Merkez Lokantası, Ankara Palas, Süreyya Gazinosu, Astorya Gazinosu, Gar Gazinosu, Ömür Pastanesi aklıma ilk gelerler. Gerçi Süreyya Gazinosu Beysukent’de bir villa da yaşam savaşını sürdürüyor ama nerede o eski şaşalı günleri! Kızılay Maden Suları, Akman Pastanesi, Gima, Birtat Yoğurt ise tarihin tozlu sayfalarında yerini alırken, Tekel Bira, Atatürk Orman Çiftliği Ürünleri ise eski parlak günlerine geri dönmeye çalışıyor. Bu arada en üzüldüğüm yerlerden biri de kuruluşu 1936 yılına dayanan Akman Pastanesi, ki o da bize veda ediyor.
Bugün birçok alanda faaliyet gösteren Koç Grubu’nun Divan işletmeleri, Eskiyapan Ailesi’ne ait Nuh’un Ankara Makarnası, Başman Ailesi’ne ait Kavaklıdere Şarapları, Gamze Cizreli’ye ait Big Chef’s Restoranları, Akman Ailesi’ne ait Ersu Meyve Suları, Boğaç Üner’e ait Quick China ve Kuki, Beypazarı Soda, Seğmen Reçelleri, Tadım Pizza, Kocatepe Kahve Evi ise ülke genelindeki bilinirliğiyle yüzümüzü güldürmeye devam ediyor.

ALLAH SAADET, PARA, AŞK VERSİN, AMİN

Bir çoğunun yaşam hikayesini daha önce de yazmıştım. Örneğin Aspava Kebap önemli markalarımızdan biriydi. 1950’li yılların polisiye roman yazarı Ümit Deniz, yarattığı roman kahramanı Murat Davman ile ünlenmişti. Suçlulara karşı aman vermez bir detektif olan Murat Davman, aynı zamanda yabancı güçlere karşı mücadele eden ve milli duyguları yoğun sıkı bir ajan tiplemesiydi. Bu roman kahramanının ilginç yönlerinden biri de, özellikle içki sofrasında “Şerefe” yerine “Aspava” diyerek kadeh kaldırmasıydı.
Doğal olarak, herkes Murat Davman’a, Aspava’nın anlamını sorar, o da “Allah, saadet, para, aşk versin, amin” diye kısalttığı dileğini açıklardı. İnsanlar bu dileği zamanla çok benimsedi ve halk dilinde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Öyle ki, dilenciler bile ellerinde Aspava yazılı levhalarla dolaşır oldu.
Toplumun bu denli benimsediği Aspava isimli lokantayı açan ilk kişi ise şampiyon güreşçilerimizden Mahmut Atalay oldu. Atalay, 48 yıl önce kurduğu işletmeyi “Aspava Şöhretler Pide ve Kebap Salonu” adıyla tescil ettirdi.

MUHAFAZAKAR AKIMLARLA AÇILIMI DEĞİŞTİ

Yazının Devamını Oku

Süper star, süper ucube, süper teklif ve süper çekiliş

15 Mayıs 2011
Siyasilerimizin 12 Haziran seçimlerine yönelik vaatlerine bakıyorum da neredeyse hepsi Cumhuriyetimizin 100’üncü yılına denk gelen 23 yılını hedef gösteriyor.

Projelerini açıklarken de “Süper” kelimesini hiç ihmal etmiyorlar. Örnek mi? Süper Proje, Süper Fikir, Süper Kanal, say sayabildiğin kadar...
Öncelikle orijinal yazılışı “Super” olan Fransızca kökenli bu kelimenin sözlükteki karşılığını aktarayım. Türk Dil Kurumu’na göre nitelik, nicelik ve derece bakımından üstün olan her şeye süper deniyor. Peki, süper sıfatının ortalıkta bolca konuşulduğu bir süreçte bu tanımlamayı Ankara için kullanan bir politikacıyı hiç gördünüz mü? Boşuna düşünmeyin “Yok”. Zira ortada ne bir proje var, ne de fikir! Ancak bu konuda benim bazı düşüncelerim ve kıyaslamalarım var ki sizlerle paylaşmak istedim. Tavsiyem, yazıyı sonuna kadar okumanız. Çünkü son bölümde hepinizin kazançlı çıkacağı bir projeyi aktaracağım.
Ankara’nın süper icraatları hiç de az değil. Örneğin “Futbol Süper Ligi”nde top koşturan iki takımı var. Aslında sayıları 3’tü ama Gökçek’lerin ihtirasından olsa gerek 2’ye düştü. Gençlerbirliği ve Ankaragücü yoluna devam ederken Ankaraspor soluğu Bank Asya’da alıverdi. Korkum Gökçeklerin yönetiminde hakim olduğu Ankaragücü’nün de başına aynı olayın gelmesi.

ÇELİK YIĞININDAN YARATILAN SÜPER UCUBE

Bildiğiniz üzere Başbakan Erdoğan, Kars’ta ki “İnsanlık Anıtı”na “Ucube” dedi ve heykel yıkılmaya başlandı. Buna karşılık Ankara’nın bir “Süper Ucubesi” var ki, ne Başbakan emir veriyor, ne de mahkeme kararına rağmen kimse yıkmaya cesaret ediyor. Sizi fazla merakta koymayayım, Ankaralıların “Ucube” ismini taktığı ve yıllardır mezbelelik halinden en ufak taviz vermeyen çelik yığınından bahsediyorum.
Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından 2005’de yapımına başlanan, sözüm ona içinde kongre salonu ve alış-veriş merkezi, altında da metro istasyonu bulunacak olan bu yapı kaderine terk edilmiş bir durumda çelik yığını olarak Eskişehir Yolu’nda duruyor. Bu güne kadar 90 milyon lira civarında harcama yapılan merkez, Danıştay tarafından “Kamu ve toplum yararına aykırı” bulunduğu için plansız ve kaçak yapı statüsünde öylece duruyor. Pardon, öylece duruyor demek de yanlış olur...  Mahkeme kararıyla yapımı durdurulan bu “Ucube”yi utançtan olsa gerek Büyükşehir Belediyesi perdeyle kaplamaya başladı. Binaya perde çekilmesiyle beraber de üstüne dev reklam panoları konuşlandırıldı.
Konuyu biraz daha açmam gerekirse, Çankaya Belediyesi, planlara aykırı olarak inşaatın sürdürüldüğünü öne sürüp İdare Mahkemesi’nde dava açtı ve kazandı. Üstelik Danıştay da Çankaya Belediyesi lehinde karar verdi. Mahkeme kararlarında, yüksek yoğunluklu yapının “Kamu ve toplum yararına aykırı olduğu” hükmü yazıldı. Bu karar sonucu da bina “Plansız ve kaçak yapı” olarak değerlendirildi. Şimdilerde bu mezbeleliğe ne dur diyen var ne de çöpe atılan 90 Milyon Lira civarındaki paranın hesabını soran.

GÖKKUŞAĞINI TWİTTER’DA KURTARAMADI

Yazının Devamını Oku

Sosyal yaşama ev sahipliği yapan yeni ve gözde mekânlar

8 Mayıs 2011
Yaz esintilerinin hafiften hissedildiği bu günlerde eve girmek yerine dışarı çıkma fikrine daha çok kapılıyoruz. Doğal olarak da kesemize göre bir hedef belirleyip, yeme, içme ve eğlence mekanlarına yöneliyoruz. Peşinen söyleyeyim yaz gecelerine ev sahipliği yapacak işletmeler önümüzdeki sezon sayıca daha fazla ve dinamik... Birazdan aktaracağım mekanların kimi müşterileriyle ilk kez buluşuyor, kimi de alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip, rekabette “Ben de varım” diyor. Hal böyle olunca da bizler için gidilebilecek cazibe merkezlerinin sayısı artıyor. Zaman zaman sizlere ilettiğim yazılarımdan anlamışsınızdır; yoğun çalışma tempoma ufak tefek de olsa haz katmayı ihmal etmem. Yeni yerler keşfetmek, yeni lezzetler tatmak gibi alışkanlıklarım yaşamımın bir parçası oldu desem yeridir. Zira Neyzen Teyfik’in kaleminden dökülen o satırları hiç aklımdan çıkarmam. Ne demiş büyük üstat; “Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer. İçsen de tükenir içmesen de. Bu yüzden hayattan tat almaya bak. Çünkü yaşasan da bitecek yaşamasan da...”

Neyse gelelim yeni keşfettiğim mekanlara ve lezzetlere. İlk durağım Çayyolu Minasera AVM içinde açılan ve sıra dışı bir işletme olarak tanımlayabileceğim Guru’s House Restoran... İşletmenin sahipleri çok önemli, çünkü yiyecek, içecek ve eğlence sektöründe 15 yıllık deneyimlerini yeni markalarına yansıtmış kişiler. Serhat Çelik ve Altay Ağva’yı daha iyi tanımanız için IVY, IVY Summer, Ocean, NYX Teras, Mayday, Micsha ve D’blyu gibi Başkentte ünlenen mekanları sıralamam yeterli olacaktır. Guru’s House ise en son yarattıkları ve çok iddialı oldukları bir işletme.

SEKTÖRÜN GURULARINDAN SIRA DIŞI MEKAN

Mönüsünü Akdeniz ve Uzak Doğu mutfaklarının sentezinden oluşturan işletme de ön plana çıkan ürün ise 30 çeşidiyle sofranıza gelen Tapas. Şimdi “Tapas da nedir?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Kısaca tarif etmem gerekirse, ortaya paylaşmalık gelen küçük İspanyol mezelerine verilen ad diyebilirim. Eskiden İspanyollar içkilerinin içine toz, sinek girmesin diye bardakların üzerine tabak koyarlarmış. Daha sonra bu tabakları içkiye yakışan mezelerle donatmaya başlamışlar. Bu tabaklara da tapas demeye başlamışlar. Şimdilerde başta İspanya’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde iş çıkışı bir bara gidip, şarap eşliğinde Tapas yemek moda oldu.

Tabi Guru’s House’da sadece Tapas yok... Paella, fırında hazırlanmış ördek, Teriyaki soslu unagi şiş ise tavsiyelerim arasında. Mutfak kimliğine de bürünen 15 metrelik barında ise taze meyvelerle hazırlanan alkollü ve alkolsüz kokteyleri de aklınızda tutun. Cuma ve Cumartesi günleri ise saat 22’den sonrasına dikkat! Zira ünlü DJ’lerin ruh haline göre şekillenen müzik sizi restoran havasından çıkarıp, eğlencenin göbeğine oturtabilir.

MİCKEY’S İSMİ ÖYLE YAPIŞTI Kİ GERÇEK İSMİNİ BİLEN YOK

Kısa bir süre öncesine kadar Cafemiz ve Las Chicas dışındaki işletmelerin teslim bayrağını çektiği Arjantin Caddesi yeni açılan iki mekan sayesinde tekrar şaşalı günlerine geri dönmeye başladı. Caddenin yeniden popüler hale gelmesini sağlayan işletmelerin başında da Günaydın Steak House ile Mickey’s By Las Chicas geliyor. İsmini ve içeriğini değiştiren Mickey’s özellikle hafta sonları neredeyse tıka basa doluyor. Meksika ve Amerika mutfağını Başkentlilerle buluşturan işletme, kokteylleriyle de bir hayli iddialı.

Yabancı dil bilen ve eğitimli personeli sayesinde de Ankara’da yaşayan yabancıların da uğrak adresi olan Mickey’s’in Gökhan Erden isminde sempatik bir sahibi var. Zaten mekanın başarısındaki en büyük pay da ona ait. Adı Gökhan ama herkes ona Mikiys diyor. Bu isim ona öylesine yapışmış ki, geçenlerde bir müşteri “Senin Gökhan isminde bir ortağın da varmış” deyince dakikalarca her iki ismin de kendine ait olduğunu anlatmak zorunda kalmış.

SÜLEYMANIN ELİNE DÜŞMEYE GÖR, KURTULMAN İMKANSIZ

Mickey’s’in hemen karşısında yer alan Günaydın Steak House ise Amerikan mutfağını başkentlilerle buluşturuyor. Restoranda yemeklerde kullanılan ve satışa sunulan etlerin tamamı Balıkesir Gönen’deki çiftlikte, doğal ürünlerle yetiştirilen danalardan sağlanıyor. Kesilen etler, kemik ve yağı üzerinde bir ay dinlendirildikten sonra mutfakta kullanılmaya başlıyor. Et restoranları arasında kısa sürede en iyiler içine giren Günaydın’a rezervasyon yaptırmadan gitmeyin. Zira doluluktan dolayı kapıdan dönmeniz içten bile değil.

Bu arada restoranın Süleyman Dilek isminde genç ve sempatik bir şefi var. Kovboy şapkası başından eksik olmayan Süleyman’a kendinizi sevdirirseniz etin de, masanın da en iyisine kavuşuyorsunuz. Üstelik etin kesiminden, pişirilmesine kadar her safhasını çok iyi bilen bu şirin genç masanızla ızgara arasında etten bir köprü kuruyor. Siz yeter artık deseniz de, “Şunu da bir deneyin” diyerek sanki mide fesatına uğramanız gayret gösteriyor. Allah’tan Günaydın zincirinin Ankara İşletme Müdürü Hüseyin Sezer’in insafı devreye giriyor da tatlı ve çay-kahve faslına geçebiliyorsunuz.
Mickey’s’in çok tutulması ile beraber devreye giren Flat isimli kafede özellikle gençler tarafından rağbet görüyor. Hafta sonları caddede yoğun bir araç trafiğinin yaşanmasına neden olan mekan, İtalyan ağırlıklı mönüsünü dünya mutfağından örneklerle destekliyor. Hafta sonları ise müziğin sesini biraz daha yükselterek bar gibi hizmet vermeye devam ediyor ki, kulak ve beyin sağlığına güvenmeyenler için o zaman dilimini pek tavsiye etmem.

KALKANDAN TANDIR OLUR MU DEMEYİN, AKSİNE DENEYİN

Bu arada Arjantin’e komşu İran caddesi üzerinde yer alan Yosun Balık Restoran’ına uzun süredir gitmeyenler için de bir tavsiyem olacak. Dekorunu yenileyen, hizmet anlayışını geliştiren Yosun’da yeni servise sokulan bir ürün çok lezzetli. Damak tadı bakımından zaten keyifli olan mönüsüne giren “kalkan tandır” gerçekten çok güzel. Sanıyorum diğer müşteriler de benimle aynı fikirde olacaklar ki siparişlerinin ilk sırasına bu ürünü yazdırıyorlar. Bir de tüm dekorunu yenileyen, üstü ve yan cepheleri tamamen açılacak şekilde dekore eden Yosun’unu yaza en hazır mekanlar arasında gördüm. Zira yaz boyunca tamamen açık alan olarak kullanılacak olan yeni çehresi sizleri gökyüzüyle bulaştırabilir.
Hazır söz balık restoranından açılmışken İki hafta önce hizmete sokulan Kolyoz Balık Restoran’na da değineyim. Attar Sokak’da yer alan bağımsız binasında Terasıyla birlikte dört katta faaliyetini sürdüren Kalyoz, 200 kişi kapasiteli. Tabii yaz aylarına ev sahipliği yapacak olan geniş bahçesi sayesinde bu kapasite daha da artacak. Piyasaya hızlı giriş yapan restoranın mönüsüne gelirsek. Levrek dolması, tarama, kalamar yumurtası ve kalkan ciğeri gibi spesiyallerin yanı sıra cızbız balık köftesi ön plana çıkıyor.

BEHZAT’DA KENDİN PİŞİR KENDİN YE!

Bu hafta size aktaracağım bir diğer işletme ise Behzat Et Balık Mangal isimli restoran. G.O.P Devlet Mahallesi’nde yer alan, Hüsamettin Özkan gibi siyasilerle meşhur Planet isimli kebapçıyı hatırlayacaksınızdır. İşte burası el değiştirmiş ve sahibi gibi tüm dekoru da değişerek harika bir mekan haline dönüşmüş. Oldum olası dev bahçesini çok sevdiğim bu yer şimdilerde “kendin pişir kendi ye” konseptiyle hizmet sunuyor. Her masa başında bir mangal tezgâhı bulunan Behzat Et Balık Mangal’da sipariş ettiğiniz et ve sebze ürünlerini isterseniz kendiniz, isterseniz de garsonlar pişiriyor. Pazar günleri hariç her gün canlı müzik de sunan restoranda dikkatimi çeken ürün ise Arap saçı otu ve damla sakızıyla marine edilmiş ahtapot yemeği oldu.
Yazının Devamını Oku