HERHANGİ bir iddiayı, kanıtlanmış bir suç olarak göstermek mi, yoksa başkalarının ağzıyla suçlananlara da söz hakkı vermek mi? Ardı arkası kesilmeyen iddialara maruz kalanların hezeyanına karşı, derhal savunmaya geçmek mi, suçlananlara da savunma şansı tanımak mı?
Suçlanan bir kişinin “çamur at izi kalsın” haykırışına da yer vermek mi, yoksa suçlananlara da yer verenleri alelacele suçlamak mı? Son bir yıldır iddianamelerin her alanda havada uçuştuğu bir dönemden geçiyoruz... Siyasi ve askeri konulardaki iddiaların ve ortaya çıkardığı travmaların içinde yüzüyoruz... Kimileri suçsuz kimileri suçlu ilan edilecekler... Ancak suçsuz olduğu halde bir iddiayla hayatları kayanların suçsuzluğu ispat edilse bile kimse onlara eski hayatlarını geri veremeyecek... Şimdi böyle bir ortamda avukatlar tarafından basına sızdırılan iddianameler ve isimler karşısında ne yapacağız? Tek taraflı yargı Bir Alman savcının suç iddiasında bulunduğu belgeyi ele geçirmek elbette iyi bir gazeteciliktir. Peki iddialarla hayatları alt üst olanların konuşma hakkı yok mudur? Suçluluğu ispat edilmemiş bir kişiyi suçlu gibi teşhir etmek tek taraflı bir yargı değil midir? İşte bu yüzden önceki gün, Milliyet Spor Servisi’nin “iyi bir gazetecilikle” ortaya çıkardığı “savcı imzalı iddianamelerin” yer aldığı belgenin, suçlanan muhataplarıyla konuştuk ve onların bu belgeyle ilgili düşüncelerini sayfalarımıza yansıttık... Onların açıklamalarına en ufak bir yorum katmadan, manşetimizi de suçlanan bir kişinin ağzından çıkan bir cümleyle yaptık... Amacımız ne Milliyet Spor Servisi’ni yalanlamak ne de yaptıkları gazeteciliği karalamaktı... Önümüzdeki süreçte suçlanan kişilerin gerçekten suçlu olup olmadıklarını hep birlikte göreceğiz... Suçları kanıtlanırsa cezalarını çekecekler elbette. Ya suçlu değillerse Fakat... Ya suçlu olmadıkları, sadece bir iddiayla “şikeci” damgası yedikleri ortaya çıkarsa ne yapacağız? Bunun vicdan boyutuyla hesaplaşabilecek miyiz yoksa, başta kaleci Recep Öztürk olmak üzere suçlananların da söylediği gibi “çamur at izi kalsın” sözünün altında ezilecek miyiz... Ben gereksiz alınganlıklar yerine çok gerekli olan iletişimi kurabilmeyi, Ertuğrul Özkök’ün Sit-Com (Durum Komedisi) benzetmesini aşağılamak yerine, bir Sit-Com’un içindeki renkliliği ve çok sesliliği keşfedebilmeyi ve anlamayı teklif ediyorum...