Bundan sonra bu 5 grubun hızla işe koyulup, önce 2019’da ilk prototipi ardından 2021 yılında seri üretime geçecek ilk yerli otomobili piyasaya sunması gerekiyor. Yani 5 şirketin işi zor ve önlerinde sadece 3 en fazla 4 yıl var. Bu süre sıfırdan bir şirketin kurulup, sıfırdan bir otomobil markası ve modeli yaratması için aslında çok kısa. 5 babayiğitten biri olan Kıraça Holding’in bünyesindeki Karsan ve Hexagon şirketlerinin ortağı olan otomotiv duayeni Jan Nahum, dün CNN Türk’te Hakan Çelik’in ‘Hafta Sonu’ programında tam da bu süreyi işaret etti.
Jan Nahum, benim de yer aldığım programda, sıfırdan bir otomobil markası yaratmanın zorluğuna dikkat çekerek, “Sadece tasarımı ve üretim sürecinin hazırlığı 2 yıl sürer ve en az 250 mühendis gerekir. Bundan önce süreçle ilgili ‘ürün kitabı’nın hazırlanması gerekiyor. Yani ne yapılacağına ve hangi alanda kiminle rekabet edileceğine ilişkin madde madde ortaya konulması gerekiyor. Bu bile sadece 6 ay zaman alır. Normalda bir otomobilin ki marka da baştan yaratılacak sıfırdan, üretim safhasına geçebilmesi 10 yılı bulur. Bu yüzden bu 5 gruptan oluşan ortaklı yapının çok hızlı bir şekilde çalışmalara başlaması lazım. Bu çok ciddi bir iş, magazin malzemesi yapılacak bir konu değil” yorumunu yaptı.
Jan Nahum, bugün Kıraça Holding bünyesindeki tasarım şirketi Hexagon’un yüzde 70 hissesine sahip ve Karsan’da da yüzde 25 hissesi bulunuyor. Yani Kıraça Holding ve Karsan’da yönetimsel olarak son dönemde yer almıyor ama hissedar. Yönetimsel olarak neden yer almadığını net olarak bilmiyoruz ama Kıraça Holding Yönetim Kurulu Başkanı İnan Kıraç’la arasının bozuk olmasından dolayı yönetim kurulunda olmadığı iddia ediliyor. Kendisi de bu konuda yorum yapmaktan kaçınıyor. Ama kuşkusuz ortaklardan birinin hissedarı olduğu için yerli otomobilde onun da söz hakkı var. Çünkü eğer ‘Türkiye’nin otomobili’ konusunda tasarımı ve planlamayı Hexagon yapacaksa o zaman Yönetim Kurulu Başkanı olan Jan Nahum’a da büyük iş düşüyor.
Nahum’u belki tanımayanlar olabilir, kendisi Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un ortağı ve yakın çalışma arkadaşı Bernar Nahum’un 2 oğlundan biri. Jan Nahum uzun yıllar Koç Holding’de görev yaptı ve son olarak Tofaş’ın CEO’luk görevini üstlenmişti. Koç’un Tofaş’ta ortağı İtalyan Fiat’ı 2000 yılında küresel krizden çıkaran Doblo projesinin de mimarlarından biri olan Jan Nahum bu başarısı sonrasında Fiat’ın Uluslararası İş Geliştirme Başkanı olarak yurtdışında görev yapmıştı.
Nahum bu görevinin ardından ortağı olduğu Karsan’a dönmüş ve kısa süre sonra Hexagon şirketini kurmuştu. Nahum, Karsan’la önce New York taksi ihalesine girmiş ve geliştirdikleri V1 isimli araç tüm dünyada beğenilmiş ve finale kalmıştı. Karsan daha sonra 6 milyar dolar büyüklüğündeki Amerikan Posta Servisi’nin araç ihalesine girerek finale kalmıştı. Şimdi Nahum, yönetimde aktif olarak olmasa da Karsan bu ihale için prototip hazırlıyor ve büyük şansı bulunuyor. Sonuçta tasarımları ve araç geliştirilmesi başkanı olduğu Hexagon tarafından yapılıyor. Özetle Nahum, Türkiye’nin otomobili projesinde öyle ya da böyle bir yerinde yer alacak. Çünkü hissedar olduğu grup bu işin içinde. Bence İnan Kıraç ve Jan Nahum arasındaki buzlar eriyip, bu projede 40 yıllık tecrübeleri olan Nahum kardeşlerin aktif olarak yer alması da doğru olur. En azından danışman olarak.
KALKAN TRENİN ÖNÜNDE YER ALMALIYIZ
TÜRKİYE’nin otomobili’nin yüzde 100 elektrikli olacağı konusunda ortaklar hemfikir. Bu henüz kaçmayan bir tren olduğu için Türkiye’nin şansı var. Ama rakipleri de çok ama güçlü. Bugün dünyada elektrikli otomobil ve batarya konusunda liderliği Çin üstlenirken, bu ülkede irili ufaklı birçok şirket ciddi çalışmalar yapıyor. Dünya devleri de Çin’de ortaklık ve üretim için kesenin ağzını açmış durumda. Dizel skandalıyla sarsılan ve yönünü alternatif enerjilere çeviren Volkswagen, sadece elektrikli otomobil bataryaları için önümüzdeki 8 yılda 50 milyar Euro yatırım yapacağını açıklarken, Mercedes Çin’de üreteceği elektrikli otomobil ürün gamı için 10 milyar Euro’nun üzerinde yatırım yapacağını, BMW’nin de benzer yatırımı gündeme aldığını biliyoruz. Aynı şekilde Nissan, Renault, Ford gibi tüm dünya devleri de elektrikli otomobil konusunda ciddi yatırımları devreye sokuyor. Bizim bu yüzden çok hızlı bir şekilde yol alıp, elektrikli otomobil konusunda olmayan bir şeyi yaratmamız, bulmamız veya ortak olmamız gerekiyor. Bu sayede trenin ön lokomotiflerinde yer alabiliriz. Aksi takdirde sırf elektrikli otomobil üretimi için kurulan şirketler ve yönünü bu alana çeviren devlerin gerisinde kalabiliriz.
Bir şey satın alırken nerede ve kim tarafından üretildiği tercihlerimizi çok rahatlıkla etkileyebiliyor. Mesela bir ürünün etiketinde ‘Made in Bangladesh’ veya ‘Made in China’ gördüğümüzde kafamızda otomatikman ‘kalitesiz’ hissi oluştuğu için alımdan vazgeçebiliyoruz. İşte bu o ülkeye güvenmiyoruz anlamına geliyor. Ama tabi bazen üretim yerinden çok markaya bağlı kalarak alım da yapabiliyoruz.
İşte tamda bu noktada yapılan uluslararası bir araştırma dikkatimi çekti. 49 farklı ülkede nüfusun yüzde 90’ını temsil eden 43 bin tüketiciyle yapılan bu araştırma hem ülkelerin üretimde güveninirlik seviyelerini hem de o ülkenin en güvenilir ürün grubunu tespit etmiş. Yani açıkçası güvenilen veya güvenilmeyen ülkeleri belirlemişler.
Listenin üst sıralarında tabi ki gelişmiş güven duyulan batılı ülkeler ön plana çıkmış. Şaşırdık mı hayır. Listenin ilk sırasında yer alan Almanya’ya üretimde yüzde 100 güven duyulurken, bu ülkede en çok üretilen araçlara güveniliyormuş. Listenin ikinci sırasında yer alan İsviçre’de en çok altın üretimi dünyanın güvenini kazanmış.
Yani ‘İsviçre imzalı altınlarda bir sahtecilik olmaz’ diye düşünülüyor. 4,5 ve 6’ıncı sıralarda sırasıyla İngiltere, İsveç ve Kanada yer alırken bu gelişmiş ülkeler araçlarıyla ön plana çıkıyor. Listenin 7. sırasında yer alan İtalya’nın ise artık ürettiği otomobillere değil ilaçlara daha çok güvenilmeye başlanmış. 30 ülkenin yer aldığı listenin 24’üncü sırasında Türkiye bulunuyor.
Türkiye’de üretilen ürünlere duyulan güven yüzde 37 seviyesinde. Yani dünyada her 100 kişiden sadece 37’si ‘Made in Turkey’ yazılı etiketlere güveniyor. Türkiye’de üretilip dünyaya ihraç edilen en güvenilir ürün grubu ise otomotiv. Yani ülkenin otomotiv sektörü bir kez daha Türkiye’nin en iyisi olduğunu kanıtladı. Türkiye’nin açık ara ihracat şampiyonu olan otomotiv sektörü kaliteli üretimle bize duyulan güveni bir nebze de olsun artırmış. Ben size söyleyeyim otomotiv olmasa listenin son sırasında olmamız içten bile değildi. Tabi listenin son sırasındaki Çin’in kalite algısını gün be gün artırdığını, listenin zirvesinde olan Almanya’nın da dizel skandalı sonrası duyulan güveni biraz sarstığını söylemek gerek. Bu da listenin önümüzdeki yıllarda epey değişeceğini gösteriyor gibi.
OTOMOBİLLERİ KADINLAR SATIYOR
Çünkü hükümet ne zaman bütçede açık görse veya başka bir gelir bulamasa otomotiv sektörüne yönelik bir zammı tüketicilere yansıtıyor. Geçtiğimiz yıl kasım ayında Özel Tüketim Vergisi’ne (ÖTV) yapılan zamdan sonra bu yıl da MTV’ye hem büyük tepki çeken hem de farklı sistemlerle kafaları karıştıran zamlar yapıldı. Hem ÖTV’de hem de MTV’de aracın vergisiz fiyatına dayalı sistemi getiren Maliye aslında bu şekilde, kurdan dolayı otomobillerin fiyatları arttıkça otomatik zammı da devreye almış oldu. Yani Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın, “Ucuz araçla pahalı aracın aynı vergiyi ödemesi haksızlık. Bu sistemle ona son verdik” gerekçesi açıkçası kimseye çok da inandırıcı gelmedi.
Umarız bundan sonra bütçedeki açık kapanır da otomotivde yeni vergi artışları gündeme gelmez. Aksi takdirde otomobil vergilerinde yarıştığımız Danimarka bile durumumuza üzülür hale gelecek.
Zaten ÖTV ve MTV dışında otomotiv sektöründe yıllardır değişmeyen tek bir vergi kaldı o da KDV. İnşallah bir gece ansızın yüzde 18 KDV’yi de arttırmak zorunda kalmazlar. Yoksa Türkiye’nin en stratejik sektörü bir daha kendine gelemez yeni yatırımlar ömür boyu hayal olur.
OTOMOTİV SEKTÖRÜNE DE ‘CESUR’ SESLER GEREKİYORTürkiye’de otomotiv sektörü bu kadar güçle olmasına rağmen son yıllarda yapılan büyük vergi artışlarında ne yazık ki sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu konuda aslında en net açıklamayı geçtiğimiz hafta Hürriyet yazarı Erdal Sağlam’a konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yaptı. Kılıçdaroğlu iş dünyasına seslenerek yaptığı, “Kaybedecek bir şeyiniz yok, zaten kaybediyorsunuz. O yüzden cesur olun” açıklaması aslında her şeyi özetliyordu. Otomotiv sektörü yapılan vergi artışlarından büyük yara alıyor ama ortaya çıkıp da itiraz eden kimse yok. Bırakın eleştirmeyi bazı yöneticiler, “Hükümet en doğrusunu bilir” açıklamasını bile yaptı. Geçmişte sektörün çatı örgütleri veya büyük firmaları açıklamalar yapar, yanlıştan geri dönülürdü. Meydan boşalınca televizyonlar veya internet siteleri de zorunlu olarak otomotiv gazetecilerini ‘uzman ‘ olarak kullanmaya başladı. Tamam olup biteni yazıp, tüketiciye aktarıyoruz ama sadece bizimle olacak iş mi bu... Sektör temsilcileri konuşmalı yoksa bu vergi artışları böyle sürüp gider.
İlk gelen haberlerde yüzde 40’lık zammın yüzde 25’e, 1.3 litre ve altında motora sahip otomobillerdeki artışın ise 15’e çekildiği bilgisi verildi. Bu önce olumlu gibi yansırken, MTV’de yeni vergi sistemi unutuldu. Bildiğiniz gibi torba yasa tasarısında artık otomobillerin değerine göre vergilendirme modeline geçilmiş ve bu doğrultuda MTV’deki artış aracın değerine göre yüzde 40’tan başlayıp yüzde 68’e kadar yükselmişti. Yani asıl tepkiler bundan doğmuştu. Çünkü aslında pazarda satılan araçların yüzde 70-80’i yüzde 68’lik zam dilimine sokulmuştu.
Fahiş zamma yönelik tepkiler üzerine önce Cumhurbaşkanı Erdoğan devreye girmiş ve ardından makul bir seviyeye düşürüleceği açıklanmıştı. Evet beklenen oldu ve dün Meclis’te yapılan görüşmelerde bu oranlar yüzde 25 ile 50 arasına çekildi. Sadece 1.3 litre ve altı motor hacmine sahip araçlarda MTV’deki artış yüzde 15 ile 38 arasında kaldı. Yani yüzde 68’lik zam 50’ye geriledi. Ama hâlâ çok yüksek olduğu herhalde dikkatlerden kaçmıyordur. Bir başka ilginç nokta ise 1.6 litre motor hacminin üstündeki otomobillerde iki kademe yer alıyor. Bu da yüzde 25’lik zammın bu araçları kapsamadığını ortaya koyuyor. Yani 1.6 litrenin üstündeki tüm otomobillerin zam oranları en az 37.5, en fazla yüzde 50 oldu.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Amacım bu suistimaller yüzünden engelli bireylerin hayatını kolaylaştırabilmek ve onları topluma kazandırabilmek için sunulan vergi desteğinin riske atılmamasıydı. Ama gelin görün ki, bu yazım sonrasında engelliler bana büyük tepki gösterdi. Benim yazımdan ‘Engelliler lüks otomobile binmesin’ anlamını çıkartarak, hem elektronik posta ile hem de sosyal medya üzerinden saldırıya geçtiler. Benim amacım suistimallerin ortadan kaldırılıp, engellilere tanınan hakkın riske girmemesi için bir şey yapmaktı. Asla ve asla verilen bu desteğin sınırlandırılmasını istemedim.
Sadece daha sıkı denetimlerle suistimal edenlerin belirlenmesi gerektiğini bu yüzden mağduriyetlerin önlemesini talep ettim. Tam bu tepkilere cevap verirken, hükümet torba yasa tasarısında engellilerin otomobil alımına sınır getirdi. Şu anda mecliste görüşülen tasarıyla birlikte engellilere 2013’ten itibaren sağlanan ÖTV’siz binek aracı alma imkanı vergisiz fiyatı 70 bin TL ve altındaki araçlarla sınırlandırıldı.
Sonuçta hükümet suistimallere çözüm olarak kolay yolu seçti ve bir kalemde engellilere verdiği desteği sınırladı. Bu doğru değil ve en baştan beri karşı olduğumu söylüyorum. Çünkü engelliler için otomobil tercihlerinde sınır olamaz. Çünkü engelliler için lüks kavramı bizden farklı. Bizim için lüks olan onlar için zorunlu ve gerekli anlamına geliyor. Yani araca inip binerken, tekerlekli sandalyelerini koyarken veya kullanırken bizim lüks gördüğümüz özellikler onlar için zorunlu özellikler oluyor. Bu yüzden henüz yasalaşmayan bu tasarıdan bir an önce vazgeçilmesi, geri adım atılması şart.
Bu tasarıyla onların hayatını daha da zor hale getirmeyelim. Bunun yerine eğer bir suistimal varsa sıkı denetimlerle onları bulup, sistemden temizlememiz gerekiyor. Engellilere bunu çok görmeyelim. Zaten aşağıdaki tablodan da görüldüğü gibi ÖTV’siz binek araç desteğiyle birlikte satışlarda 2013 yılından itibaren öyle büyük bir artış veya patlama da yok.
Konu engellilerden açılmışken, bize büyük sevinç yaşatan Türkiye Ampute Milli Takımı’nın Avrupa şampiyonluğunu da canı gönülden kutluyorum.
Özetle Bakan Özlü yerli otomobilin yaygınlaştırılması ve piyasaya güçlü bir giriş yapabilmesi için Özel Tüketim Vergisi’nden (ÖTV) muaf tutulacağını kaydederek, en az 3, en fazla 5 ismi bir araya getiren bir ortaklık modeli kurulacağını ifade etti. Bakan Özlü yerli otomobilde önceliğin ise elektrikli motor, batarya ve yazılım teknolojisinde olacağını, kullanımı yaygınlaştırmak için de teşvik edici düzenlemeler yapılacağını söyledi.
Bu açıklamaları duyan bazı gazete ve internet siteleri haberi manşetlerine taşırken aslında Özlü’nün söylediklerini pek bir araştırma ihtiyacı hissetmemişti. Öncelikli olarak zaten en başından bu yana yerli otomobilin elektrikli olacağını biliyoruz. Yani bakanın önceliklerinin bu yönde olacağını söylemesi yeni bir şey değil. Ama en kritik nokta ve herkesin büyük bir gelişme olarak yansıttığı konu yerli otomobilin ÖTV’siz olacağıydı. Şaka mı yapıyorsunuz? Bugün Türkiye’de benzinli ve dizel araçların ÖTV’si yüzde 45’ten başlayıp yüzde 160’a çıkarken, elektrikli otomobillerin ÖTV’si sadece ve sadece yüzde 3. Yerli otomobil eğer normal konvansiyonel motorlardan birine sahip olsaydı, ÖTV desteği gerçekten büyük bir adım olurdu. Ama bakanın bahsettiği muaf tutulacak ÖTV oranı sadece 3. Bu teşvik inanın hiç bir babayı yiğit yapmaz. En başından beri söylüyorum yine tekrarlayayım; yerli otomobili cazip hale getirmek için devletin alım garantisi vermesi lazım. Örneğin; “Yılda 50 bin adedini biz alacağız” demeli ki, taşın altına elini sokanlar sıraya girsin. Aksi takdirde bu işe bu şartlarda sadece zorla girilir.
BOYNUZ KULAĞI GEÇTİGEÇTİĞİMİZ hafta dikkatimi çeken haberlerden biri de Reuters’in yayınladığı Volkswagen Grubu ile bünyesindeki Skoda arasında yaşanan gelişmeydi. Bilmeyenler için Çek otomotiv markası Skoda tam 26 yıldır Alman Volkswagen Grubu’nun bünyesinde bulunuyor. Bugün ağırlıkta olarak Çek Cumhuriyeti’ndeki üç fabrikada üretim yapan Skoda, geçtiğimiz yıl 1 milyon 126 bin 500 adetlik satışla tarihi rekora ulaştı. Yani 20 yıl önce yıllık satışı 200 bin adedi bulmayan Çek marka, Volkswagen’in sinerjisinden çok iyi yararlanarak yepyeni modelleri devreye sokup hızlı ve kârlı bir büyüme gerçekleştirdi. Düşünün ulaştıkları 1.2 milyar Euro’luk kârla Audi’yi bile geride bıraktılar. Volkswagen, emisyon skandalı dolayısıyla gerçekleşen sorunlarla uğraşırken Skoda’nın bu rekor rakamları açıklaması, VW Grubu markaları arasındaki rekabeti her zamankinden daha üst noktalara taşıdı. Reuters’in haberine göre Alman otomotiv devi, Çek markanın üretiminin bir kısmını Almanya’ya taşıyarak, ortak kullanılan teknolojiler için daha fazla para ödemeye zorlamak istiyormuş. Volkswagen böylece haksız rekabet olarak gördüğü Alman teknolojisi ve ucuz işçi kombinasyonunun önüne geçmeyi planlıyormuş. Bunun Türkçesi, “Siz Çek Cumhuriyeti’nde bizim teknolojilerimizi kullanıp ucuz işgücüyle daha uygun fiyata otomobiller üretiyorsunuz. Bu adil değil.” Aslında elektrikli otomobillerin üretimi öncesinde Volkswagen gruptaki baş marka konumunda olduğunu diğer firmalara tekrar hatırlatmak istiyor gibi. Sonuçta Alman üretici, Çek markayı sahip olduğu satış rakamları ile hem bir tehdit hem de çıkış yolu olarak görüyor. Volkswagen dernekleri, Skoda modellerinin üretimlerinin tam potansiyel ile çalışmayan Alman fabrikalarına yönlendirilmesi gerektiğini düşünüyor, böylece azalan Passat ve Golf modellerinin üretimlerinin yerinin doldurulması planlanıyormuş. Yani benim anladığım yakın bir zamanda Skoda otomobillerinin fiyatları yükselebilir.
18 Eylül’de bu köşede bu iddiayı yazdıktan kısa bir süre sonra Fatih Altaylı da yazısında benzer iddialar olduğunu, hatta Türkiye’de üretim yapan Alman bir markanın çalıştığı Türk yan sanayi şirketine fabrikasını başka ülkeye taşımasını, aksi takdirde alımı durduracağını söylediğini aktardı. İşte tüm bu iddiaları Taşıt Araçları Yan Sanayicileri Derneği (TAYSAD) Başkanı Alper Kanca’ya sordum.
TAYSAD üyelerinin Alman müşterileriyle ve tedarikçileriyle olan iş ilişkilerini ve tüm gündelik iş süreçlerini normal düzeninde devam ettirdiğini kaydeden Kanca şunları söyledi: “Bugün itibariyle, Alman OEM’lerin Türkiye’den parça alımını durması, spekülatif bir söylem gibi duruyor doğrusu. Bugün için bu durum olmasa da, firmalarımızın uzun vadede proje kayıpları yaşaması tehdidi de söz konusu.
Alman müşterilerimizin, Türk tedarikçilerden kısa vadede parça alımını azaltması ya da sonlandırması beklenmez; ancak politik gerginliklerin devamı, orta vadede iki ülkenin şirketlerinin de diğer taraf ile sözleşmelerini yenileyip yenilemeyeceğini gündeme getirir. Yeni sipariş verilmesi sırasında gerginliklerin mutlaka yansımaları oluyor. Kurumsal olarak alınmış kararlar olmasa da, şirketlerin karar vericilerinin daha önce sempatiyle bakılmış bir ülkeye yönelik kişisel kırgınlıkları, antipatileri etkili olabiliyor. Aynı şartları sunan iki üretici arasında, daha evvelden bir şekilde tercih edilen Türk tedarikçi, bu gerginlik sebebiyle tercih edilmeyebiliyor. Gerginlik ve karşılıklı ticari kısıtlamalar sadece Türkiye’ye zarar vermez. Ülkeler arasındaki olumsuzluklardan her iki taraf da belli ölçüde etkilenir. Bu sebeple, hem Türk hem de Alman tarafının sakinleşmesi, zararın tek taraflı olmayacağını açıklıkla görmesi gerekiyor.”
Kanca, Altaylı’nın iddiası hakkında ise, “Küresel OEM firmaları, gerek sevkiyatları hızlandırmak gerekse lojistik maliyetleri düşürerek rekabetçiliklerini arttırmak amacıyla, stratejik önemdeki birçok Türk tedarikçisine, önemli üretim tesislerine yakın bölgelerde yatırım yapma çağrısını, dönemsel olarak dile getirir. OEM markaları, maliyet kadar tedarik güvenirliliğine ve sürekliliğine de önem verdiğinden, hesaplamalarında ülke risk faktörünü artırmakta ve bu olumsuzluğun aşılması için tedarikçilerini yurtdışında yatırıma davet edebilmektedir. Yani müşteriler, önemsedikleri ve iş hacmini artırmak istedikleri tedarikçilerini, riski az gördükleri veya daha yakın olmasını arzu ettikleri ülkelere yönlendirmektedirler. Bugün dünyanın her bölgesine ihracat yapan TAYSAD üyelerinden 59’unun, müşterilerinin riski az ve yakın üretim tesisi isteklerine cevap verebilmek için, 5 kıtada 40 ülkede toplam 156 adet tesis yatırımı da bulunmaktadır” cevabını verdi.
Yani Kanca’nın söylediklerinden çıkardığım, Alman firmalar henüz Türkiye’den alımı kesmemiş ama eli kulağında. Türkiye otomotiv sanayi 2016 yılında Almanya’ya 4 milyar dolarlık ihracat yaparken, aynı dönemde Almanya’dan ithalat ise 6.1 milyar dolara çıktı. Bu durumda kaybedinin sadece Türkiye olmayacağı ortada.
SÖYLEDİKLERİNE KENDİ BİLE GÜLDÜ
BAŞBAKAN Yardımcısı Mehmet Şimşek’in geçtiğimiz hafta ‘İklim Değişikliğiyle Mücadele’ temalı bir forumda söyledikleri belki dikkatinizi çekmiştir. Tam da MTV zamları gündemdeyken Şimşek esprili bir dille otomobilden alınan yüksek vergileri işaret ederek, “Belki sokaktaki vatandaş haklı olarak şikayet ediyor ama biz özellikle fosil yakıtları ve taşıtları çok yüksek vergilendiriyoruz. Dünyada bu anlamda da ön plandayız” yorumunu yaptı.
Yani Sayın Şimşek, bu kadar vergiyi tamamen çevreyi düşünerek aldıklarını açıkça ifade etti. Ama yüzünden kendisinin de buna inanmadığı anlaşılıyordu. Söylediklerine kendi bile güldü
Geçtiğimiz yıl kasım ayında ÖTV sistemini değiştirerek matraha göre vergilendirmeyi hayata geçiren Ağbal, şimdi de aynı sistemi Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne (MTV) adapte ederek, bunun en adil yol olduğunu söyledi. Unutanlar varsa hatırlatmakta fayda var. Kasım ayındaki matraha dayalı yeni ÖTV sistemi, kur artışıyla birlikte yeni model otomobillere adeta her ay gizli zam olarak yansıdı ve yansımaya devam ediyor. Yani araçlar kurla ithal edildiği için dolar ve Euro’da yaşanan artış otomatik olarak matrah fiyatını yükseltince, en alt dilim olan yüzde 45’lik ÖTV diliminde yer alan bir otomobil bir ay sonra yüzde 50, 2-3 ay sonra da yüzde 60’lık dilime girmeye başladı. Böylece yılbaşında vergiler dahil 65 bin TL olan bir otomobilin fiyatı yılın yarısında 80 bin TL’ye kadar yükseldi.
4.5 MİLYAR GELİR
4.5 milyar TL’lik ek gelir beklenen yeni MTV düzenlemesi de Naci Ağbal tarafından önceki gün, “MTV’de yüzde 40 artış” açıklamasıyla lanse edildi. Dün Hürriyet Ankara Büro’dan Neşe Karanfil’in ayrıntılarıyla yazdığı haberde de okuduğunuz gibi MTV’de motor hacmi ve yaş sınıfına ek olarak vergisiz fiyat yani meşhur matrah da eklendi. Baraj ise ÖTV’de olduğu gibi vergisiz fiyatı 40 bin TL ve altı olan otomobillerdi. Aslında sadece bu sınıfa yüzde 40 zam yapılmıştı. Ama bu sınıftaki otomobillerin toplam pazardan aldığı payın yüzde 14 olduğu düşünülürse, MTV’ye yapılan gerçek zam yüzde 53 ile 68
arasında değişiyordu. Çünkü bugün Türkiye’de satılan otomobillerin yüzde 80’i vergisiz fiyatı 40 bin TL ile 80 bin TL olan 1.6 litre motor hacmine sahip otomobillerden oluşuyor. Yani sonuç olarak Bakan Ağbal aslında yapılan en düşük zammı açıkladı. Çünkü ortalamaya vurursak yüzde 60 zam yapıldığı ortada. Sonuç olarak 2018 yılından itibaren yeni otomobil alacaklar ortalama yüzde 60 zamla 1500 TL civarında MTV ödeyecek. Unutmadan bu tutar sadece 2018 yılı için geçerli. 2019’da yeniden değerleme oranıyla bu tutar da zamlanacak. Yani ek ortalama yüzde 10-15 arası daha zam gelebilir.
Bu arada torba yasa tasarısında Kurumlar Vergisi’nin yüzde 20’den 22’ye yükseltilmesiyle birlikte brüt 50 milyar TL kâra sahip bankalardan 2018 yılında 1 milyar TL ek gelir alınması hedefleniyor. Bankalardan 1 milyar, tüketicinin cebinden ise MTV ile 4.5 milyar TL alınması ne kadar adaletli varın bunun kararını da siz verin.
3 YIL AYNI MTV
Yeni MTV sistemiyle kafa karıştıran diğer bir husus ise araçların vergisiz fiyatlarını 2 ve 3 yaşlarına geldiğinde nasıl hesaplayacağımız ve bunu kimlerin belirleyeceği konusuydu. Çünkü normalde değer düştükçe MTV’nin de düşmesi gerekiyor. Ama sektör yetkilileri sıfır bir otomobil alanın 3 yıl aynı MTV’yi ödeyeceğini, aracın değer kaybının MTV tutarını düşürmeyeceğini belirtti. Daha doğrusu Maliye sektöre böyle açıklamış. Ama 2 veya 3 yaşında 2.el bir otomobil alındığında matrah devreden çıkarak tek MTV devreye girecekmiş. Bu da fiyat olmadan eskisi gibi motor hacmine ve yaşa bakılarak ödenecek MTV anlamına geliyormuş.