Sonra babam bi gün geldi, yeni çıkarttığı nüfus kağıtlarımızı elimize tutuşturdu “Bartınlıyız artık” dedi. Bartınlı olduk.
“Nasıl yani tam olarak?” dedim. “Zaten Bartınlıydık da” dedi, “Bartın, Zonguldak’a bağlıydı, şimdi il oldu” dedi.
Ben tam anlamadım. Zaten kafam küçük ve karışıktı. Ailecek ömrümüz, memleketin bir takımın şehirlerine kurulmuş santrallerde geçiyordu, arada bi kaç zaman gelip Ankara’da soluklanıyorduk. Sonra yine yeni bir şehre doğru yola koyuluyorduk. “Zonguldak neresiydi ki?”, “Neden Bartınlı olmuştuk birdenbire?”, “E Bartınlıymışsak neden Zonguldaklıyız diyoduk o zaman?” filan diye dolandım ortalarda bi süre. Tam anlayamamak bende o zamanlarda başlamış demek.
Ben küçükken Kırıkkale Ankara’daydı.
Bizim kuşağın çocukları.
Ne olup bittiğini hiç anlayamayan çocuklar.
Sobalarda kitapların yakıldığını gören, arka odalarda abilerin ablaların saklandığını bilen, evlerde ölüm, işkence, idam, gözaltı laflarından başka bi şey duymayan çocuklar.
O çocuklar o korkunç günlerin gecelerinde rahat uyuyabildilerse ondan sebeptir.
Samimi söylüyorum kaçırır. Karşılıklı edilen o küfürleri, o hakaretleri, baştan ayağa cinsiyetçi, ayrımcı o berbat cümleleri, tarih yazmaları, onun yazdığı tarihi bozmaları, o utanç verici görselleri filan sürekli gören aklını kaçırır. Ben kaçırdım ordan biliyorum. Kaçırdım, kaçırdığım yerden bildiriyorum.
Taraftarlık nasıl bi şey biliyoruz. Akılla fikirle tutulmuyor takımlar anladık. Ama takım tutarken yaşanan bu akıl tutulmasını da artık anlamaya imkân yok. Birbirinden bu kadar nefret etmeyi, ısrarla etmeyi, bir yerden başlamamak için en ufak bir adım atmamayı anlamaya imkân yok.
Nefretin nasıl pompalandığını biliyoruz bilmesine de, bu tuzağa böyle her defasında aynı biçimde nasıl düşülüyor, düşünce nasıl kalkılamıyor, nasıl ordan asla çıkılamıyor, neden taraftarlık bu düşman iklimden beslenmekte böyle ısrar ediyor.
Ama etmeyen var. Çok şükür var. Kaçan aklımızı yoldan çevirip tutan var. “Durun hâlâ umut var” diyen var. Yasin Sülün gibi. Futbolun bi iyi yanı, bi oyunsu tarafı, bi güzel dünyası varsa o da Yasin Hoca gibilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor.
Bugün bir kez daha hem Samsunspor için hem Chapecoense için hem de Adana Aladağ’da kaybettiğimiz çocuklarımız için:
Biz çocukken, genç ölmek meseleydi. Çok büyük meseleydi. Genç ölümlerin öyle hemen üstesinden gelinemezdi. Hayat, öyle hiç bi şey olmamış gibi devam edemezdi. O zamanlar büyükler yas tutmayı da isyan etmeyi de bilirdi.
Biz çocukken, genç ölmek meseleydi. Çok büyük meseleydi. Üstünden atlanıp geçilmezdi. Ağır ağır yürünür; ağrısı, sancısı, acısı efendi gibi yaşanırdı. Öyle gördük. O yüzden çok derindir bizim kuşakta genç ölümlerinin bıraktığı izler.
20 Ocak 1989 günü, babamın yasını ve gözünün yaşını gördüğüm gündü. Ajansı seyrediyordu. Seyretmek olur mu ajansı alıyordu. “Şekerpancarı yüklü kamyon” diyordu ajansta. “Olacak şey değil. Facia bu” dedi babam, dondu kaldı televizyonun karşısında.
Kızartılmış Yeşil Domatesler olarak mı çevrilmeliydi acaba tam emin değilim. Çünkü “yeşil domates kızartması” söz konusu olan. Güneşte kendi kendilerine kızarmıyorlar yani, yemek için kızartılıyorlar. Yeşil Domates Kızartması da olabilir bakın. Uzattım tamam.
Muazzam bir dostluk hikâyesidir. Idgie ve Ruth adlı iki genç kadının 1920’lerde yaşadıkları eşsiz dostluğu anlatır.
Birbirlerini zenginleştiren, birbirlerinin hayatlarını değiştiren ve hatta kurtaran bir arkadaşlık. Tamamen zıt karakterlerdeki iki kadının birbirlerini sadece severek kurdukları bir dünya. Başka sevgilere ilham veren, sevdikçe daha çok sevmeyi, paylaştıkça daha çok paylaşmayı öğrendikleri bir dostluk. Çok güzel filmdir.
Castro ve Maradona’nın dostluğu gibi
Futbolumuzun kendisiyle arasına mesafe koyduğu şeylerin başında sanırım ağırbaşlılık geliyor. Kazanırken de kaybederken de ağırbaşlı olamıyoruz. Sevinirken de olamıyoruz üzülürken de. Maçtan önce de sonra da.
Oysa kazanmanın da kaybetmenin de adabı vardır. Kaybedince üzülmeyi yerlerde sürünmekten ayıran, kazanınca sevinmeyi berbat bir şımarıklıktan ayıran bir alan vardır. O alanı çoktan kaybetmişiz biz.
Diyelim ki o alandan vazgeçtik. Vakardan, efendilikten, centilmenlikten filan da vazgeçtik. Kibre, şımarıklığa, tadı kaçan şakalara da tamam dedik. İçimize sindiremesek de dedik diyelim hadi. Demiş gibi yaptık, görmezden geldik, oralı olmamaya çabaladık. Ama asla tamam diyemeyeceğimiz, yok sayamayacağımız, ses çıkarmaktan geri duramayacağımız bir şey var.
Zafer sevincini cinsiyetçi bir söylem üzerinden yaşayanlara ses etmemeye olanak yok. Benim için yok. Buna bir ömür itiraz edeceğim.
Bu tür cümlelerdeki aşkı severim. Kendi aşkını bir başka terazide tartma ihtiyacı duymayan bu tavrı severim. Bi yandan çok iddialı, ama bi yandan da gizli öznesi “bence/benim için/bana göre” olan bu cümleleri çok severim.
Çehov da benzer bi şey söylemiş zamanında: “Edebi eserler benim için ikiye ayrılır,” demiş. “Sevdiklerim ve sevmediklerim. Benim için başka kıstas yoktur.”
O yüzden bende çok vardır bu cümlelerden.
Arsada da onun için, arenada da onun için. Sokakta da statta da. Futbolda her şey gol için yapılıyor.
Her şey o ağlar havalansın diye. Ayağa fırlansın diye. “Goooool” diye avaz avaz bağırılsın sonra dönüp yanındakine sarılınsın diye.
Bu sevmeler, bu kızmalar, bu ağlamalar gülmeler, sabahtan akşama kadar konuşmalar, akıl vermeler akıl almalar, çok öfkelenmeler, çok heyecanlanmalar, bu bi türlü yatışamamalar filan nihayetinde hep golle alakalı. Her şey gol atıldı diye. Her şey gol atılamadı diye.
VURDU GOL OLDU