Hep aynı aşk şarkısı.
Hep aynı olmazı oldurma çabası.
Hep aynı futbol oynayabilme kavgası.
Hayal etmek, emek vermek, gerçekleştirmek.
Ömrüm oldukça Ekim ayının son günlerinde hep onu yazacağım.
Hüseyin Çakıroğlu’nu anlatacağım.
Fenerbahçelilerin “Doktor” lakaplı, “Sarı” lakaplı, giderek “Sarı Doktor” lakaplı sevgilisi. Paşası. Fenerbahçe’nin laciverti, sarısı, lacivertin sarısı.
Gelecek zamanlardan armağan sanki memleket futboluna. Hem savunmada hem de hücumda etkili bi orta saha oyuncusu. Çok şut, çok gol, çok asist. Alışılmadık.
Her şeyi ne güzel söylüyorlarmış eskiden. Ne sade. Nasıl abartısız. “Lüzumlu bilgiler” demiş geçmiş işte. Kitabın ilk başlığı “Hakem Nedir? Hakemlik Nasıl Yapılır?” mesela. Ne kadar net. Ne diyorsa o. Ama bi yandan da gerçek bi melodisi var söyleme biçimlerinin.
“Memleketimizde ilk futbol oynayanlar aynı zamanda ilk hakem olmuşlardır” diyor kitapta. “Kendi takımının müsabakası olmayan futbolcu, diğer takımlar arasındaki maçlarda hakemlik yaparken zaman ilerledikçe artık hakemler mümkün mertebe futbolu bırakan eski sporcular arasından tefrik edilmeye başlandılar” diyor.
Sonrası memleketin hakemlik hikâyesi. Çaba, emek, zorlu yollar.
Sıcak havalarda ceketlerini çıkarıp gömleklerinin kollarını sıvayarak, soğuk havalardaysa sokak kıyafetleri ile maçları idare ederlermiş. Yağışlı havalarda sahada elinde şemsiye ile hakemlik yapanlara rastlanırmış.
Ben hiç öyle biri olamadım. İnsan tanıyamam. Beceremem yani. İlk görüşte pek gözümün tutmadığı adam gider dünya pırlantası çıkar. “Maşallah” dediğim üç gün yaşamaz. Ne sarraflığı.
Bunun böyle olduğunu bilip bi şey yapar mıyım. Yapmam. “Du bi tedbirli olayım, erken karar vermiyim, hemen sevmiyim” havalarına girerim ama olmaz pek. Gider yine severim. İyi şeyler görmeye, duymaya, yaşamaya hasretiz zaten sevmeyip napcam.
TUTMAYIN KOLUMU SEVİCEM
İşte Riekerink’i de böyle seviyorum. Korka korka seviyorum. Aman ters bi şey demesin, ters bi şey yapmasın, aman nazar değmesin inşalla duygusuyla seviyorum.
Bir kuaför, bir saçı nasıl kesmek, nasıl boyamak, nasıl şekil vermek istiyorsa, kendisi o saça ne yapmak istiyorsa onu yapar.
Sen o koltuğa otur, istediğin kadar anlat, dergiden kesip getirdiğin fotoğrafı göster, yanında arkadaşını götür “Bunun gibi istiyorum bak, aynı bunun gibi” de istediğin kadar, hiç bi şey fark etmez.
Mesela bu hayatta “Saçlarımın uçlarından aldırmak istiyorum, sadece kırıkları gitsin, aman kısalmasın saçım sakın” cümlesi kadar havaya kurulmuş bi cümle azdır. Kuaför nasıl istiyorsa o saçı öyle yapar. Öyle keser. Öyle boyar. O kadar. Seni de en iyisinin bu yapmış olduğu saç olduğuna, eğer öyle senin dediğin gibi kesmiş olsa yüzüne hiç gitmeyeceğine, o şekilde boyasa saçlarının feci yıpranacağına ikna eder. İnanmak istediğimiz yalanları en güzel kuaförler söyler.
Çok duyuyoruz, duydukça bıkıyoruz, bıktıkça duymayı bırakıyoruz ondan. Klişe de bu demek ya zaten. Yoksa hepsi binlerce yıllık tecrübeden süzülmüş laflar.
Bi şeyin klişeye dönüşmesinin en büyük sıkıntısı bu. Çoğu kez doğru olan bi şeyin içi boşalıyor. Anlamsızlaşıyor. Sığ sularda yüzüyormuşsun hissi veriyor. Esasında çoğu zaman öyle değil.
“Klişe” sözcüğünün hikâyesine baktığımız zaman mesele netleşiyor. Sözcüğe adını veren klişe aslında bir kalıp. Baskı için kullanılan bir kalıp. Kitap basmak için; yazıların, resimlerin, ne basılacaksa artık üzerine onların çıkarıldığı bi kalıp. Kavram da buradan geliyor. Basmakalıp yani. Esasında tekrara ve tek tipliğe vurgu. Ama lazım bi şey işte. Klişe olmadan basılamıyor o kitaplar.
“Hayırlısı olsun” klişeleşmiş bir temenni mesela. Öyle çıkıverir ağızdan. Söyleniverir. Klişeleştiği için artık duyulmaz hale gelmiştir. Aslında muazzam özet. Bi şey yaşamışlar da görmüşler de bilmişler de söylemişler. Hakikaten hayırlısı olsun.
Eşi benzeri olmayan demektir. Eşsiz demektir. Biricik demektir.
“Ferit” en çok Tarık Akan’a yakıştı.
Sinemamızın en önemli köşe başlarında durdu. Durduğu her sahneyi doldurdu.
Hem Ferit olup Yeşilçam’ın tekrarlanamaz jön rollerini oynadı hem Seyit Ali olup Zine’yi sırtına atıp uzun karlı yolları yürüdü.
Hikâye, Katalonya ikinci liginde geçiyor. UE Valls ve Cambrils Unio takımları arasındaki maçı, kadın hakem Marta Galego yönetiyor.
Maç devam ederken, tribünden bir taraftar “Git bulaşıklarını yıka” diye bağırıyor.
Galego şak diye durduruyor maçı. Taraftarın dışarı alınmasını istiyor. Görevliler çıkarıyor taraftarı dışarı.
Mesele bence burada başlıyor. Galego bu cümleyi sadece kendisine yapılan bir kötü tezahürat olarak okumuyor. Bunu cinsiyetçi, ayrımcı bi saldırı olarak alıyor. Bütün kadınlara yapılmış sayıyor. Cinsiyetçiliğe tolerans tanımıyor. Katalan Futbol Federasyonu’na şikâyet etmek üzere tutuyor raporu. Sonra tribündeki taraftarın alkışlı desteği eşliğinde yönetiyor maçı.