Yılların dertli şirketi BMC, TMSF tarafından Çalık veya bir başka gruba satılacak ve Başbakan’ın arayıp da bulamadığı “yerli otomobil” imal edecek babayiğit rolüne BMC soyunacakmış.
27 MAYIS VE DEVRİM OTOMOBİLİ27 Mayıs 1960’de Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin ilk hükümet darbesi yapılmıştı. Darbeyi gerçekleştiren 38 kişilik subaylar cuntası, kendilerine “Milli Birlik Komitesi” adını münasip görmüştü. Milli “birlik” komitesinde, kısa zamanda “ikilik” çıkmış ve hükümeti en kısa zamanda sivillere (biraz da İsmet İnönü’ye) devredelim diyen 24 üye, Türkiye’yi önce kalkındırılalım daha sonra yönetimi sivillere devrederiz diyen 14 üyeyi tasfiye edip yurt dışına yollamıştı. Yapılan darbenin resmi adı “İnkılâp” (Devrim) idi. Milli Birlikçiler, iktisat politikalarını “devletçilik” ilkesine göre şekilleniyordu. Onlara göre, serbest piyasacı olduğu için Demokrat Parti, Türkiye’de sanayileşmeyi gerçekleştirememişti. En büyük hayalleri de bir “yerli otomobil” üretmekti. Çünkü motor ve dişli kutusu dâhil otomobil üretebilmek, bir ülkenin kalkınmış olduğunun en büyük kanıtıydı. Bu gerekçeyle Eskişehir DDY atölyelerinde “Devrim” markalı yerli araba imal edildi.
BAŞBAKAN RTE’NİN YERLİ OTOMOBİL TUTKUSUBen o tarihlerde Arçelik’te çalışıyordum. Daha önce Federal Türk Kamyonları (sonra Türk Otomotiv Endüstrisi adını aldı) şirketinde hem staj yapmış hem de çalışmıştım. Türkiye’de “bütün sanayilerin anası” olan otomobil sanayinin nasıl kurulabileceği üzerine kafa patlatıyorduk. Ortada iki yol duruyordu. Doğrudan “devlet” eliyle veya “devlet-özel sektör” işbirliği ile (İran veya Malezya gibi) ama mutlaka devletin desteği alınarak otomobil fabrikası kurulabilirdi. Kurulacak fabrikanın yurt içinde tekelci veya yarı tekelci bir güce sahip olması şarttı. Devlet işletmeleri KİT’ler başarılı olamıyordu. En iyisi Güney Kore gibi “imtiyazlı özel şirket” kurmaktı. Ancak imtiyaz, siyaseten tek kişiye verilemiyordu.
YERLİ OTOMOBİL DEMODE BİR KAVRAMDIR2013 yılı Dünya ve Türkiye’sinde yerli otomobil üretecek bir fabrika kurmaya girişmek babayiğitlik değil, çılgınlıktır. Aramızda çılgın olmadığına, eğer böyle bir girişimde bulunulursa, bu çok büyük kamu kaynaklarının çarçur edileceği anlamına gelir. Bir zamanlar batmaktan kurtarmaya çalıştığım BMC için “hayırlı olsun” demekten başka bir söz söylemem.
Göçmen kökenlilerin 2.7 milyonu ise Türk kökenli imiş. Burada Türk kelimesinin Türkiye Vatandaşı olarak anlaşılması gerekir. T.C. ilkelerine göre de zaten doğru tanım budur. Göçmen kökenlilerin yüzde 60’ı Alman vatandaşı olmuş. Yine bu 6.2 milyon göçmen kökenlinin yüzde 50’si Almanya’da doğmuş ve büyümüş. Göçmenler daha çok eski Batı Almanya’da yaşıyor. Bazı kentlerde nüfusun yarıya yakını göçmenler oluşturuyor.
SORUN, ALMANLAŞMAMAK DEĞİL, ALMANYA’YA UYUM SAĞLAYAMAMAK Almanyalı Türkler, Almanyalı Almanlara, hatta bazı diğer göçmen kökenli Almanlara göre daha düşük bir sosyal statüye sahiptir. Çünkü eğitim düzeyleri ortalamanın altındadır. Dolayısıyla gelirleri de ortalamanın altında, ama işsizlik ve suçluluk oranları ortalamanın üstündedir. Türklerin sorunu, Almana bezememek değil, Almanya’da altta kalıp ezilmeleridir. Farklılıklarını koruyup, Almanlardan daha yukarı bir sosyal sınıf oluşturabilselerdi mesele yoktu. Ama bu zaten mümkün değildir. Çünkü Türkiye Türkleri de Almanya Almanlarından aynı kıstaslara göre daha geridedir.
İKİ CAMİ ARASINDA BİNAMAZ Der Spigiel dergisinde Almanyalı Türklerin uyum sorunu üzerine yazılmış birkaç makale okudum. Araştırmacıların çoğu, hemen hepsi kadın olan Almanyalı Türk veya Türk göçmeni Alman sosyologlar. Araştırma sonuçlarına göre bir kısmı 3.nesil göçmen olan Türk gençleri iki kültür arasında sıkışmış kalmış durumda. Bu yüzden yön bulamıyor ve uyumsuzlaşıyorlar.
ALMAN OKUL DEĞERLERİ İLE TÜRK AİLE DEĞERLERİTürk aileleri çocuklarına üç değer yargısı belletiyor. Bunlar: 1.İtaat (Obidience),
Bunu beslenme uzmanları yazsa da inanmayın. Öyleyse, hem TL değerli olsun, hem cari açık ve dış borç azalsın diyenlere de inanmayın. Çünkü bu da mümkün değildir. Dünyanın en okumuş, en yazmış, en deneyimli, en keskin zekâlı, en piyasa cambazı merkez bankacısı bulunup, bizim Merkez Bankası’nın başına oturtulsa da bu yapılamaz. Ehil bir merkez bankacısının, para yönetiminde göstereceği başarının, ülke ekonomisine yapacağı katkı inkâr kabul etmez. Çünkü merkez bankaları “otomatik pilot”la yönetilemez. Durum muhakemesi ister. Daha da önemlisi ehil olmayan bir başkan, yapacağı hatalarla ekonomiye ciddi hasar verebilir. Bunu da zikredelim. Ama aşırı değerli ulusal para ile cari açık kapanmaz. Bunu da iyi belleyelim.
HER YIL, MİLLİ GELİRİN YÜZDE 6’SI KADAR CARİ AÇIK SÜRDÜRÜLEMEZ
Türkiye’nin dış borcu milli gelirinin yüzde 50’sini geçti. Gelecek 10’da, geçen 10 yıldaki kadar cari açık verilse, dış borcun milli gelire oranı yüzde 100’ü geçecektir. Lütfen “Ülkenin Net Uluslararası Yatırım Pozisyonu” diye adlandırılan dış borç ile bir ülkenin iç borcunu karıştırmayın. Dünya’nın en büyük “net” alacaklı ülkelerinden Japonya’nın yüzde 230’ü aşan veya Almanya’nın yüzde 90’a yaklaşan “Kamu Borcu/Milli Gelir” oranını “net dış borç” oranı ile karıştırmayın. Türk ekonomisinin çözülmesi gereken yapısal sorunu, sürdürülemez cari açığıdır. TL’nin net olarak (enflasyondan arındırılmış) değer kaybetmesinden başka hiçbir değişim bu sorunu çözmez. “Çin, parasını yapay olarak düşük değerli tutuyor, bu sayede ihracata dayalı hızlı büyümesini sürdürebiliyor” diyenler niçin aynı şeyin Türkiye için geçerli olmadığını savunuyor? Yoksa “faiz lobiciliği” bu mu?
FAİZ SİLAHINI ÇEKMEK KENDİ AYAĞINI VURMAKTIR
Cari açığı usulca (yumuşak inişle) kapamayı amaçlayan Merkez Bankası, niçin döviz fiyatını düşürmek için faizleri arttırmıyor diye eleştirilemez. Bu bir araç-amaç tutarlılığı konusudur. Üstelik yüksek faiz, iç borcu da büyütür. Merkez Bankası, bir yandan döviz fiyat artışına izin verirken, diğer yandan kredileri kısarak enflasyonu frenlemeye çalışıyor. Yoksa Türkiye’de petrol bulundu ve cari açık sorunu kökünden çözüldü de biz mi duymadık? Merak etmeyin sıcak döviz yine gelecektir. Aslında ona izin vermemek gereklidir.
CARİ AÇIK KAPANMASI ÖNCE FAKİRLEŞMEK DEMEKTİR
Geldik meselenin can alıcı noktasına. Cari açık azaldıkça, milli gelir artacaktır. Ancak ilk aşamada iç piyasa küçülmesi milli geliri aşağı çekeceğinden, büyüme hızı yine düşecektir. Asıl önemlisi, borç yiyemeyeceği için halkın harcanabilir geliri düşecektir. Yani bu yapısal dönüşüm, halkı, son 10 yılda “gördüğünden geri koyacaktır”. İşte “ekonomi politik” burada devreye girecektir. Tüm siyasi partilerimiz “cari açığı ve dış borcu” nasıl azaltacaklarını sosyal maliyeti ile birlikte açık ve seçik olarak ortaya koymalıdır.
İslamcılık, İslam’ı sadece bir din olarak kabul etmekle yetinmeyip, onu siyasetin ideolojisi haline getirmektir.
LAİKLİK VEYA LAİSİSTLİK Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar din eğitimi de almış Osmanlı Paşalarıdır. Onların hazırladığı 10 Nisan 1924 tarihli ilk anayasada “Devletin Dini İslâm’dır” yazar. Bu ifade 1928’de metinden çıkarılmıştır. Laikliğin Anayasa’ya girişi ise 1937’de olmuştur. Yani laiklik, damdan düşmemiştir. Ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine erişmesinin İslamcılıkla mümkün olamayacağına kanaat getirildikçe laiklik öne çıkmıştır. Laik, Yunanca “laos”tan gelir. Laos, asker, din adamı, toprak ağası veya tüccar olmayan sıradan en sade vatandaş demektir. Bu tanıma tam tamına uyan Arapça kelime ise “ümmi”dir. Ümmi de, anasından doğduğu gibi olan, yani hiçbir imtiyazı olmayan halktan biri demektir. Laiki halen Yunancada halk anlamında kullanılmaktadır. Laik kelimesi bize Fransa’dan gelmiştir. Günümüzdeki anlamı “Kiliseyle, camiyle, havrayla kısaca dinle ilgisi olmayan” demektir. Laiklik, özet olarak “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” önermesine inanmaktır. “Referansım İslâm’dır” manifestosunun tam tersidir.
LAİKLİK, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ÇİMENTOSUDURBüyük Türk milletini teşkil eden, ancak ebeveynleri farklı etnik kökenlerden gelenleri, “Yurtta Barış” içinde birlikte yaşatacak kaynaştırıcı ilke, laikliktir. Bunu bilhassa kimlik mücadelesi veren Kürtlerin ve Alevilerin benimsemesi gerekir. Laiklik, demokrasinin de olmazsa olmaz şarttır.
TÜRKİYE İLE BATI ARASINDA ORTAK PAYDA DA LAİKLİKTİR
Ackoff Hoca, bir kaç kez ülkemizi ziyaret edip konferanslar vermişti. Ackoff, üniversiteden mimar olarak mezun olmuştur. Hiç mimarlık yapmamıştır. Doktorası bilim felsefesi üzerindedir. Matematik ve felsefe okutmuştur. Bizler Ackoff’u sistem bilimcisi olarak tanıdık. Özellikle “İnsan Davranışlarını Sistem Bütünlüğü” içinde anlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Ackoff’un “Tüketici İlgisini Ölçme” adlı iktisatla ilgili bir eseri de vardır.
SOSYAL BİLİM METODOLOJİSİ
Benim Ackoff’tan öğrendiğim en önemi şey, sosyal bilimlerde analiz yönteminin, fen bilimlerin tam zıttı olduğudur. Fen bilimcileri, ellerine aldıkları herhangi bir şeyi, mümkün olduğu kadar küçük parçalara ayırarak, onun nelerden meydana geldiğini bularak maddenin davranış sırlarını çözmeye çalışır. Sosyal bilimde analiz ise “ele aldığı (içinde insan olan) bir şeyin, hangi bütünün bir parçası olduğunu aramakla” başlar. İktisat, sosyal bir bilimdir. İktisatçı, ele aldığı herhangi bir oluşumu incelemeye, o şeyin içinde vücut bulduğu sosyal ortamı tanımlamakla başlar. Bu ortamın, toplumsal, kültürel, siyasal ve psikolojik bileşenlerini bularak oluşumu yaratan nedenleri bulmaya çalışır. Tam bu noktada Hayek’in “İktisat, insan yapması değildir, ama içinde insan vardır.” (Economics is not man-made, but there is men in it) önermesini hatırlamak gerekir. İktisat, merkez bankası laboratuarlarında üretilen bir mekanik sistem değildir. Tersine merkez bankaları, iktisadi sistemin yarattığı bir mekanik sistemdir.
İKTİSAT, SİYASET HUKUK VE KÜLTÜR
İktisat ki, bazen “siyasal iktisat” olarak da anılır, paradan ibaret değildir. İktisadi sistem, siyasi sistemin, siyasi sistem şer-i veya laik hukuk sisteminin, hukuk sistemi de kültürel (değerler) sisteminin içinde neşvünema bulur. İktisatçı, faiz meselesini irdelerken, siyaseti, milli gelir dağılımını, milli servet dağılımını, iktisadi kalkınmayı, istihdamı ve bunların toplumsal, bölgesel ve evrensel etkileşimlerini düşünme modeline dâhil etmelidir. Etmezse, bırakın diğer konuları, faiz meselesini dahi anlayamaz. Anlamayınca da “ben de bir anlam veremedim bu işe” diye konuşur. Cevap veren olacağına, soru sormakla yetinir.
SON SÖZ: BÜTÜNÜ KAVRAMAYAN, PARÇANIN İŞLEVİNİ ANLAYAMAZ
Çünkü “Kamu Borcu/ Milli Gelir” oranımız Avrupa’nın en düşüklerinden biridir. Üstelik bütçemiz de denktir tezi var. Diğer taraftan kamusuyla, özel sektörüyle bir bütün olarak Türkiye’nin “Ülke Dış Borcu/ Milli Gelir” oranı kritik %50’ üstüne çıkmıştır. Üstelik % 6-7 dolayında seyreden “Cari Açık/ Milli Gelir” oranı da sürdürülemez düzeydedir. Bunlar ekonomimiz için ciddi kırılganlık göstergeleridir saptaması var. Bunlara ilaveten ilk sıralarında Almanya, Japonya, Hollanda ve İsviçre gibi sürekli “tasarruf ihraç eden” ülkelerin “Dünyanın En Yüksek Dış Borcu” olan ülkeleri diye sıralandığı zırva listeler var. Üstelik bu listeler yabancı kaynaklı ve İngilizce. Bırakın vatandaşı, iktisat okumuşların bile kafası karışıyor tabii.
DEVLET/KAMU BORCU İLE ÜLKE BORCU TOPLANMAZ
Ben de “durumdan vazife çıkardım”. Ekonomimiz sağlam mı, kırılgan mı tartışmasını bir yana koydum. Öncelikle “borç” tanımlarını netleştirmeye çalışıyorum. Borç denince akla ilk gelmesi gereken sözcük “borçlu” olmalıdır. Kural I. Ancak ve ancak aynı borçlunun borçları toplanır. Kural II. Bu toplamada “kişinin kendi kendine borcu olmaz” ilkesine uyulur. Devlet iç borcunun büyük kısmının alacaklısı o devletin kendi vatandaşlarıdır. Ülke borcu ise, bir ülkenin kurum, kuruluş ve vatandaşlarının “başka ülkelerin” kurum, kuruluş ve vatandaşlarına olan borcudur. Bir ülke devletinin kendi halkına olan borcu ile o ülkenin başka ülkelere olan borcu toplanamaz. Çünkü borçlu “aynı kişi” değildir ve kimse kendi kendine borçlu olamaz. Muhasebe ilkeleri bu kadar yalındır.
YENİ DOĞAN HER ÇOCUK 14 BİN LİRA BORÇLU
Geçenlerde bir gazetede yukarıdaki başlıkta bir haber vardı. Haber, Hazine Müsteşarlığı ve TÜİK’in verilerine göre Türkiye’nin toplam borcu 1 Trilyon 032 milyar liradır diye başlıyordu. Bunun 396 milyarı iç, 636 milyarı dış borçmuş. Türkiye’nin nüfusu da 74 milyon. Toplam borcu, nüfusa bölünce 14 bin rakamı çıkıyor. Haberi yazan gazeteci “bu durumda yeni doğan her çocuk, 14 bin TL borçla dünyaya geliyor” diyor. Tabii yanlış bir çıkarım. Devlet/kamu iç borcunun büyük kısmının “alacaklısı” yaşayan ve yeni doğan vatandaşlar oluğuna göre iç borç bu hesaba giremez. Yeni doğanların borcu sadece dış borçtan payına düşendir. Çünkü dış borcun alacaklısı, yabancılardır.
En yüksek kâr, en yüksek fiyat noktasında oluşmaz. En düşük fiyat noktasında ise hiç oluşmaz. Optimum yani en doğru fiyat, şirkete en yüksek kârı getirir. Fiyatlandırma bir açmazdır. Talebin fiyata esnek olduğunu bilen iş adamı fiyat kırarak satışları sayısal olarak arttırmak ister. Piyasa tabiriyle, birimden değil, sürümden kazanmaya bakar. Sürüm artınca, sabit giderlerden birim başına düşen maliyet azalacak, toplam kâr artacak diye düşünür. Ancak rakip de aynı şekilde hareket edince, fiyat düşmesine rağmen, sürüm artmaz. Buna “Oyun Kuramı”nda “Kaybet-Kaybet” köşesine sürüklenmek denir.
UCUZA SATAN BATAR
Ucuzculuk, tam bir çıkmaz sokaktır. Firmalarına miktarsal hedef seçen CEO’lar, eğer satıcılarına “Tek müşteriyi kaçırma, ne indirim gerekiyorsa, yap” demişse, o firma için sonun başlangıcı başlamıştır. Çünkü fiyat kıran firma, kârı düştükçe kaliteden çalmaya başlar. Müşteri de bunu günün sonunda anlar; ya başka markaya/firmaya gider ya da daha düşük fiyat dayatır.
ESKİ ÜRÜNE YENİ FİYAT OLMAZ
Orta ve uzun vadede maliyet sürekli artar. Bu enflasyondur. Fiyat endeks, sepetine yeni ürün girişleri dolayısıyla, gerçek fiyat artışları, her zaman ölçülen enflasyondan yüksektir. Her yıl ürün fiyatlarını (mal veya hizmet) yukarı doğru ayarlamak kaçınılmazdır. Ancak müşteri, eski ürüne yüksek yeni fiyatı sevmez. Zamlar, ürün yenileştirme ile birlikte yapılırsa, müşteri bunu daha kolay hazmeder. Firmalar için, ürünlerin müşteriye sağladığı faydayı veya tatmini arttıracak yenilik yapmak bitmeyen bir faaliyet olmalıdır.
ZAMLARI AZAR AZAR YAP
Bir seferde ve tüm ürünlere aynı oranda veya seyyanen zam yapılmamalıdır. Tabiri caizse, zamlar mümkün mertebe çaktırmadan yapılmalıdır. Ama mutlaka yapılmalıdır. Şimdi sırası değil diye zamlar ertelenirse, ileride daha yüksek oranlarda fiyat artışı yapmak zorunda kalınır. Bu da firmayı ani satış kaybıyla karşı karşıya bırakır. Zamlar geri çekilirse, firma için “Sıkışınca fiyat kırıyor” hükmü verilir.
İNDİRİM YAPMA, CABA VER
Çünkü 2011 yılında cari açığın milli gelire oranı %10’a dayanmıştı. Bu sürdürülemez bir durumdu. Hiçbir uçak havada kalamazdı. Önlem alınmazsa, yeni bir “devalüasyon krizi” patlayacak, yani ekonomi çakılacaktı. Yaşanan deneyimler gösteriyordu ki, her devalüasyon krizi iktidardaki partiyi çok yıpratıyordu. Hatta iktidardan düşmesine bile sebep olabiliyordu. Bundan kaçınmak şarttı.
ÇARE, YUMUŞAK İNİŞTİR
Yumuşak iniş, bir ekonomide sürdürülemez hale gelen bir makro dengesizliğin, mesela yapışkan yüksek cari açık oranının, yavaşça sürdürülebilir düzeye indirilmesi demektir. Nitekim bizim ekonomi yönetimi, bu yönde bir önlem paketi geliştirdi. Pakette şunlar vardı: 1. Bütçe açığı azaltılmaya ve hatta sıfırlamaya çalışılacaktı, 2. Kredi genişlemesi sınırlanarak, iç talebin ithalat üstündeki baskısı azaltılacaktı. 3. Türk Lirasının hafif, hafif değer kaybetmesine izin verilecekti.
MASRAFI NEYSE VERİRİZ
Yumuşak inişin maliyeti milli gelir büyümesinin yavaşlaması olacaktı. Bu da, siyasi sonuçları olabilecek bir devalüasyon krizinden kaçınmak için ödenebilecek en düşük bedeldi. Nitekim Cari Açık/Milli Gelir oranı, 2011’deki %9,7’den 2012’de %6’a düştü. Ödenen bedel olarak da büyüme hızı da 2011’deki %8,8’den, 2012’de %2,2’ye düştü. (Aslıda büyük bir kısmı sermaye hareketi olan, ancak hatalı olarak cari işlemler içinde yer alan altın ithalat ve ihracatını düzeltmeden resmi sayılara dayalı oranları verdim. Cari açık düşüşü daha azdır.)