Ege Cansen

Trafiği inşaat değil iktisat çözer

16 Ekim 2013
Meslek hayatım boyunca bir yandan sanayi kuruluşlarında yöneticilik yaptım diğer yandan iktisat ağırlıklı yazılar yazarak, gazeteciliği sürdürdüm.

1967 yılında Milliyet Gazetesi’nin “Düşünenlerin Düşünceleri” köşesinde iki makalem yayımlanmaya layık bulundu. Birinin adı “İmar Vahşeti” diğerininki “Trafik Vahşeti” idi. Çünkü bunların bir bütün olduğunu idrak etmiştim. Şimdi yıl 2013 aynı şeyler gündemde.

MEDENİYET VE VAHŞET
Önce niçin İstanbul’un trafik ve imar düzeni için “vahşet” gibi çok ağır bir nitelendirme yaptığımı açıklayım. Hocam Fuat Çobanoğlu’nun emsalsiz tanımıyla “Medeniyet, üçüncü şahısların hakkına saygıdır”. Medeni birey, kendisini tanımayan ve kendisinin tanımadığı kişilerin hakkına saygı gösterir. Vahşet ise, birinci tekil şahsın, kendinden ve kendisinin uzantısı olan yavrusundan başka kimsenin hakkına saygı göstermemesidir. TV’de “Nat Geo Wild” kanalını izleyenler “vahşi yaşamın” ne olduğunu çok iyi öğrendiler. Bir de “yarı-medeni” hayat tarzı vardır. Bu düzende bireyler, kendileri ilaveten aile, akraba ve dostları için üçüncü şahısların (halkın/kamunun) haklarını çiğnemeyi, kendi doğal “hakkı” kabul eder.

KAMU YÖNETİMİ, ÜÇÜNCÜ TEKİL ŞAHSIN HAKKINI KORUR
İktisat sözcüğünün kökü “maksat”tır. Kamu yönetiminin maksadı da kamunun yani üçüncü şahısların hakkını korumaktır. Çünkü herkes aslında “üçüncü şahıs”tır. Dünya’nın her büyük kentinde trafik sorunu vardır. Ancak İstanbul’daki sorununun, Londra, New York veya Tokyo’nunkinden çok ciddi bir farkı vardır. İstanbul halkı ve belediyesi, meselenin “birinci şahsın hakkının” korunarak çözüleceğine inanmaktadır. Çareyi de daha fazla para sarf edip daha fazla inşaatta görmektedir. Hâlbuki çözüm ancak “üçüncü şahsın hakkının korunması” ilkesi üzerine inşa edilebilir. Ulaşım yatırımları buna göre planlanır.

Yazının Devamını Oku

Memleketimden tasarruf efsaneleri

12 Ekim 2013
Anlaşıldığına göre ekonomi yönetimi ulusal tasarruf oranını arttırmaya karar vermiş.

Halbuki Çin ve diğer Asya kaplanları hariç, Türkiye’de tasarruf oranı düşük değildir. Bir ülkede ne kadar yatırım yapılmışsa, o kadar tasarruf edilmiş sayılır. Türkiye’de de ortalama olarak milli gelirin % 20’si kadar yatırım yapılmaktadır. Öyleyse, bizim tasarruf oranımız, milli gelirin %20’si dolayındadır.

KAFANIZ KARIŞTIResmi istatistikler, devlet büyüklerimiz ve iktisat hocaları, Türkiye’de tasarruf oranı milli gelirin % 12.5 kadar düştü diyor. Herhalde onlar yanılmış olamaz. Bu yaman çelişkiyi bir açıkla da biz de anlayalım dediğinizi duyar gibi oluyorum. İşte açıklama: Türkiye’de tüketim harcaması yüksektir, tasarruf düşük değildir. İkisi cebirsel olarak aynı kapıya çıkar. Ama izlenecek iktisat politikasının yönü açısından aralarında uçurum kadar fark vardır.

CARİ İŞLEMLER AÇIĞI, TÜKETİM FAZLASINA EŞİTTİRKonuyu başından toparlayalım. Türkiye’de bir “cari açık” meselesi vardır. Yani döviz gelirimiz, tüketim ve yatırım için yapmak zorunda olduğumuz döviz harcamamızı karşılamıyor. Bunun için yurtdışından borçlanıyoruz. Ben, biz bu borcu, tüketim için alıyoruz diyorum, onlar hayır yatırım için alıyoruz diyor. Yatırım için borç almanın anlamı da “tasarruf yetersizliği” demek oluyor. Cari açık böyle ifade edilince “kutsallaşıyor”. Cari açık verilmezse, yatırımlar aksar, yatırım ise üretim ve istihdam demektir. Bundan vazgeçilemez. Demek isteniyor ki “Biz cari açığı keyfimizden değil, mecburiyetten veriyoruz”. Düşüncenin temeli bu olunca, özelleştirme veya faiz politikası gibi tüm
ekonomik kararlar “cari açık finansmanı” için alınmaya başlanıyor.
Cari açık, finanse edildikçe serpilip büyüyor. Yani sebep, sonucu; sonuç da sebebi doğuruyor. Tam bir kısır döngü.

Yazının Devamını Oku

Ey Ayemef!

9 Ekim 2013
Kardeşi Dünya Bankası’na olanı saymazsak, IMF’ye borcumuz yok.

Yine üyelik anlaşmamız gereği olacak, Türk ekonomisi hakkında rapor yayınlamış. Bunda da bir hayır var zahir. Zaten dedelerimiz ne demiş “Allah, bir ülkeyi IMF’ye muhtaç etmesin; ihtiyacı olduğunda da IMF’siz bırakmasın”. Rapor bir yağlama ile başlıyor. 2012 yılını maşallah çok iyi idare ettiniz diyor. Büyüme hızının % 2,2’ye düşmesine hiç değinmiyor. Ardından 2013’te % 3,8; 2014’te de %3,5 büyürsünüz diyor.

AMA...Diplomatik raporların içeriği ama’dan sonra başlar. Rapor, söze, Merkez Bankamızı faiz işinde icat çıkardığı için eleştiriyor. Hükümete de “tüketimi kısıcı” maliye politikası izleyin diyor. Tüketimi kısmak için kredi hacmini daraltın bunun için de TL’nin faizini arttırmak gerekir diyor. Raporda ısrarla, Türkiye’nin “cari açık bağımlısı” haline gelmiş olmasının, ekonomisinin en büyük “kırılganlık” sebebi olduğunu vurgulanıyor. Bu, sıcak para kullanma iptilanız yüzünden, gelişmiş ülkeler
aksırınca, siz yatağa düşecek kadar hastalanıyorsunuz diyor... Hazine Müsteşarlığı sitesinde yayınlanan rapor 15 maddeden oluşuyor. Maddelerin çoğu, gazetelerde her gün yer alan “sağlıklı yaşam” kuralları gibi genel doğruları tekrarlıyor. Her ülkeye uyar cinsten.

TL FAİZİNİ ARTTIRMAK,DÖVİZ FAİZİNİDÜŞÜRMEKTİRTürkiye’de yatırımların fizibilitesi “Dolar veya Euro” ile hesaplanır. Çok büyük bir kısmı da “Dolar/Euro” cinsin kredi ile finanse edilir. Buna devletin yaptığı özelleştirme ve sair ihaleler de dâhildir. TL faizinin artması döviz fiyatlarının sabit kalmasını hatta düşmesi sonucunu doğurur. Üstelik anapara taksitleri geri ödenirken bazen kur farkı kazancı oluşur. Zaten TL ile ne kamu ne de özel sektör uzun vadeli borçlanamaz. Çünkü tasarruf sahipleri faiz getiren TL’li yatırım araçlarına uzun vadeli bağlanmaz. 2003-2007 arasındaki “yüksek faiz-hızlı büyüme” zıtlığının açıklaması budur.

Yazının Devamını Oku

Amerikan hükümeti kepenk indirdi

5 Ekim 2013
Öncelikle şunu itiraf edeyim. Ben bu Amerikalıların yaptığı bazı işlere, mesela “Temsilciler Meclisi ve/veya Senato’nun, hükümetin harcama yetkisini sınırlaması” gibi uygulamalarına akıl erdiremiyorum.

Herhalde onlar da bizim, kimsenin kafasına atamayacağımız halde “Çin’den 4 milyar dolarlık füzeyi niçin aldığımıza” akıl erdiremiyordur. Buna rağmen, herhalde vardır bir hikmeti deyip olanları ve olayları anlamaya çalışıyorum.

1976’DAN BERİ BU KEPENK KAPATMA BİRÇOK KEZ OLMUŞ

Allah internetten razı olsun. Kitap karıştırma zahmetine katlanmadan olayların geçmişini öğrenebiliyoruz. Belli bir düzeyde teorik bilgisi olan herkes, internetteki objektif bilgilerden yararlanarak, kısa sürede bir yorum yazabilir. Okuduklarıma göre, bugünlerde yaşanan ve adına “hükümetin kepenk indirmesi” (Government Shutdown) denilen, yani Amerika’da hükümetin harcama yetkisinin sınırlanması gibi bir uygulamanın benzeri Dünya’da yok. 1976’ya kadar Amerika’da da böyle bir şey yokmuş. 1976’dan, 1980’e kadar 6 olaydan çıkmış. 1980’de Başkan olan Carter, 1884’te çıkmış bir yasayı yeniden tefsir ederek, “Eğer paranın tahsisi konusunda, yürütmen ile yasama anlaşamazsa meclis, Başkan’ın harcama yetkisini sınırlayabilir” demiş. 1976’dan beri 18 kere ABD hükümetinin harcama yetkisi bu gerekçeyle sınırlanmış. Bunların en uzunu Clinton zamanında olmuş ve 21 gün sürmüş. Çoğu, birkaç gün içinde çözülmüş. Bu olayı, kamu borç tavanının yükseltilmesi sorunuyla karıştırmayın. O da yakında geliyor.

SADUN AREN: HER İKTİSADİ SORUN MİLLİ GELİR DAĞILIMINA ÇIKAR

Anlaşmazlığın gerisinde Sadun Hocanın dediği gibi “milli gelirin dağılımı” meselesi yatıyor. Obama, ABD’de bir hayli çarpık olan milli gelir dağılımını, “zenginlerden daha çok vergi alıp, fakirlere parasız sağlık hizmeti götürme” yoluyla tekrar dağıtıma tabi tutmak istiyor. Muhalefet de bunu engellemeye çalışıyor. Amerikan yönetim sistemi “denetle-dengele” üzerine kuruludur. Hiçbir organın yetkisi mutlak değildir. Onu denetleyen bir başka yetkili organ daha vardır. Amerikan sistemi, anlaşmazlıkları, bir tarafın diğer tarafa istediğini kabul ettirmesi şeklinde değil, tarafların birbirini ikna ederek çözmesini istiyor. Sistem mantığı icabı, anlaşma olmazsa iki tarafın da zararına olan bir tablo ortaya çıkartıyor. Zarardan kurtulmak için taraflar bir noktada uzlaşıyor. Çarklar yeniden dönüyor. Bu bir kültürdür.

SON SÖZ: KÜLTÜRLE ÇELİŞEN MEVZUAT İŞLEMEZ.

Yazının Devamını Oku

Ulus-devlet bitti

2 Ekim 2013
1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte “çok milletli” Osmanlı Devleti hukuken yani “de juri” sona ermiştir.

Demokratikleşme paketinin açılmasıyla birlikte de bir “ulus-devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti resmen olmasa da fiilen yani “de facto” sona ermiştir. Bu ifadeyi, demokratikleşme paketini iyi veya kötü diye nitelemeden, sadece tarihe not düşmek için yazıyorum. Paketin, bu ülkede yaşayan tüm insanlara mutluluk getirmesini can-u gönülden dilerim. Hayırlı olsun.

HER KESİMİ AYNI PAKETLE MUTLU ETMEK İMKÂNSIZDIRBu paket, tek milletli Türk devletini, Osmanlı Devleti gibi “çok milletli” hale dönüştürmek için atılan ne ilk ne de son adımdır. Zaten Başbakan da, uygun zemin ve zamanlarda ilave paketlerin açılacağını bizzat söylemiştir. Açılmış paket, açılacak paketlerin istikamet göstergesidir. Toplumlar, tarih boyunca şartların zorlamasıyla değişimden geçmiştir. Bunların bir kısmı evrimle, bir kısmı devrimle olmuştur. Evrimden kasıt, çok yavaş, adeta hissetmeden, farkında bile olmadan değişime tabi tutulmaktır. Devrim ise, değişimin tüm haz veya acılarını ruhunun ta derinliklerinde hissederek kısa sürede dönüşüme uğramaktır. Osmanlı Devleti’nin bitişi, devrimle olmuştur; onu bitiren Cumhuriyetin bitişinin de bir (karşı) devrim şeklinde olması doğaldır. Pek tabii, adına devrim de dense, her dönüşüm aslında uzun bir oluşum/hamilelik dönemi sonunda ete kemiğe bürünür.

CUMHURİYET ÇOK GÜZEL BİR PROJEYDİ
Bugün 75 yaşını aşmış olmama rağmen kendimi hâlâ bir “cumhuriyet çocuğu” olarak görürüm. Üniversite yıllarında, çoğu arkadaşımın aksine ben Demokrat Parti’yi tutardım. En çok Süleyman Demirel’e oy verdim. Kendimi “lâik muhafazakar” olarak tanımlarım. Hiç avangart olmadım. Bugünkü gibi hep demodeydim. Züppeliklerden, hoppalıklardan, aşırılıklardan hiç hoşlanmam. Hayatta en hakki mürşit ilimdir ilkesine iman ettim. Türkiye’de yaşayanları hepsini Türk olarak gördüm. Ulusal ve bireysel bağımsızlık benim karakterim oldu.

Yazının Devamını Oku

Gel sıcak para gel!

28 Eylül 2013
Merkez Bankası Başkanı Dr. Başçı, “beklentileri yönlendirme” konuşmalarından birini daha yaptı.

Dolar 2013 yılsonunda 1,92 TL olur tahminini güçlendirmek için olsa gerek, eğer döviz akımı olursa, gelecek sene 1,80’e dahi inebilir dedi. Doğrudur, inebilir. Böyle bir ihtimal vardır. Ama galip değil, zayıf bir ihtimaldir. Asıl önemli olan doların gelecek yıl 1,80 TL’ye inmesini Merkez Bankası’nın isteyip, istemediğidir. İstiyorsa, önlemlerini bu yönde alır. İstemiyor, bunu Türk ekonomisinin hayrına görmüyorsa, bu oluşuma izin vermez. Merkez Bankası, döviz piyasasında “seyirci değil, oyuncudur”.

DOĞRULUĞUNU KENDİ İSPATLAYAN YANLIŞLAR

Varsayalım ki, Londra bankerleri Başkan Dr. Başçı’nın Dolar bir yıl sonra 1,80 olur öngörüsünü satın aldılar. Derhal Türkiye’ye oluk, oluk sıcak döviz akıtmaya başlayıp, ellerine geçen TL ile Türk Devlet Tahvillerine yatırım yaptılar. Sonuç ne olur? Doların fiyatı belki de 1,80 TL’ye kadar düşer. Yani, Türkiye’yi “ithalatçı cenneti yapan” yanlış yapı pekişir. Yüksek katma değerli ürün ihraç edelim palavrasıyla avunan ve “ucuz döviz” yüzünden bir türlü yüksek katma değerli ürün üretemeyen sanayimiz, eski hamam eski tas işe devam eder.

TÜRKİYE DOLARA % 33 FAİZ ÖDEMİŞ OLUR

Londra Bankerlerinin kazancını birlikte hesaplayalım. Eğer bu bankerler Türkiye’ye dört beş ay içinde 50 milyar dolar yollayıp, bunu 2 liradan TL’ye çevirebilirlerse, ellerine yaklaşık, 100 milyar TL geçer. 100 milyar TL ile de % 9 getirisi olan devlet veya özel sektör tahvili alabilirler. Dolar 1.80 olunca da bonoları satıp dolara geçebilirler. O tarihte Londra Bankerlerinin 100 milyar TL’lik bonolarının piyasa fiyatı, işlemiş faiz ve değer artışıyla (bol para yüzünden TL faizleri de düşecektir) en az 110 milyar TL’den alıcı bulur. Bu 110 milyar TL’yi ortalama 1,80’den bozdursalar, ellerine 61 milyar dolar geçer. Yani 50 milyar dolarlarına 8 ayda 11 milyar dolar getiri sağlamış olurlar. Bu da yıllık % 33 verim demektir. Cari işlemler açığımız da sırf bu kâr transferi yüzünden 11 milyar dolar artar. Ticaret açığı da büyüyeceğinden cari açık 90 milyar dolara, milli gelire oranı da %12’ çıkar. Ama bunun bir önemi yoktur (!). Çünkü dâhi bankacılarımıza göre zaten “finanse edildiği sürece, cari açık sorun değildir”. Üstelik Merkez Bankasının öngörüsü tutmuş ve itibarı yükselmiş olur. Ben de mesela dedim.
SON SÖZ: Bu yolla tutan tahmin, tutmamış sayılır.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin iki Merkez Bankası var

25 Eylül 2013
Kısa bir süre önce Amerikan Merkez Bankası (Fed), az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan ekonomik çalkantıyı da hesaba katarak bir süre daha “dolar yağdırmaya” devam etme kararı verdi.

Anında Türk Lirasının ve ekonomisinin geleceğine dair yapılan tahminler demode oldu ve hemen yenileri piyasaya sürüldü. Anlaşıldı ki, Türk ekonomisine yön vermede Amerikan Merkez Bankası Türkiye Merkez Bankasından çok daha etkindir. Pek tabii Fed’in bu etkinliği sadece Türkiye’de değil tüm “gelişen” (henüz gelişmemiş) ülkede geçerlidir. Küreselleşme dolayısıyla, Fed kararları gelişmiş ülke piyasalarını da etkiler. Mesela son karardan sonra Euro, dolara karşı değerlendi. Ama etkilenme gelişmiş ülkelerde sınırlıdır.

ÇİFT PARA BİRİMLİ EKONOMİÜrettiğinden fazla tüketen ve bu hali verdiği cari açıktan belli olan, dolayısıyla dış borç almadan ekonomisinin çarklarını çeviremeyen ülkeler vardır. Bunlara “iki para birimli” (dual currency) tabir edilir. Hemen hatırlayalım: Paranın dört işlevi vardır: 1)Alış verişi mümkün kılma, 2)Fiyatlandırma ve değer ölçme-biçme birimi olma, 3)Tasarruf aracı olma, 4)Özelleştirmelerde, resmi veya özel ihalelerde ve uzun vadeli sözleşme ve kredilerde hesap birimi olma. Eğer bir ülkede son üç işlevi Dolar/Euro ifa ediyorsa o ülke “çift para birimli”dir. Böyle bir ülke merkez bankasının izlediği, yüksek veya düşük faiz politikası, tek para birimli ülkelere göre “ters” çalışır. Yani ulusal paraya yüksek faiz uygulamak, döviz akımı sağlayacağı için, döviz faizini düşürür. Ucuz döviz ve düşük döviz faizi ekonomiyi coşturur. Bir başka anlatımla mesela düşük TL faizi Türkiye’ye sıcak para akımını yavaşlatacağı için, TL’nin değer kaybına sebep olur, alınmış döviz kredilerinin maliyeti devalüasyon etkisiyle yükselir. İthalat ve dövize bağlı yatırımlar yavaşlar. Kısaca düşük faiz ekonomiyi yavaşlatır. Bunda da anlaşılmayacak bir şey yoktur.

ÜSTE ÇIKTIM DİYE ÖVÜNME ALTA DÜŞTÜM DİYE DÖVÜNMEGeçen gün Güngör Uras da yazmıştı. ABD’nin izlediği dolar basarak ekonomiyi krizden çıkarma politikası er-geç sona erecektir. Böylesi bir politika, bir süre ne kadar iyi sonuç vermiş olursa olsun, sonsuza kadar devam edemez. İyisi mi biz, ekonomimizi döviz bolluğu sona erecek, sıcak para akışı zayıflayacak (sıfırlanacak değil) senaryosuna göre hazırlayalım. Geceleri, sabahlara kadar Avrupa veya Amerika merkez bankası başkanlarının ağzına bakmaktan kurtulalım.
SON SÖZ: Tedbirin alındığı güne faydası yoktur.

Yazının Devamını Oku

Nerede borç varsa orada alacak da vardır

21 Eylül 2013
GELİN bugün sizinle biraz derinlere dalalım.

Termodinamik kanunlarını, mümkün mertebe saçmalamadan iktisada uygulayalım. Rivayete göre Avrupa Birliği borçtan batacakmış. Batmaz. Çünkü kapalı bir sistemde ne kadar borç varsa o kadar alacak vardır. Eğer AB veya Dünya borçtan batacaksa, alacaktan da çıkacaktır.

TERMODİNAMİK

Evren, cansız şeylerle inşa edilmiştir. Dolayısıyla tüm bilimlerin esası, yaşamayan şeyler ilmidir; yani fiziktir. Fiziğin temellerinden biri de “nerede hareket varsa, orada ısı; nerede ısı varsa, orada hareket vardır” diyen termodinamiktir. Ben bugün “AB borçtan batacak” önermesini, termodinamiğin dört kanunuyla irdelemek istiyorum.

SIFIRINCI KANUN

Farklı zenginlik düzeyinde bulunan ülkeler, birbiriyle ekonomik ilişki içine girince; sermaye “bol olandan-kıt olana” akar. Para veren alacaklı; alan, borçlu hale gelir. Bu akım, iki taraf aynı zenginlik seviyesine gelinceye kadar sürer.
BİRİNCİ KANUN

Yazının Devamını Oku