Etrafımda esmercisi, kızılcısı, kumralcısı, balık eti severi, güya sarışından hazzetmeyeni, tipi ne olursa olsun, bir tek erkek bilmiyorum ki Paris Hilton’ı süper, hiper, über seksi bulmasın...
Geçtiğimiz aylarda bir kısım medya (!) Los Angeles’a gittiler. Ayıptır söylemesi, bir de şoförlü Mercedes cip kiralamışlar. Eğer Türk-sen, dünyanın neresine gidersen git, karşına bir Türk çıkması ádettendir ya, otomobili kiralayan şirketin yöneticisi, müşterilerin Türk olduğunu duyunca, "Kadromuzda bir Türk şoför de var; iyisi mi size onu yollayalım" şeklinde bir incelik göstermiş.
Bu arkadaş, pek değerli medya mensubu beyleri oraya buraya taşımış; e ahbaplık da háliyle ilerlemiş. Bizim arkadaşlar memlekete döndükten bir süre sonra eleman arayıp, müjdeli haberi iletmiş.
Efendim, o şimdi Paris Hilton’a hizmet etmekteymiş. Paris Hilton 7 Eylül’de alkollü araç kullanmaktan dolayı tutuklandı ve 1500 dolar 36 aylık gözetim cezası aldı ya, o zamandan beri kendilerine tahsis edilen limoları filan, Türk şoför İlker Şanlı kullanıyor.
Hatta Paris Hilton’ın sitesinde yer alan video kliplerden birinde görüyoruz ki Paris, Şanlı’yı "See you next time babe" filan diyerek yanaklarından manaklarından öpüyor.
Bizim arkadaşlarda bir heyecan, pür heyecan! "Paris, benim arkadaşımın arkadaşı oluyor biliyor musun?" tadında gururlu ve sanki kendileriöpülmüşçesine mutlular.
Bu ayın başında Associated Press, "Paris Hilton haberlerine gerçekten ihtiyacımız var mı?" meselesini masaya yatırdı; bilenler bilmeyenleri bilgilendirsin mümkünse. Bir hafta boyunca Paris Hilton haberi yayımlamadılar ve gökkubbe başımıza yıkılacak mı diye baktılar. Sonuç şöyle: Paris haberleri dikkat çekiyor ama yayınlanmaması hálinde de dünya tersine dönmüyor.
AP’nin protestosunun haberinin yapıldığı dönemde, çevremdeki bütün erkeklerden "Bu ne kerizlik" protestoları yükselmişti. "Vatandaşın Paris’e bakma hakkı engellenemez"miş...
Kafayı yemek işten değil. Kadına ne zaman baksam, Kaptan Swing’in kankalarından Gamlı Baykuş’un tiksindiği ve ’pire torbası’ olarak andığı, sacayağının en ’efendi’ elemanı Mister Blöf’ün köpeği Puik’e benzetiyorum. Ve tabii ki kıskançlıkla, hasetle, hatta hasetimden prangalar eskitmekle filan suçlanıyorum.
SÜPER, HİPER, ÜBER SEKSİ
Etrafımda esmercisi, kızılcısı, kumralcısı, balık eti severi, güya sarışından hazzetmeyeni (Var valla öyle bir erkek cinsi. En azından bu konuda palavra sallayanı var. Ben tanıdım birkaçını....), tipi ne olursa olsun, bir tek erkek bilmiyorum ki Paris Hilton’ı süper, hiper, über seksi bulmasın...
Bir ara kafayı takıp ciddi ciddi anket yapmıştım bu konuyla ilgili. "Nesi? Tam olarak nesi?" diyerek dolanıyor, tanıdığım tüm adamları sorguya çekiyordum.
Pek entelektüel bir arkadaş, uzuuun uzun, devamlı her daim ıslak ve hafif aralık dudaklarının Freudyen açıdan ne şekil ve ne derece ve ne mene bir darbe etkisi yarattığını anlatmıştı erkek dediğin canlı türünün bünyesinde. Entel entel konuşurken konuşurken, laf ilerledikçe; "O dudaklar var ya o dudakları..." şeklinde ilerleyip, pazar günü bir gazetede yayımlanması son derece sakıncalı, müstehcen edimlerle bağlanan cümlelere kaptırmıştı.
Yine de deriiin araştırmalarımın neticesinde vardığım nokta şudur: Genel olarak, Paris Hilton’a fiziksel bir varlık olarak değil, bir mefhum olarak tav oluyorlar.
Hatta geçenlerde bir arkadaş hadisenin adını şöyle koydu: "Paris Hilton GERÇEK kadınmış."
"Rrrööhhh!" dedim; "O gerçekse ben de Angelina Jolie’yim. Hatta ’gerçeklik’te el artırayım; Lara Croft’um. Kadın gerçeğin uzayına bir düşmez be. Barbie bebek ne kadar gerçekse, o da işte, ancak o kadar gerçektir. Fantastik desen anlarım. Plastik desen, daha da iyi anlarım. Ama yani. Gerçek?"
Öyle demeyeyimmiş. Paris bi’ kerem evrimin kadında varıp varabileceği en şahane merhaleymiş. İdealmiş. Olması gereken gerçekmiş.
Özelliklere baksaymışım hele bir: Karun kadar zenginmiş.
EVRİMİN NİHAİ MERHALESİ
Bununla birlikte pornocu ve kevaşe tabiatlıymış. Kendi pornosunu kendisi çeken zengin fahişeymiş; ötesi var mıymış?
Sonra? Aptalmış, gerzekmiş; dolayısıyla bilmişlik taslamazmış; olsa olsa şımarıklık yaparmış; o da olurmuş artık; hem zaten şımarıklığa kafa sallayıp "Hı hı; hadi sen bu konuda şöyle bir uzan bakiim" denip geçilebilirmiş; kim takarmış...
İyi aile çocuğuymuş ama iyi ailenin kötü çocuğuymuş; asiymiş...
Sonracığıma biraz eciş bücüş, hatta eni konu çirkinmiş. Bir gözü aya, bir gözü güneşe bakıyormuş. Kemikleri pörtlekmiş, kaburgaları sayılıyormuş. Yanisi kusurlu bir güzelliği varmış; yatacak olsan, yok göbeğim, yok bilmem nem tribine girilmezmiş. Samanlıkta iki çirkin, gül gibi geçinip gidermiş. Daha da yanisi: Performans sorunu diye bir şey söz konusu bile olabilemezmiş.
En güzeli deee: Aaabi, kadın ULAŞILABİLİRmiş...
Yani şuracıkta yanında olsun, iste, ya da en güzeli onun canı çeksin, seni de öpebilirmiş... Her an her şey olabilirmiş.
E, bir erkek daha nasıl bir "ideal" hayal, "gerçeklik" tahayyül edebilirmiş?
"Yerim" dedim senin "gerçeklik" mefhumunu Hayali Küçük Ali..."
Albert Einstein’ın dediği gibi: "Gerçeklik yalnızca bir illüzyondur. Yalnız, inatla istikrar sergiler."
Neymiş, Paris Hilton, evrimin kadından yana vardığı nihai merhaleymiş!
Ben o evrimi, Einstein’ın güzide vecizesiyle ve evrimin erkekten yana varacağı merhaleye dair gafil umutlarla birlikte anmak istiyorum mümkünse. Varacağımız nokta, Nietzsche’ye çıkacaktır muhtemelen: Evet azizim: Nihilizm...
Çamur ki yağar
Küresel ısınmanın vardığı son nokta: Gökten çamur yağıyor.
Geçen gün, koskoca kış geçmiş, nihayet İstanbul’a iki damla yağmurun düşesi tutmuş. Az kaldı mutlu olacaktık.
Hani ben ki hayatı boyunca; "Yağmur altında manitayla elele yürümenin neresi romantik, bu klişe hangi sersemin başının altından çıkmadır; yağmurun altında mal gibi taban tepeceğine git birlikte duşa gir, hem bu sayede çorapların da ıslanmaz" şeklinde düşünmüş, yağmurdan hiç mi hiç hazzetmeyen bir insanım...
Utanmasam, hayata ve özellikle de manitaya ağladığını çaktırmamaya çalışan gururlu insanların şarkısı I’ll Do My Crying in the Rain’i (Sözlerini "Güzel ve küstah olduğu gibi ve kadar gururlu ve haysiyetli de bir gencim; kederimi ve acımı saklamayı bilirim; gerekirse kafama da sıkarak hatta, gider, gözyaşlarımı yağmurun altında dökerim" şeklinde devşirelim.) bu kez saadet gözyaşları dökerek terennüm edesim geldi.
İSTANBUL’UN ÇAMURU
Ama yağan ne? Çamur...
Milliyet verdi; yetkililer açıklamışlar. İstanbul Meteoroloji Bölge Müdürü Mustafa Yıldırım diyor ki sebep: "Uzun süredir yağmur yağmaması nedeniyle havada biriken kirletici partiküllerin yağışla birlikte yeryüzüne inmesi..." İmiş.
Ezcümlesi: Havada biriken egzoz, duman, toz...
Hava sıcaklığı geçen hafta 24 dereceye kadar ulaşmış. Bu yaşadığımız, son altı yılın en sıcak mart ayıymış.
Bu konuda endişe ve kaygı duymaktan o denli bezdim ki, neresinden baksam hadisenin iyi bir tarafını görebilirim diye düşünmeye giriştim. Yok tabii öyle bir şey...
Vara vara varabildiğim tek nokta, en azından memleketin siyasi mevsim normalleriyle (Ki bizim memlekette hemen her mevsim anomaliteye tekabül eder.) örtüşüyor olması oldu.
SİYASİLERİN ÇAMURU
Hararet desen var; olağanın üzerinde fokurduyor. E gökten de çamur yağıyor.
Siyaseten düşününce, nedir? Normal...
Baştan bakanlarımızın ağızcağızlarından ballar damlıyor. Biri birine terörist diyor. Öteki diğerine sensin terörist diye fevkalade olgun bir tavırla cevap veriyor. Kimisi Çankaya’nın yokuşu diktir, fıtığı olan çıkamaz filan şeklinde, nüktedan cümleler sarf ediyor. Bunun üzerine, ben onun ’çukur’una düşecek insan değilim mealinde yanıt geliyor.
Kendi hurmaları bir zamanlarda kaldığı ve bu millet lepistes belleğinden mustarip olduğu için kendine pek güvenen bir eskinin yolsuzluk şüphesiyle Yüce Divan’lardan dönen bakanı, şimdinin minnoş parti başkanının ortaya saldığı eski kasetler deşifre oluyor. Eski defterler açılıyor.
Siyasi Dört Mevsim Normalleri seyrediyor: Belágatına pek güvenen ileri gelenlerimizin sözleri üzerimize yağıyor.
Politik Dört Mevsim Normalleri: Mutedil dalgalı olsun, sağanak olsun, ahmak ıslatan olsun: Çamur...