Ebru Çapa

Ver sopayı, ver sopayı...

25 Ağustos 2006
Korkunç bir telefon hattı reklamı var hani... Yakın bir gelecekte mutasyona uğrayıp hayatının geri kalanını eli kulağına yapışık bir şekilde yaşamaya mahkûm olmasından korktuğumuz (Ne diye korkuyorsak artık???), sinirsek bir genç, telefonu kapatması için abuk subuk yerlerden kafasını çıkarıp baskı yapan vicdanını görmezden-duymazdan gelip konuşmayı sürdürerek yürüyor: "Abi ver dedim kabinlere coşkuyu; ver coşkuyu, ver coşkuyu..."

Reklamın sonunda, endişeye mahal olmadığının müjdesini alıyoruz. Reklam, malûm, kampanya reklamı olduğu için, bilmem kaç kontörden sonrası indirimli miymiş, beleş miymiş ne...

Sinirsek arkadaş, dilediği gibi gönlünce gevelemeye devam edebilirmiş.

Kampanyanın içeriğini tam olarak bilmiyorum derken de inanın sallamıyorum.

Bende film, "Ver coşkuyu" bölümünde kopuyor. Kampanyanın ne kampanyası olduğunu idrak etmem mümkün değil, çünkü gerisini dinleyemiyorum. Sadece kendi sesimi duyuyorum. Zira dudaklarımdan istemdışı bir şekilde; "Abi ver diyorum beline sopayı; ver sopayı, ver sopayı..." sözleri dökülüyor.

İşin korkunç yanı şu ki bu gibi durumlarda hiç sekmediği üzere bu sakalet de, geldi kopasıca dilime dolandı.

Epeyce bir süredir, vakitsiz bunamış zavallı bünye, ne zaman televizyonun karşısında geçse, kendi kendine, daha doğrusu televizyon figürlerine söyenir durur oldu.

Yeni trip de bu...

Nerde uyuzumu hart hart kaşıyan bir magazin figürü görüyorum, bir yandan da bu cümleyi sarf ettiğim için kendimden tiksinerek, söylenmeye başlıyorum: Abi ver dedim beline sopayı; ver sopayı, ver sopayı...

Bir haftayı aşkındır, memleketin en değerli ormanları, ciğeri yanıyor malûm...

Geçenlerde, magazin programının birinde, şahsi kanaatimce gelmiş geçmiş en fena magazin figürlerinden biri olan, hatta en fenası olan Tuğba Özay’ın anne-babasının yazlığının mı ne, bu yanan bölgelerden birinin dibinde evi varmış, onun haberi duyuruluyor.

İlk sahnede, valide hanımı elinde telefonla "Ay yangın geliyor, yangın geliyor" derken görüyoruz.

Kes... İkinci sahne: Bir magazin muhabirinin elindeki telefondan Tuğba Özay’ın yankılanan sesini duyuyoruz: "İlk uçakla geliyoruz."

İyi, güzel, aferin...

Örnek evlat, güzel insan...

Nihayet üçüncü sahneye geliyoruz ve Tuğba Özay’ı üzerinde bir şıklık, bir şıklık, kömür olmuş arazide, çevresinde bilmem kaç adet magazin kamerası olduğu hálde, dudakları büzük büzük, gözleri süzük süzük dolanırken izliyoruz.

Konuyla ilgili ne gibi duyarlı cümleler kurdu, bilemiyorum. Bir görüntü, bin cümleye bedel... Gerisini izlemeye yüreğim yetmedi.

Bizim tahammülümüzün de bir sınırı var yani.

Zapladım.

Zaplarken, yine bir yandan kendimden tiksinerek, "Abi ver diyorum beline sopayı; ver sopayı, ver sopayı" diye sayıkladım.
Yazının Devamını Oku

Devrim mevrim

24 Ağustos 2006
Toprağı bol, mekánı cennet olası rahmetli Erol Taş’ın meşhur hikáyesidir hani. Vakt-i zamanında ödül almak için kürsüye çıktığında, Yeşilçam’ın gelmiş geçmiş en "kötü adam"ı ya, halk tarafından küfür yağmuruna ve taşa tutulmuş.

"Atınız, sağolunuz" yollu yanıtlamış bu tepkiyi Taş; "Bu attıklarınız taş değil, ekmeğimdir" diyerek...

Ne zaman ekranların lamba cini yapımcısı Birol Güven, oyuncuların imajı mimajı üzerine ağzını açsa, rahmetliyi anıyor, "Herhálde Birol Güven de çocukken Taş’ı taşlayanlar arasındaydı" diye düşünüyorum.

Ben bu kadar ezberi dağınık bir adam görmedim, yemin ederim.

Pınar Altuğ’nun ihanet türevleri ortalığa döküldükçe dökülüyor, memleket ve dünya yanıp dönedursun, her şeyin ötesinde mühim bir mevzu ve eh harlı gündem maddesi olarak manşetleri işgál ediyor ya bu aralar...

Ve yapımcı Fatih Aksoy, Pınar Altuğ’u bu sebeple "devrimci" ilan etti ya...

Bundan birkaç yıl önce, Tony’li ilk ihaneti "patlayınca", Pınar Altuğ’u, şahsi kanaatimce Türk televizyonculuğunun en bayık dizilerinden "Çocuklar Duymasın"daki ideal ana rolünden kovan Birol Güven’den büyük itiraz gelmiş: "Herhálde şaka yaptı. Aldatma devrim değildir. Seyirci dizide anne-oğul olarak izliyor, sonrasında sevgili olarak görüyor. Bu seyirciyi aldatmaktır!"

Ay ben, sırf Birol Güven’in bu saçmasapan imaj takıntısına olan gıcığımdan, oturup bir hayıflan bir hayıflan (!)... "Ah" diyorum "kaçan balığa bak be! Pınar Altuğ, Çocuklar Duymasın’ın sürdüğü dönemde kocasını Havuç’u canlandıran Furkan’la aldatsaydı eğlenmez miydik?!. Tüh!"

Şimdi, Fatih Aksoy, Allah için "biraz" abartmış. Erkekler aldatınca marifet sayılan, kadınlar aldatınca "vurun kahpeye" fazına geçilen yurdum topraklarında yaşanan çifte standart elbette can sıkıcıdır. Yine de kendini feminist olarak addeden bir kadın olarak ben bile MSN’den, çalıştığı setten, Lucca álemlerinden filan kıtır oğlan düşüren Pınar Altuğ’nun memlekette devrim yarattığını iddia etmenin zırvalıktan öte bir şey olmadığına kaniyim.

İhanet ihanettir. Aldatan insan, aldatılan insan ve ihanete vesile olan üçüncü insanı bağlayan bir hadisedir.

Magazinsel dedikodu haricinde başka da kimseyi ırgalamaz. Hatta dördüncüye bok yemek düşer diyeceğim ama Altuğ’nun özelinde dördüncü kişiler de mevzua bulamaç olduğu için ancak beşinciye diyebilirim. Ki, yarın bir gün altıncı çıkması ihtimalini göz ardında bulundurmayarak onu da temkinle telaffuz edebilirim.

Fakat, dizide ana-oğulu canlandırıyorlar diye 23 yaşında bir adamla, 30’una yakın bir kadının, rüştünü ispat etmiş iki bekár insanın ilişkiye girmiş olmasını izleyiciyi aldatmak olarak değerlendirmek de ancak Birol Güven’in bulanık zihnine mahsus bir şey olabilir.

Espri anlayışına hasta olduğumun hayatı...

Devrim mevrim fasarya...

Magazin camiamızın ihanet eden kadınları, Aliye’yi canlandıran Sanem Çelik olsun, hatta seneler, seneler önce, ta "Bizimkiler" dizisi döneminde, yıllar boyunca örnek anne Nazan’ı canlandıran ve o dönem yaşadığı ilişkiyi "Aşkımı kimseye karşı savunmak zorunda değilim" diyerek son derece haysiyetli bir şekilde taşıyan Ayşe Kökçü (O zamanlar Sarıkaya) olsun, ekseri püriten valide rolleri canlandıran aktrislerden çıkıyor ya...

Ben buna ironinin feriştahı derim, kikirdeyerek mevzudan ikilerim...

Ha bi’ de naçizane, Birol Güven’e gerçek hayat ile senaryo gereği hayatı birbirinden ayırt etme yetisini yitirmiş bir TV şahsiyeti rolü yazıp, bizzat kendisinin canlandırmasını öneririm. Bakın o zaman rahat birkaç uyku uyur belki. Ne de olsa o durumda izleyicinin "ihanete uğramayacağı" garanti...
Yazının Devamını Oku

Yok devenin nalı

20 Ağustos 2006
Bu aralar deve ve nal üzerine hayatımda hiç düşünmediğim kadar düşünür oldum. Deveyi ve nalını, hiç anmadığım kadar sık anıyorum. NTVMSNBC’den Yasemin Arpa’nın haberine göre, aile içi şiddet, kadın hakları ihlalleri, gelin-kaynana kavgası, töre ve namus meseleleri benzeri sorunlara çözüm getirmek amacıyla 6 pilot bölgede açılan ve süper faydalar sağladıkları için 20 ilde faaliyete geçirilmesi planlanan, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Aile Danışmanlık Büroları, kendilerinden medet uman kadınlara; "100 Felak, 100 Nas suresini bir bardak suya oku, evdekilere içir, sabaha karşı 3’te kalk namaz kıl, maddi imkánın yerindeyse kocanı da al umreye git" şeklinde öneri getiriyor.

Alternatifler gani: Kıçını kırıp oturacaksan, çektiğin çileler sana öbür hayatta mükafat olarak geri dönecek, yok en olmadı boşanmak için mahkemeye başvuracaksan da Allah’a sana iş bulması için dua etmeyi ihmal etme.

Bizden başka öneri bekleme; biz devletiz, devletin elinden gelen budur. Başvuruları Allah’a havale ediyoruz.

Yok devenin nalı!

AİLE İÇİ ŞİDDET EN ÇOK ANKARA’DA!

Emniyet’in Kadına Şiddet raporuna göre, en çok aile içi şiddete Ankara’da rastlanmasına şaşmamalı...

Ki bu da esasında iyi haber biliyorsunuz. Rapor sonucu, esasen, burada dayak yiyen kadınların en azından "Katibimin eline de sopa ne de yaraşır" diye pısıp susup oturmadığını gösteriyor.

Gülden’in (Aydın) başına gelene ne demeli? Yıllık izninin bir kısmını İzmir, Karaburun’daki abla yazlığında geçirmeye karar vermiş. İzmir diyorum, gavur İzmir hani; solun kalesi...

Karaburun’da denize girmeye gittikleri koyda, Gülden’in kızı Ceren, oğlunun hacetini káğıt oynadıkları masanın dibine yaptıran kadını "Pisliğini kamuya açık o yerden temizlemesi" konusunda uyarınca, haşemalı bir linç grubu, Ceren’i denize girmek için doğal olarak giydiği bikinisinin üst kısmından, yani göğsünden avuçlayarak kavrayıp; "Esas biz bikini giyen pislikleri istemiyoruz!" diye höykürüyor. Ve Ceren ile olaya müdahale etmeye çalışan Gülden, gruptan bir güzel dayak yiyor. Üstelik bu şıracılar ve bozacılar, zabıt tutulurken, kendi lehlerine, birbirlerine tanıklık ediyor. Gülden’in plakasının fotoğrafını çektiği otomobilin sahibi de saldırganlardan biri olmayan, elemanları kollayan bir akademisyen çıkıyor.

Sabah’tan Yılmaz Özdil, Çeşme’ye son gidişinde haremlik selámlık plajı olan ve başı açık kadınları içeri almayan dört otel saydığını yazıyor.

Yok devenin nalı!

İzmir’de de bu oluyorsa artık, ölmelere yatmalı...

CHP İzmir Milletvekili Ali Rıza Bodur, bu konuyu, bir soru önergesiyle İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ya taşıdı. "Aksu’nun durumdan haberi olup olmadığını, Karaburun Jandarma Komutanlığı’nın yürüttüğü incelemenin hangi aşamada olduğunu, ’Bikini giyen pislikleri istemiyoruz, gideceksiniz buralardan’ diyen kişinin kimliğinin saptanıp saptanmadığını, vs." soruyor ve "Başbakan’ın ’gavur İzmir’ diye nitelediği İzmir’de böylesi saldırıların bir hedefin gerçekleştirilmesine dönük bir stratejinin başlangıcı olup olmadığına dair elinizde herhangi bir istihbarati belge ya da bilgi bulunmakta mıdır?" diye bağlıyor.

Aksu da emin olun, bu soruyu "Evet ya, bizim Başbakan provokatör çıktı" diye yanıtlayacaktı!

CHP İzmir Milletvekili Ahmet Ersin de benzeri bir soru önergesini Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’a yöneltti: "İzmir’in dünyaca tanınan tatil beldelerini haremlik-selamlık uygulamalı yeşil sermayenin turizm bölgesi háline mi getireceksiniz? İzmir’in tatil beldeleri, haşemalı tesettürlü kişilerin ve grupların kurtarılmış bölgesi mi olacak?"

Yok devenin nalı!

KALEŞNİKOFLA DOMUZ AVI...

Hayır abicim, olmayacak!

Tüm bunların yanında, AKP’li Erzincan Uluköy Beldesi Belediye Başkanı Salih Kara, tarlalardaki mahsule zarar veren domuzlar için düzenlenen sürek avında karşılaştıkları, türü koruma altında olan ayıyı Kalaşnikof’tan sıktığı 10 kurşunla vuruyor ve ayının yere serilen cansız bedeninin başında en kahraman avcı pozları veriyor.

Kalaşnikof’la domuz avına çıkan adama da ne denir sen hesap et artık. Bu adam da Belediye Başkanı.

Yok devenin nalı!

Bay Kara, itlaf marifet ya, "Sana belediye baksın!" lafını fazla ciddiye almış, vazifeyi bundan ibaret falan sanmış olmalı.

Din üzerinden siyaset yapan bir hükümet iktidarda olunca, kimi bağnaz-yobaz öküzler herhálde memleketi arka bahçeleri sanabiliyor; babalanmanın sonu yok, hırtlık kol geziyor.

Aile Danışmanlık Bürosu’nun yöntemlerinden ilham alıp bu zihniyet hortladığı yere dönsün diye para toplayıp birkaç deve filan mı kurban etmeli? Nalını da Hükümet Konağı’nın kapısına çakmalı bir daha nazar değmesin diye...

Tabii canım, haklısınız; yok deve..

Teknede yakalayamadık sahnede düşünce üşüştük

Şimdiye kadar Sezen Aksu’nun kaç konserini izlemişimdir bilmiyorum. Ama 50’yi aşkındır ve şahsen Sezen Aksu’nun Kuruçeşme Arena’da Hepsi grubuyla birlikte verdiği konser gibi bir şey izlediğimi hatırlamıyorum.

Hatırlamayayım da zaten. Şimdiden gömdüm yani bilinçaltının dehlizlerine, çıkmasın oradan...

Hepsi’nin hayranı olan beş-12 yaş grubu çocukların ortalıkta koşuşturmasını mı istersiniz. Konser açıkhavada ve devasa bir alanda verildiği için kendini çekirdek çitlemelik bir panayır alanında zanneden ve bağıra çağıra sohbet eden "dinlemeyici"ler kalabalığı mı istersiniz...

Gırla...

Kardeşim madem kıçını sahneye dönüp bangır bas geyik çevireceksin, git evinin balkonunda takıl, Sezen’i de müzik setinden falan dinle.

Yok...

Fakat hepsinden beteri, konser sırasında platforma takılıp "30 senede ikinci kez" sahnede yere düşen Sezen’in başına piranha sürüsü gibi üşüşen medya ordusunu izlemekti.

Sevgili kameraman arkadaşlar, size oha diyebilir miyim?

Allah muhafaza, kadın orada kalp krizi falan geçirse "Oh canlı yayında şöhret ölümü yakaladık" diye daha da çullanacaksınız. Bir şey olacağı yoksa, ki çok şükür yoktu, olduracak, boğacaksınız.

Öyle bir panik duygusu ki, insanın Sezen Aksu’yu kameramanlardan kurtarmak için sahneye fırlayası, yetmiyormuş gibi beter kalabalık yaratası gelir.

Sezen Aksu’yu teknede yakalayamadık ama sahnede düşünce eteği açıldı. Sezen Aksu’nun kalçası! Azzz sonra.

El insaf be; buna düpedüz taciz denir.

İstanbullular, yoldaşlar, aramızda para toplayalım Topbaş’a verelim

İnsan inanamıyor ama 17 Ağustos depreminin üzerinden yedi yıl geçmiş bile. Ulusal Deprem Konseyi Başkanı Haluk Eyidoğan’a göre, "Devletin 9. Kalkınma Planı’nda deprem sözcüğünün D’si geçmiyor."

Bununla birlikte, İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul’un önemli bir kısmının deprem riskine karşı yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor: "Binaların yıkılıp yeniden yapılması kısa ve orta vadede bir çözüm önerisi olarak dile getirilmiştir. Yani kentsel dönüşüm dediğimiz olay, bir anlamda birçok binanın yıkılıp yeniden yapılmasını öngörmektedir. Yüksek riskli binaların güçlendirilmesi yerine bunların büyük ölçekli olarak yeniden bir yapılaşmaya tabi tutulmasıdır. Kentsel dönüşüm dediğimiz olay budur."

Vali farkında değilse, haberi burdan alsın. Kentsel dönüşüm denilen olay o olabilir ama İstanbul bambaşka şekillerde dönüşüyor.

Kadir Topbaş, her Allah’ın günü İstanbul’u silbaştan yıkıp dikiyor, maşallah halı gibi silkeliyor. Üstelik de parrra parrra parrra diye diye, doymalar bilmiyor.

Geçtiğimiz günlerde, kendisini makamında ziyaret eden Voleybol Federasyonu Başkanı Erol Ünal Karabıyık ile görüşmesinin ardından basın mensuplarının sorularını yanıtladı mesela.

İETT arazisi için herkese "Gelin bakalım" diyeceklermiş. Paraya çok ihtiyaçları varmış. Öyle diyor:

"’Bize çok para lázım’ diyoruz. ’Bahsettiğiniz paraları getirin’ diyeceğiz. Satışın nasıl olacağı konusunda yöntemi ben en sonunda açıklayacağım. Herkesin bilgisi dahilinde olacak. (Topbaş, herhálde bu mánáda kendi sürecinde bir ilke imza atacak.) Kapalı kapılar ardında olmayacak, herkes bunu görecek. Teklif edenler tekliflerini getirsinler. Bu da kupon bir yer. Paraya çok ihtiyacımız var. Bir an önce bu araziyi değerlendirmek istiyoruz. En iyi şekilde ve en çok parayı kazanmak isterim. Beni keyiflendirecek bir rakam olması lázım. Yatırım yapacağım, çok paraya ihtiyacım var."

Bunun üzerine basın mensupları "Arap sermayesi dışına da açık mısınız?" diye soruyor; Topbaş; "Parası olan herkese açığız, iyi para lázım" diye yanıtlıyor.

Arkadaşlar, İstanbullular, yoldaşlar! Diyorum ki bir kampanya başlatalım, aramızda para toplayalım, Topbaş’a verelim. Karşılığında da; "Bak kardeşim, para! Hemi de yeşil yeşil, yeşil sermaye yeşili deste deste dolar. Seni bile keyiflendirecek kadar. Sen al bunları, Allah rızası için artık tatlıcının başına dön" diyelim.

Ama kendimizi yırtsak, İstanbul kadar iyi sermaye olamayız, o da ayrı tabii...
Yazının Devamını Oku

Doktorunuz bu duruma ne diyor?

19 Ağustos 2006
Geçtiğimiz haftadan beri e-posta adresime iki video klip yağıyor... Biri, manşetlerden inmeyen Türkiye’nin en ünlü anchorman’lerinden birine ait o malum cinsel birleşme görüntüleri... İkincisi de Ajdar’ın (Anık) Çikita Muz adlı "eser"inin klibi...

Şimdi, bir gazetecinin bunu itiraf etmesi belki ayıptır ama klip televizyonda yayınlanıyor mu, yayınlanmıyor da sadece sanal álemde mi dolanıyor, bilmiyorum. Araştırmadım. Kimseye de sormadım.

Sadece şunu söyleyebilirim, televizyonda yayınlanıyorsa bile ben henüz rastlamadım. Ömrü billah bir kez daha rastlamamak adına da duacıyım.

Hayatımıza ilk kez, ilk popstar yarışmasının ön elemelerinde elenmesi üzerine koyduğu posta ile giren Ajdar’ın klibi, söz konusu kliplerin ilkinden daha müstehcen fakat; bakın onu biliyorum.

SİPARİŞLİ YAZI

Klibi yollayan arkadaşların hemen hepsi, bu haftanın Kliptoman’ı için siparişte bulundu. Başlardaki hissiyatım, "Çok kolay lokma, o kadar kolay lokma ki fazla kolay lokma; bununla dalga geçmek adamın boyunu uzatmaz, bilákis kısaltır" şeklindeydi.

E-posta trafiği, e-postaların üzerine açılan telefonlarla çevrilen geyik, gırla gitti.

Bir izledim güldüm, iki izledim acıdım, neden sonra bünyeyi yoklayayım ki ne göreyim: İzledikçe enikonu sinirlenmeye, basbayağı öfke duymaya başladım.

Nasıl ki artık Ahu Tuğba’nın Meriç Bey’ine soy sop saydırmadan bakamıyorsam (Ki ona en baştan beri gülmüyorum. Mevzua kafadan, acıma fazından girdim, o diyarlarda çok duramadan da çıktım; şimdilerde es kaza denk gelirsem, saniyesinde zaplayıp, o saniyenin 45 salisesinde de galiz bir üslupla söylenmeye başladım.)

Hatırlayacaksınız, popstar yarışmasının jürileri kendisini ağır aşağıladığında, Ajdar, o kıymeti kendinden menkul, hani neredeyse patolojik özgüveniyle nasıl horozlanmıştı. Sonrasında "acayip bir tür" olarak davet edildiği televizyon programlarında millet suratına suratına güldüğünde ne demişti: "Ben zaten popstarım. Doğuştan popstarım. Aptal değilim ben; makine mühendisiyim."

Ah be güzelim...

FARKA DİKKAT!

Zaman içinde Ajdar, resmen şaklaban olarak çıkarıldığı reyting rekortmeni programların sunucularının makara amaçlı dolduruşlarıyla iyiden iyiye gaza geldi.

Meselá, Ramazan Bayramı’nda götürdüğü nane şekerlerinden aldığı ilhamla bestelediği, ambulans sirenini andıran nakarattan ibaret Nane Şekeri adlı şarkısını ilk kez Beyaz Show’da, fazla süratli giden orkestraya "Böyle olmuyor ama"layarak filan söyledi: "Nane nane nane şekeri / Bu ne bahane / Şahaneyim şahane / Bundan sanane..."

Şarkının huzura gelmesinden önce programda dönen muhabbet şu minvaldeydi:

Beyaz: Peki bundan sonra ne yapacaksın? Türkiye’de seni neler bekliyor? Daha doğrusu, Türkiye’yi neler bekliyor?

Ajdar: Asıl önemli olan burada ben bir kişi olduğum için beni neler bekliyor; ben artık bunun düşüncesindeyim. Çünkü sokaktaki her vatandaş beni tanıyor; imza almaya bile başladılar.

Beyaz: Eyvaah; Ajdar’a bak ya...

Ajdar: Ama bir gerçeği söylemek istiyorum. Bugüne kadar Türkiye’de kaset çıkaran, iki-üç tane kaset yapan kişi tanınmıyor; benim hiçbir eserim yok ama herkes tarafından tanınıyorum. Bu farka dikkat çekmek isterim.

Marifet sanki... Biz zaten farkı fark ediyorduk ya, bunlar Ajdar Bey’i kesmedi.

Her Allah’ın günü, Taksim’deki halka açık kameranın önünde bitip tükenmeyen bir azimle hokkabazlık yapıp beton deldi. Sonunda o kameradaki görüntüleri malzeme eden Sıra Sende adlı programın sunucusu Murat Başoğlu pes edip kendisini stüdyoya davet etti ve pasta kesti.

Hadi milletin 15 dakikasına bile yetki vermediği şöhretini sündür sündür yarım saate çıkarmışsın. Artık bir sus bari... Yok...

TAŞ YERİNDE AĞIRDIR

Ajdar, yeni hitini piyasaya sürmekte gecikmedi: Alırım Senden Tüm Yetkimi...

Meselesi vardı aptal olmayıp makine mühendisi olan abimizin. Eksik olmasın, Aktüel dergisi aracılığıyla bizlerle paylaştı. Şarkı, kırık bir aşk hikáyesi üzerineydi:

"Birbirimizi çok sevmiştik ama insanlar aramızdaki aşkı kıskandı. O da bendeki üstün yetenekleri görünce kıskanmaya başladı. Kendisine daha fazla önem vermem gerektiğini düşündü. Halbuki ondaki o zevkin, o aşkın tek iksiri bendim. Ben onun yanında olduğum için olduğu yere erişebildi. Bu ilahi aşkı çekersem, havada kalan taş gibi doğrudan yere düşecektir. Tahmin ettiğim şey oldu. Şu anda yerde. Onunla asla konuşmayacağım. O da halk gibi beni televizyonlarda izleyebilecek. Ondan tüm yetkimi aldım."

Düşünün ki bu geyik ta Aralık 2003’te dönüyor.

Sene 2006, Ağustos’un ortası ve elektronik posta adresime her gün bilmem kaç Ajdar klibi düşüyor.

Ajdar, bu kez sonunda Ümit Güneş isimli bir yönetmenin imzasının belirdiği deli saçması bir şarkı ve kliple algının kapılarını zorluyor.

Şarkımızın adı Çikita Muz...

İŞTE MÜTHİŞ KLİP

Ajdar, elinde muzlarla, turp demetleriyle, iki mankenin arasında, bir teknenin üzerinde, dünyanın en acayip figürlerini attırıyor. Soyduğu muzun bir ucu mankenin ağzında olduğu hálde, diğer ucunu dişliyor. Ve o uğraşsanız beceremeyeceğiniz detone tonda, gaz çıkarıp ipe dizmişçesine bir ahenk içeren sözleri terennüm ediyor:

"Şurup gibiyim şurup/ Turp gibiyim turp/ Ben ateş sen barut/ Öptüm seni şap şup/ Şaaap şup/ Ha şaaap ha şuuup/ Şaka değil, işte şurup/ Krizlere girme beni unutup/ Grup olalım grup/ Ben hudut sen haydut/ Gizli gizli gelme/ Her derde deva/ Şifaaasın şifa/ Çok çektim cefa/ Vitamini havuz/ Ben külle sen tuz/ Aaaah muz gibiyim muz/ Oooh muz gibiyim muz/ Çikita muuuz/ Çikta çikta çikçikçikçik çikita/ Çikita muuuz"

Ajdar Bey; benim midem artık bir toplumun bir takım mitomanların karşısına geçip onlara "Büyük aşk kahramanları, müthiş popstar, dünyanın en güzel kadını" gazları verip, izlediği şaklabanlıklardan kendine iğdiş keyfi çıkarmasını ve esasında kendini gerzek yerine koymasını pek kaldırmıyor.

Hani tabii ki siz bilirsiniz de, gayet iyi bildiğinizden de eminim de, bir yandan siz de hayatla dalganızı geçiyor olabilirsiniz de... Hani yine de tekrar etmeden duramayacağım; millet sizle dalga geçiyor.

Adım gibi eminim ki, o çok aşık olup da -varsa tabii öyle biri- TV’den nispet yaptığınızı sandığınız kişi de bu insanlara dahildir.

Allah aşkına 2009’da da görüşüyor olmayalım. Naçizane önerimdir. Susmak da bir fikirdir.
Yazının Devamını Oku

No business like show business (2)

18 Ağustos 2006
Dün lafı yine kuyruğumuzdan dolandırdığımız için "Broadway’den İstanbul’a Müzikaller" konserine ancak bugün gelebildik. Her şeyden önce, gecenin en dikkat çekici performanslarından birini sergilediği hálde afişteki bir son dakika değişikliğinden de dolayı dünkü yazıda ismini yazmayı atladığımız Barış Berker’e ve yine afişte öyle yer aldığı için Şeker Gazi olarak andığımız Gazi Şeker’e karşı mahçubiyetimizi ifade ederek girelim.

Singing in The Rain’den Lüküs Hayat’a, Cats’den, Hisseli Harikalar Kumpanyası’na, Hair’den All That Jazz’e, West Side Story’den Wizard af Oz’a ve daha birçoklarına; belleklere nakşolmuş, klásik mertebesine ulaşmış müzikallerin hitlerinden örnekler sergileyerek şakıyan ekibin, çok genç ve tanınmamış olmakla birlikte hakikaten en dikkat çekici, en etkileyici elemanlarından biri Barış Berker’di.

Önümüzdeki yıllarda adını bolca duyacağımızdan eminiz, en azından şiddetle ümit ederiz.

Konserin melodik sunucu rolünü üstlenmiş olan Mert Turak ile ifadesi ve kendini taşıyışıyla bana nedense fena hálde Judy Garland’ı hatırlatan Selen Uçer, önümüzdeki yıllarda takipçisi olacağımız diğer isimler...

Çok iyiler, çok çok iyiler...

Onların yanında ekibin geri kalanının performansına methiye düzmek, malumu ilam babında ayıp olur.

Son iki yıldır bebek yüzü suyu hürmetine ergen kızların kendini parçaladığı Keremcem’in sadece "efendi" bir yıldız adayı değil, taş gibi şarkıcı olduğu malum...

Şarkı söylerken, içinden gelen bir doğallıkla "oynayan" Mirkelam’ın niçin müzikaller için özellikle tercih edilen isim olduğu malum...

Şevval ve Şehnaz Sam’ın, "genetik" sebeplerden, doğuştan ve doğal sanatçılar olduğu malum...

Seden Gürel’in, bu ülkenin en iyi kadın vokallerinden biri olduğu malum... (Dinleyici olarak Eurovision’daki ilk büyük başarımız (!) 9.’luğu aldığımız Halley’i söyleyen Klips ve Onlar ekibindeyken tanımıştım ilk kez Gürel’i... Onu sahnede ilk kez izlememse İzmir’de, daha sonra Aşkın Nur Yengi’nin albümünde seslendirdiği Hesap Ver’i söyleyişine denk gelir. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. Gerisi, ne hikmetse beklediğimiz istikrarla gelmedi. En azından benim gibi iyi ve yetkin seslere aç bir kulağa yetmedi. "Memleket hayrına daha az Gülşen, daha çok Seden, çok çok Seden!" diye slogan atmak ister deli gönül!)

Bir de bu gençlerden, gecenin onur konukları olarak rol çalan diğer üç genç vardı tabii: Türkiye’nin Tony Bennett’i Ömür Göksel, New York New York’u; Muazzez Abacı, önünde uzanan Mert Turak’ın tuttuğu káğıttan sözlerini okuyarak, buna rağmen sözleri arada bir şaşırarak Hello Dolly’yi söyledi ki bu sürçmeler bile müzikalin bir uzantısıymış gibi neşeli bir seyirlikti...

Ve... Perde inmeden az evvel Suna Pekuysal sahnedeydi... Ki Suna Pekuysal için bir ömürlük saygı ve şükran sunmaktan ve ömrüne bin bereket dilemekten öte ne denir bilinmez.

"Turkcell Süper Lig hiiiç bitmesin" dercesine: Müzikallerde perde hiiiç inmesin...
Yazının Devamını Oku

No business like show business

17 Ağustos 2006
Çocukluktan kalma bir durumdur bende ki ona defo mu demeli, düşünmeden de edemiyorum: Ne zaman hayat freni boşalmış kamyon gibi üzerime üzerime gelse, ne zaman bıktırıcı temposu nefes alamayacak derecede üzerime çullansa; çok içimden bir yerde gözlerimi kapatır ve zihnimin köşesinde big-band’in çın çın çınlamasını beklerim.

Sanki birazdan Judy Garland-Fred Astaire-Ginger Rogers-Gene Kelly-Bing Crosby-Shirley MacLaine-Frank Sinatra-Dean Martin kol kola girmiş köşeden çıkıp step dansı yapa yapa gelecekler ve cümleten gökkuşağının altından şarkılar söyleyerek geçeceğiz:

Happy End...

80’lerin ortalarında doğmuş kardeşlerimize "Vakt-i zamanında mamutlar vardı" muhabbeti gibi geliyor ama benim yaşıtlarım 18 yaşına kadar sadece TRT’ye mahkumdu. (Hoş, ana-babalarımız televizyondan evvelki radyo günlerinden bahsedince bize de öyle geliyordu; ayrı...)

’90 yılında ilk özel televizyon açılmadan önce TRT kanal sayısını dörde çıkarmıştı ama bunların da bir kısmında bütün gün yurttan sesler korosu, bir kısmında mütemadiyen esneten, resmi gazete tadında bir söylem olduğunu düşününce, onlar da olsa da olurdu olmasa da olurdu hani...

Ekseri kovboy filmlerinin ve büyük müzikal prodüksiyonların altın çağı olan 40-50’li senelerden kalma müzikal klásiklerinin yayınlandığı pazar sabahı filmleriyle resmen büyülenirdim.

Geçen yıllar içinde kovboy filmlerinin beyaz şapkalı iyi kovboylarına gıcık olup, o filmlerde genelde kötü adam rolüne yazılan Kızılderililerin tarafını tutar oldum. Kovboy filmlerinden iyiden iyiye soğudum. (Spagetti western’lerinin yakışıklı çocuğu olarak işe başlayıp, yıllandıkça ve demlendikçe son derece kalifiye bir aktör ve yönetmene dönüşen Clint Eastwood’un Unforgiven’ı gibi istisnalar kaideyi bozmaz tabii.)

Hollywood’un insanın suratına salak bir tebessüm yerleştiren sabun köpüğü müzikallerinden bir türlü geçemedim fakat.

Yani, son yıllarda müzikal adı altında sergilenen birçok yeni prodüksiyonda üstümü başımı yırtma kıvamına gelmişimdir ama klásikler dediniz mi, üç-beş tane valium yutmuş gibi mutlanıyorum. Eförinin şahikasına ulaşıyorum. Elimde değil...

Pazartesi günü de freni patlamış kamyon modeli, berbat bir gündü.

Pazartesi akşamı, müzikal klásiklerinden derlenmiş bir konser izledim; hayatım değilse de hálet-i ruhiyem değişti.

Harbiye Açıkhava’da "Senfoni Orkestrası Eşliğinde Broadway’den İstanbul’a Müzikaller" adı altında bir "müzikal konser" sergilendi.

Haldun Dormen’in yönetmenliğinde, Orhan Şallıel’in orkestra şefliğinde, koreografi dans@company tarafından düzenlenmiş hálde sergilenen, var ya, ilaç gibi geldi.

Seden Gürel, Keremcem, Şevval Sam, Mirkelam, Şehnaz Sam, S. Mert Turak, Selen Uçer ve Şeker Gazi’nin gelmiş geçmiş, yerli yabancı klásikleri söyledikleri güzelliği yarın bilahare açarız.

Zira bir kereye mahsus bir gösterim olarak planlanan Broadway’den İstanbul’a Müzikaller; sadece bana değil, sanırım Cemil Topuzlu’yu hıncahınç dolduran ve konserin sonunda dakikalarca ayakta alkışlayan seyirciye de sorarsanız, öyle "söyledik-bitti" tadında kalmayacak, talep üzerine birkaç kez daha sergilenecektir.

Yani, sergilense ne güzel olur diyeyim en azından. O gün can sıkkınsa, bir kez daha gider, oksijen çadırına girer gibi Harbiye Açıkhava’ya girer, huşu içinde izlerim.

Suratımda o eförik tebessüm ve "the happy end..."
Yazının Devamını Oku

Rezil müfredat

13 Ağustos 2006
Sevgili günlük; Geçen gün, bir kısım medya, tesadüfen Nişantaşı’nda bir kafede, büyük bir masanın etrafında toplaştık. Tesadüfen derken, o kadar da büyük tesadüf değil esasında.

Bir süredir, muayene vesilesiyle düzenli yolum düştüğünden müşahade ediyorum ve biliyorum ki bu bir kısım medyanın daha minör bi’ kısmısı, zaten o kafeye, mahalle kahvehanesini ofis olarak kullanan Muhsin Bey tadında takılıyorlar.

Bendeniz, zaten gittiğimi bile anlamadan Çeşme’den dönmüşüm; canım beter sıkkın. Dışarıda, insanın neden solungaçlara sahip bir canlı türü olmadığı konusunda hayıflanmasına neden olan, sıcak mı sıcak, daha beteri de rutubetli mi rutubetli ve basınçlı mı basınçlı bir hava var. Ve o kafeye gelmeden önce, İstanbul trafiğinin can sıkıcı /images/100/0x0/55ea3db4f018fbb8f8736e52güzergáhlarından biri olan Maslak-Beşiktaş hattını katetmişim.

İstanbul trafiğinin konuları tükenmez ya, o günün yol kesme vesilesi o diye, yol boyunca da Suudi Kralı Abdullah’ın soyuna sopuna (20 küsur karılı bir adam olduğu için, çoluktu çombalaktı, torundu torbaydı, kendinden evvelki atalarıydı matalarıydı, kalabalık bir kadro takdir edersin. Kalabalıktan hazzediyor eleman zahir. Bizim memlekete gelirken kendisine eşlik eden şürekası bile 400 kişi babanın. "Majesteleri"ni anarken, onları da hariç tutmadık elbet.) saygılarımı arz etmişim.

Cinnetin eşiğinde, talimat bekliyorum. Birisi "Çıldır afacan!" komutu versin, kafa koparayım; kıvam o kıvam...

Masanın etrafındaki bir kısım medyanın Mansur’u (Forutan) ne dese beğenirsin? "Suudi Kralı çok ’cool’ herif"miş iyi mi!

"Espressonun yanında kafa ısmarlayıp onu yedin herhálde?" şeklinde dile geldik háliyle.

Niye o kadar ciddiye alıyormuşuz? Hadiseyi karikatür boyutundan ele almak lázımmış. Düşünsene, adamın imar izni olmayan dağı varmış. Daha ne olsunmuş?..

Artıııı: "Gün, ben uyanınca başlar!" lafına büyük tav olmuş. Bu ne şahane mottoymuş.

Akabinde Suudi Kral’ın karizmayı masaya meze ettik:

"Dağ mağ safra... İsterse uydusu olsun; terlik giyen heriften hayır mı gelir... Otururken parmaklarının arasını filan da karıştırıyordur o."

"Adam paranın kulağına su kaçırmış. Kumu tırnağıyla iki parmak kazısa petrol fışkırıyor. Eee, bunun neresi enteresan? Uçak katarı kaldıracağına ekonomide uçup gelseydi, bak işte o belki enteresan ve cool olurdu."

"Sen onun Tayyip Erdoğan’la nikáh masasına yürüyen gelin gibi elele süzüldüğü fotoğrafları görmedin galiba? Karikatürse, al ordan yak. Gülünç? Evet. Cool? Zooor..."

MORALES’İ KAPTIM

Sonra kim cool’dur, kim değildir, dünya liderlerini masanın etrafında kırışmaya başladık. Ahmedinecad’ı cool bulan bile çıktı; öyle söyleyeyim. Bunca "marjinalite"ye rağmen, Erdoğan’a ya da Bush’a filan ekmek çıkmadı. Doğal olarak...

Ben Morales’i kaptım; Chavez’i de stepne hesabına bagaja attım. Mansur, "Onu biz de biliriz" diye Morales’ime sulanmaya kalktı. Yemedim. Önce ben kaptım diyerek, yedirmedim.

Ülkesinde kadınların araba kullanmasına izin vermeyiveren, ülkesini şeriat kanunlarına göre, ama elbette kendine Müslüman bir şekilde yöneten, faşo-maço Suudi Kralı’yla ilgili de tabii, konuyu kendi çapımda; feminist bir tonda bağladım: "Reenkarnasyon denen şey varsa, bir sonraki hayatında kadın olursun inşallah Mansur’cuğum, o zaman bir daha konuşuruz."

Kalkmam gerekiyordu; cebimde Morales ve Chavez, geyiğin tadına rağmen canım hálá fena sıkkın, ekiple vedalaştım.

Bir yandan da Maslak’a nasıl döneceğimi düşünüyorum. Metroya binmeye kalksan, malum, bu aralar pek tekin değil. Volga Dış Ticaret’in sondaj makinesiyle delesi tuttu. Mecidiyeköy’ün ortasında, elemanlar, harala gürele, Allah ne verdiyse, 25-30 metre, kimseye de sormadan etmeden, delivermişler. Bir de üzerine; "Nerden bilelim canım ordan metronun geçtiğini?" filan diyorlar.

Çok şenlikli bir ülkede yaşıyoruz filan da, ben artık yalama olmaktan korkmaya başladım canımcım günlükçüm; şaşırdığımı idrakten aciz düşmüşüm. Gayet olağan bir cümleymiş gibi, "Metroyla gitmeyeyim di mi, uçakla muçakla çarpışır belki" gibi cümleler kuruyorum.

Yurdum otobanında otomobil ile uçak çarpışmışlığı var. Metronun tepesine otomobil düşmesi yakın... Metro rayında karşına uçak niye çıkmasın? O da olur bir gün. Ve benim bu aralarki bahtım göz önünde bulundurulduğunda, Allah bilir o gün de bugün oluverir; bana denk gelir...

Kaşlarım burnuma düşmüş, gözlerim papilerimin ucunda, adımlarımı saya saya ve kafada böyle cümleler kura kura, el mahkûm, yine karayollarına yöneldim. Teşvikiye Camii’nin önünden, taksiye binecekken avluya takıldı gözüm. Çakıldım kaldım.

Son yıllarda, özellikle de yaz aylarında, Teşvikiye Camii’ne küsüm.

Turkcell’in Kardelenler projesi çerçevesinde karne törenine gittiğimiz Mardin’den dönüşümüz geldi gözümün önüne. Akşamın bir vakti, uçaktan inmişiz, evlere dağılıyoruz, servis minibüsüne doluşmuşuz; Duygu bizi ortamızdan yarıyor.

Durduğum ve kalakaldığım yerde ışınlandım o ána. Tepemdeki kavuran güneş sanki batmış, oradayız, o arabadayız; işte Hülya’nın (Ekşigil) suratı, kahkaha atmaktan resmen morarmış.

DUYGU’NUN KIKIR DOĞALLIĞI

Bir yandan Duygu’nun dalgınlık, unutkanlık, isim/surat hatırlayamama hikáyelerine gülmekten sancıyan karnımı tutuyorum, bir yandan, ne kadar sürprizli bir kadın olduğunu düşünüyorum. Kadının Adı Yok’u ortaokulda okumuşum. Kız kolejiyiz; Kadınca’nın amansız takipçisiyiz. Büyüyünce Duygu Asena olma hayallerindeyiz. Seneler senesi Duygu Asena’yı muhtelif şekillerde kafamda kurmuş, kurmuş, kurmuşum. O tapınaktan kaldırmış, bu tapınağa oturtmuşum.

Yıllar önce ilk tanıştığımızda hayretlere gark olmuşum. Karşında bir natura duruyor ki en benim diyeninden; tanımadığın, tanımadığını bildiğin, daha önce tanışan mutlaka hatırlayacağın türden. İçinden ışıklı... Kıkır kıkır bir doğallık. Ve olanca seni de teklifsizliğe davet eden- teklifsizliğiyle olabildiğine saygı uyandıran bir zerafet.

Hani şu benim babasına sizli bizli hitap eden kanka; "Babacığım manyak mısınız?"lı cümleler kurar ya... Duygu ona benzer, ona tezat bir duygu uyandırırdı bende.

Senli benli konuşurduk; tabii ki ona manyak mısın diye sorasım olmazdı; zira değildi, fakat muhteşem bir çıtırdaktı; "İlahi sen var ya sen" tonundan laflarken, en içimden ona "Siz" diye seslenirdim.

Attila İlhan senaryolarının repliklerine yakışır kadındı: Gözlerinizin içinde karamel rengi meydan lambaları mı yanar hep sizin Duygu?

Yolun ortasındaymışım, devasa sarı bir lekenin kornasıyla uyandım. Taksiye bindim.

Hayat, günlükçüm; papatya falına bakar gibi ya da şöyle söyleyeyim, hissiyatım bir papatya falına bakmaktan ibaret: İyiyim, değilim, iyiyim, değilim, iyiyim, değilim...

İşe geldim. Dünya yanıyor dönüyor. Her gün bilmem kaç sivil, bok yoluna ölüyor. Ortadoğu’da günde onlarca çocuk ölürken, hödüklerden bir hödük Majeste’nin otelindeki klozetin yeri, Kıble’ye baksın diye değiştiriliyor; ayağı kaymasın diye banyosuna halı döşeniyor.

Hayat, çok acımasız bir hoca; başkalarının kayıplarına bakıp şükretmeyi öğretiyor. Berbat bir müfredat derim.

Bi’ kavrayamadık gitti şu dünya düzenini. Düzen ne, düzen kim? Aklım, hafsalam, ahir zaman gidişatını almıyor.

Şükredeyim derken kendini, kendine küfrederken buluyorsun. Üstelik artık küfretmek de kesmiyor.
Yazının Devamını Oku

Dip boyası gelmiş kusursuz kadın

12 Ağustos 2006
Ayıptır söylemesi, geçtiğimiz hafta Çeşme’ye uzandım. Rüya gibiydi. Rüya gibi derken, Çeşme’den bahsetmiyorum. Yani, Çeşme elbette muhteşem de; bizim orası Türkbükü’ne döndüğünden beri şahsen yazın bu dönemlerinde gitmeyi tercih etmiyorum. Bu sefer de Eylül’de kaçarım diye düşünürken, işten kaynaklanan sebeplerden dolayı, "bu aralar gittim gittim, yoksa gidemeyeceğim" durumu çıktı ortaya.

Marazdan hayır doğar mı? Doğarmış...

Esasında geçtiğimiz ay iznini kullanması gerekip de paçasını sıyırıp işten kurtulamayan ve Ağustos’u bulan, benim gibi, Eylül’ü hesap ederken programını öne çekmek zorunda kalan filan... Derken... Bizim lisedeki yumruk beşli, seneler sonra, aynı tarihte, Çeşme’de bir arada bulduk kendimizi. Bunun yanında yine lise tayfasından özlenen dostlarla da buluştuk. Plansız programsız bir "reunion" gibiydi.

Hepi topu bir gece çıkıp Babylon’daki Mattafix’e gittik. Haricinde hep ev-mangal muhabbetinde ve beach club filan olmayan, -neresi olduğu bize kalsın- her zamanki denize girdiğimiz yerdeydik. Sabahtan orada menemenin başına çöküp, çay-kahve, midye-mısır derken, akşamüstü biraya kırıp, akşam balıkla devam etmecesine...

BU ALBÜMDE NORMALE DÖNMÜŞ

Anlayacağınız, "küçük Demet Akalın’lar"la fazla teşriki mesaimiz olmadı.

Demet Akalın’ın 15 Temmuz tarihli Hürriyet Pazar’da Sibel’e (Arna) verdiği röportajda uyarılmıştık zira; pek ortalığa çıkmamakta fayda olduğuna dair.

Ne diyordu Sibel’e Akalın?: "Geçen haftasonu Çeşme’de konser verdim. Her tarafta küçük Demet Akalın’lar vardı. Saçımın dibindeki siyahlıktan tut, mayolarıma kadar aynıydı." Bu arada, Sibel’in "Neden dipler siyah, neden ısrarla uçlara doğru sararıyor?" sorusunu da; "Bir önceki albümde bir değişiklik, bir imaj yapmak istedim. ’Oha ya, kadın ne yapmış’ dedirtmek için siyahtan sarıya döndüm. Ve dedirttim. Gayet güzel oldu. Bu albümde normale dönmek istedim. Hayranlarım çok karşı çıktı. Artık hiçbir kararımı kendim veremediğim için saçımı değiştiremedim. Bari saçım çok zarar görmesin, dipleri doğal renginde kalsın dedim, o da bir moda akımı oldu. İnternet sitemi günde 20 bin kere tıklıyorlar. Hepsi Demet Akalın gibi olmak istiyor. Yırtmak için çabalıyor. DAF’lar (Demet Akalın Fan) anormal sahipleniyor beni" diye yanıtlıyordu; onu da not düşelim.

Gittiklerinde, koyu kestane, gece mavisi siyahı filan gibi tarifler sıralanır ya hani, DAF’lar da "yırtık sarısı"na boyamasını söylüyorlar herhálde kuaförlerine...

Annem pek hayıflanmıştı, bu "moda akımı" ilk peydahlandığında. "Ah ah, bizim zamanımızda bu ’boyası gelmiş kadın modası’ niye yoktu?" hesabına... Seneler senesi dipler bir milim uzamayagörsün, babam tarafından anında uyarılıp kuaföre yollandığını düşününce, hak da vermek lázım...

BUNDAN İYİSİ CAN SAĞLIĞI

Demet Akalın, enteresan bir kadın. İki lafın birini ne kadar dobra bir insan olduğuna getiriyor. Ki yine düşününce, insan ona da hak vermeden edemiyor. Nasıl ki boyası gelmiş kadın tipinden bir moda akımı yaratmayı becerdiyse, kimilerince patavatsızlık olarak addedilebilecek laf ve gaflarını da sevimli bir dobralık olarak lanse ediyor, edebiliyor.

Allah artırsın; bildiğiniz üzre, bu aralar keyfi pek yerinde Akalın’ın. Uğradığı ihanet üzerine "yıkılmadım ayaktayım" şarkıları söyleyerek kendine şarkıcılık kariyeri yaptı. "Kusursuz 19" şeklinde, gayet mütevazı bir ismi láyık gördüğü 19 şarkılık albümünün satışları tıkırında. Konserler deseniz, ilgi görüyor. Eh, taze gelin de aynı zamanda... Hedefi yırtmak olan biri, başka ne ister?

Gelin görün ki, kimi becerebiliyor, kimi beceremiyor şu yırtma hadisesini.

Meselá özellikle Çeşme’deyken, biz de ondan yırtmak için didindik durduk; beceremedik... Yani "küçük Demet Akalın’lar" görmemeyi becermiş olabiliriz ama herhangi bir sahilde, bizimki de dahil olmak üzere, Demet Akalın’dan kaçmamın mümkünü yok.

Tam, dalga foşurtuları haricinde káinatın bütün seslerini "mute"a aldığınızı zannettiğiniz noktada, bir anda kabinlerden Akalın’ın kimi harflerde telaffuzu hafif peltek terennümü yükseliyor: Kalbini mi kırdım, af edersin..."

Bir noktadan sonra; "Manita affeder mi bilemeyeceğim ama ben karanlık bir köşede kıstırırsam affetmeyeceğim; kalbi bir yana kafasını kıracağım" diye söylenenlerimiz oldu. (Vallahi ben söylemedim. Ben terbiyeli bir insanım. Ayrıca pasifistim. (!))

Çeşme’den döndüğümden beri, kendimi işitsel detoksa aldım. Serdar Ortaç’ın Dansöz’üne ve Demet Akalın’ın Afedersin’ine (Şarkının adı bu; yapacak bir şey yok. Af Edersin değil, Affedersin de değil; Afedersin... Siz de tashihten dolayı beni affedin yani...) yakalanmamak adına her şeyi yapıyorum. Yok ama yani, döneli dört gün oldu, hálá beynimde aynı nakarat. Delireceğim, o olacak...

MAYOYLA FOTOĞRAFÇIYA YAKALANMAMA BECERİSİ

Geçenlerde haberler, Demet Akalın’ın plajda kameraları fark edince üzerine bir şeyler geçirdiğini, evlendikten sonra artık mayoyla-bikiniyle-mayokiniyle "yakalanmadığını", bundan böyle hanımefendi sanatçı olduğunu duyuruyordu. Ki şahsen, bu "mantık" karşısında her zamanki gibi, yine yeni yeniden dumurlara gark olduğumu belirtmeden edemeyeceğim.

Petek Dinçöz’le geçtiğimiz yıllardan kalma bir davamız var meselá; hálá süren... Bendeniz, kendilerinin plajda yarı çıplak dans ettiği sulak kliplerinden pek hazzetmediğimi yazmıştım. Dava açmadan önce beni şikáyet etmek için gazetedeki muhtelif amirleri arayan Sevgili Bey’leri, uzun uzun piyasada Petek Dinçöz kadar ev kızı bir sanatçı daha olmadığını, hiçbir paparazzinin onu gerçek hayatta, plajda bikiniyle "yakalayamadığını" anlatmıştı da kulağıma gelmişti.

Mayo defilesine çıkıp da iç çamaşırı defilesine çıkmayan mankenlerin güttüğü mantıkla birlikte, çözemediğim meselelerden biridir bu da.

Mayo, neticede, plajda, iskelede, velhasıl, denizde giyilen bir giyim ünitesi değil midir abicim? Kliplerinde üzerine bikiniden başka bir şey giymeyen bu hanımefendiler, denize girerken örtününce, bu neyin göstergesi oluyor, kimin boyu niçin uzuyor, yalvarsam yakarsam biri bana açıklayabilir mi?

Nitekim, Demet Akalın da söz ve müziği Ersay Üner’e ait olan Afedersin’in Lara Sayılgan yönetmenliğinde, Rixos Premium Belek’te çekilen klibinde, alıştığımız üzre şarkısını üzerinde bikinisiyle, havuzda ve suni şelale altında söylüyor.

Görüntü yönetmenliğini Kurtlar Vadisi, Asmalı Konak, Mustafa Hakkında Herşey, Bir İstanbul Masalı gibi projelerde imzası olan Selahattin Sancaklı üstlenmiş, ışık şefi de Babam ve Oğlum ve yine Kurtlar Vadisi’nde görev almış olan Hakkı Yazıcı imiş...

Işık deyip geçmeyin. Klipte ışık mühim mesele; bu klipte özellikle mühim mesele... Sudan yansıyan, ışıl ışıl ışıyan güneş, ayrıca Demet Akalın’ın saç uçları filan derken, sarı-beyaz bir aydınlıktan kamaştığı için göz gözü görmeyebilirdi de...

Allah Demet Akalın’ı DAF’larına, DAF’ları da Demet Akalın’a bağışlasın; Demet Akalın, özellikle erkekler için hiç de fena bir seyirlik olmayan mayolu kliplerini çekmeye devam etsin. Ben, özellikle üzerimde mayo varken ve dalga sesi ve dost muhabbeti dinlemeyi yeğlerken şarkılarını bangır bas duymayayım yeter.
Yazının Devamını Oku