Ebru Çapa

Gülben Ergen yollarda, kocası evde

9 Eylül 2006
Dün yine Ziya’yla bir tertip Gülben Ergen tartıştık. Çıldırtıyor beni. Kara kaplıya 10 yıl sonra hangimizin öngörüsü doğru çıktı diye bakmak üzere imzalı mimzalı not bile düştük. Ben Gülben Ergen’in bir sonraki hayatında bile iyi bir şarkıcı olmasının mümkün olmadığını iddia ediyorum. O ise, sıkı durun, Gülben Ergen’in büyüyünce Ajda Pekkan olacağını; hatta şimdiden olmuş sayılacağını...

Birkaç kez hani neredeyse ciddi ciddi kavga etmeye kadar yürüdü iş. Bir tartışma sırasında karşısındaki teflon direnci gösterdiğinde daha iyi anlaşılacağı ümidiyle sesini yükselten Türk modeline dönüşüyorum. Allah’tan, neden sonra Ziya’nın suratındaki keyifli ajan provokatör ifadesini sezip son dakikada kendimi toparlıyor, sesimi alçaltıyorum.

Hayatta hiç kavgamın olmadığı neredeyse yegáne insan. Kırk yıllık kadim dostumla arama gire gire Gülben Ergen girerse, kendi suratıma kendi kıçımla gülmem lázım yani...

Neyse işte...

Hem Ziya’ya olan sevgimden, hem Gülben Ergen’in hamile olmasından dolayı, kendilerine en iyicil gözümle bakmaya gayret ediyorum bir süredir. Kaldı ki Nihat Odabaşı da sevdiğimiz bir figürdür; bu aralar Ergen’i sanatsal kanatları altına almış filan... İyi kız olmaya çalışıyorum velhasıl...

Albümden ilk klip çekilen şarkı Yalnızlık oldu bildiğiniz üzre. Son çalışmasında Ergen’in albümünün kapak fotoğraflarıyla birlikte kliplerini de çekmeye başlayan Nihat Odabaşı ile Yalnızlık’ın söz yazarı Alper Fettah’ın da rol aldığı klip, olabildiğine sakin... TEM otoyolunda 64 model bir Mustang’in içinde çekilmiş. (Şahane araba. Her kiminse, Allah sahibine bağışlasın.) Yola çıkan üç arkadaşın yalnızlığı anlatılıyormuş.

Bu üç arkadaş, sırayla direksiyona geçiyor. Ve Gülben Ergen ve yol arkadaşları, gayet zarif ve kederli bir şekilde, ilişkinin içine eden dış mihraklara, kaka ellere sitem edip kendi durumlarına hayıflanıyor. Dingin, duru, sükunet içinde bir klip olmuş. Şarkı da keza... Sıfır hezeyan...

Gülben Ergen, klibin çekim arasında gazetecilerle laflamış: "Nihat Odabaşı şarkıda bana vokal yaptı. Alper de sağolsun, bize eşlik etti. Bizim dostluğumuzun içinde para yoktur. Sadece dostluk ve için içinde eğlence vardır."

Ve "Klipte yalnız birisini canlandırıyorsunuz. Yolda karşınıza ne çıkıyor?" sorusunu; "Valla ben eve gideceğim. Evde koca bekliyor" diye yanıtlamış.

Ne güzel... Buraya kadar süper...

De... Bir süre sonra albümün esas hiti olan Lay La Lay Lalay’ın kilibi huzura geldi ve ben bildiğiniz, uyuz özüme döndüm.

BİR İKİ ÖNERİM VAR

Geçenlerde televizyonda bir programda yine Nihat Odabaşı’nın yönettiği klibin hikáyesini anlatıyordu Gülben Ergen. Odabaşı, Gülben Ergen’e uyuzumun muhtemel kaynağı olan agucu gugucu mimikrisine dair, durmadan "Şımarma" şeklinde uyarı yapıyormuş.

Bendeniz naçizane, Gülben Ergen’in iki koluyla sıkı sıkıya Nihat Odabaşı’na tutunması ve şımarık intibaı uyandırmayan mimikri konusunda, biraz daha çalışmasını önereceğim. Olmadı, Odabaşı’na, daha sıkı postalar koymasını...

Yok yani, elimde değil... Gülben Ergen’in fönünden çok memnun olduğunu tahmin ettiğim saçlarını şirin şirin savurarak ve her heceyi bir agucu, her heceyi bir gugucuyla vurgulayarak şarkısını söyleyişine bakıyorum.

Ve onu alıp bir gelin arabasının ön kaportasına bağlamaktan başka bir şey düşünemiyorum.

Hüzünlü hüzünlü Mustang kullanırken iyi idare ediyordum oysa.

Neyse ya...

Ben yine kendimi telkin edeyim: Ziya’yla Gülben Ergen konusunda kavga edilmeyecek... Ziya’yla Gülben Ergen konusunda kavga edilmeyecek... Ziya’yla Gülben Ergen konusunda kavga edilmeyecek.

Ama el insaf yahu?!. Neymiş? Ajda?
Yazının Devamını Oku

Çekin ki yerin bu yer değildir

9 Eylül 2006
Bildiğiniz üzre, Lübnan’daki benim lügatımda pek tırnak içinde "Barış Gücü"ne asker gönderme kararı TBMM’den 192 ret oyuna karşılık 340 oyla çıktı. Gidecek çocuklar artık, ne yapalım. Malumunuz, askerlik yan gelip yatma yeri değil.

Hoş, Başbakanlık makamı da Fener tribünü ya da Kasımpaşa’da bir kenar mahalle kahvesi değil ama olsun...

Başbakan, eksik olmasın, evlat acısı çeken bir anneye; "Canım kardeşim" diye hitap etmeyi beceriyor en azından askerliğin ne mene bir "meslek" olduğunu belletme safhasında.

Recep Tayyip Erdoğan’ın nasıl bir lider, nasıl bir insan olduğu belli. Epeydir, yaptığı ve söylediği hiçbir şeye şaşırmıyorum. Şürekásının, dava yoldaşlarının "tak-şak"a güdümlenmiş birer "evet efen’im-sepet efen’im"ci oldukları da belli. Yolsuzlukla ilgili verilen tüm gensorularda, aralarından birini kollamak söz konusu olduğunda takındıkları tavırdan belli.

Nitekim, bu sefer de yedi oylama firarisini ve ret oyu kullanan İbrahim Hakkı Aşkar, Turhan Çömez, Ertuğrul Yalçınbayır, Nurettin Aktaş, Sadık Yakut ve Halil Kaya’dan oluşan, altı kişilik şaşırtıcı grubu saymazsanız, AKP, Başbakan’a şaşırtmamak konusunda tam kadro ve sıkı çalıştı.

Şaşırmadık. Niye şaşıralım? Da?.. Benim gel-git aklım, gitti gitti Mehmet Emin Bilgiç’e takıldı. Oylamadaki tek çekimser oyu kullanan AKP Isparta Milletvekili’ne...

O nasıl bir etliye sütlüye bulaşmama hálidir? Hem İsa’ya hem Musa’ya yaranma derdidir?

Yemedim içmedim, arşiv taradım Mehmet Emin Bilgiç’le ilgili: Ne yapar, ne yer, ne içer, kimdir, niyedir?..

Meclis Oyunları’na satranç ve badminton branşlarında katılmış. Badminton oynarken, kendini oyuna fazla kaptırıp gitmiş fileye takılmış. (Komik fotoğraf, tavsiye ederim.) Türkiye-Ukrayna Dostluk Grubu Başkanı’ymış. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’la, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker’le, festival mestival açılışlarına icabet etmiş. Eski TRT Genel Müdürü Şenol Demiröz’ün, AKP milletvekillerinden oluşan torpil isteyenler listesine karşı çıktığı ve baskılara daha fazla dayanamadığı için istifa ettiği iddiasına dayanan bir habere adı karışmış.

Bir de eksik olmasın, Zaman gazetesi muhabirlerini makamında tekme tokat döven Belediye Başkanı Hasan Balaman’ı "Böyle bir davranışı düşmanınız olsa yapamazsınız. Kaldı ki Zaman, yayınlarında son derece yapıcı ve dengeli olup makamın yıpratılmaması için çalışan bir gazetedir. Olayın tasvip edilmesi mümkün değildir" sözleriyle ayıplamış. Eee, şimdi artık bir de ne biliyoruz kendisiyle ilgili? Kendisi çekimser bir insan...

Başkalarının çocuklarını Lübnan’a yollayalım mı diye sorduğunuzda, ben bilmem, beyim, pardon, arkadaşlar bilir, diyor. Partisine mi kamuoyuna mı yaransın, karar veremiyor. Fikrini soruyorsunuz. Bilmiyor. Ya da biliyor da söylemiyor. Susuyor. Çekiniyor.

Isparta’dan oy kullanacak arkadaşlar; siz de oyunuzu kullanırken, çekinirsiniz artık. Zira kullandığınız oyla seçtiğiniz vekiliniz, topunuzun oyunu zaten çöpe atıyor.
Yazının Devamını Oku

Yanlış anlaşılmış bir güzel insan

4 Eylül 2006
William S. Burroughs; "İyi işleyen bir polis devletinde, polise ihtiyaç yoktur" der. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, müteveffa Burroughs’u tanıma şansına nail olabilseydi, muhtemelen ilk iş onu içeri tıkardı. Zira malumunuz, beat kuşağının en azılı, en hergele elemanlarından olan Burroughs, pek sistem adamı sayılmazdı (!)

Yine de Burroughs’un bu vecizeyi ne derece ironik ve eleştirel bağlamda buyurduğunu görmezden gelecek olsak, Cerrah’ın düstur bellemesi işten bile değil.

Eksik olmasın, her ağzını açtığında bir tertip afallamamızı sağlamaya muktedir, tam da Erman Toroğlu’nun seveceği türden "kodu mu oturtur" model bir "kahraman" olan İstanbul Emniyet Müdürü’nün son incisi malumumuz...

Vatan Caddesi’nde düzenlenen 30 Ağustos kutlama töreninde Lübnan’a asker gönderilmesini protesto etmek için pankart açan dört üniversite öğrencisini PKK militanı sanarak linç etmeye kalkan ahaliyi "aferin"ledi:

"Töreni izleyen vatandaşların arasında bulunan biri bayan dört üniversite öğrencisi kendi aralarında konuşurken vatandaşlar bunu duymuş. Pankart açmaya hazırlanırken vatandaşlar şahıslara müdahale etmiş. Bunlar gördüğünüz gibi üniversite öğrencisi. Vatandaşlar da buna haklı olarak tepki göstermişler. Polisler de şahıslara daha fazla zarar gelmemesi için onları vatandaşların elinden aldı. Şahıslar şu anda sorguda. VATANDAŞIN TEPKİSİ HAKLI, GÜZEL BİR TEPKİ."

"Sensin güzel!" diyesi var deli gönülün... Büyüyünce Trabzon’a vali atanası güzel insan gönül adamı...

CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen, bu konuyla ilgili İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ya hitaben bir açık mektup yayınladı: "Bu düşüncede olan bir emniyet müdürünü İstanbul’da yaşayan bir yurttaş ve İstanbul Milletvekili olarak, insanların can güvenliği, ayrıca temel hak ve özgürlüklerin kullanılması açısından güvence olarak görmüyorum. Suçun böylesine yoğun olduğu bir şehirde bunlarla ilgilenmesi gereken Emniyet Müdürü’nün linç girişimine fırsat vermesini, bunları teşvik ederek olumlu bulduğunu söylemesini doğru bulmuyorum. ’Ağzını açanı linç edin, ağzını açanı dövün, kimseye söz hakkı tanımayın’ tavrının yasaklayıcı ve baskıcı bir anlayış olduğunu düşünüyorum" dedi ve Aksu’ya "Emniyet Müdürü’nün açıklamasını doğru buluyor musunuz ve bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu.

YİNE Mİ YANLIŞ ANLAŞILMA

Ne yapacak? Daha dün bir bugün iki, ama bu gibi "talihsiz" açıklamalar ve "talihsiz" icraatlarda genelde pek bir şey yapılmadığı cümleten málûmumuz değil mi?

Bizde böyle durumlarda o "talihsiz" şeyleri şeyettiren kişilerin bağlı olduğu birimlerin sözcüleri çıkar, hadisenin ah ne kadar da yanlış anlaşıldığına, tüm olan bitenin "talihsiz" bir yanlış anlaşılmadan ibaret olduğuna dair açıklama yapar. Konu kapanır. Herkes bir sonraki talihsiz yanlış anlaşılmaya kadar sessizce dağılır.

Nitekim, hadisenin vuku bulduğu günün ertesinde emniyet sözcüsü İsmail Çalışkan da bu minvalde bir açıklama yaptı: İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın sözleri yanlış anlaşılmıştır. Polis kim olursa olsun insanların can güvenliğini sağlamakla görevlidir. Hiç kimsenin linci övmesi mümkün değildir...

Ve saire ve saire...

Celalettin Cerrah da nitekim yanlış anlaşıldığını düşünüyor ve kendisini "Güzel olmuştur şeklindeki sözlerim, kurtuluş mücadelesinin kazanıldığı günün kutlamasının yapıldığı bir tören sırasında yapılmak istenen eyleme halkın gösterdiği tepkiyedir" sözleriyle savunuyor.

Böyle savunmaya tabii, ancak ve ancak özrü kabahatinden büyük denir, o da ayrı...

Beni bir gün bu "talihsiz yanlış anlaşılma"lar öldürecek. Bir ülkenin devirmediği çam ormanı bırakmayan her muktediri de bahtsız bedevi olabilir mi be birader? Bir insan hep mi yanlış anlaşılır, kurduğu her cümle mi "talihsiz"ce yanlış anlaşılmıştır?

Biz kör müyüz, geri zekálı mıyız?

Celalettin Cerrah’ın o kara Ray Ban’lerin ve boss, pardon posss bıyıklarının ardında gef gef gerinerek mikrofonlara verdiği beyanatın "yanlış" anlaşılacak en ufak bir tarafı var mıdır? Ne diyorsunuz yani? "Benim düşünsel ve sözel fonksiyonlarım eşgüdümlü çalışamıyor maalesef ama esasında süt gibi adamım, aaah ah içimden geçeni Allah biliyor, siz de bir bilebilseydiniz" filan mı?

O Celalettin Cerrah ki fuhuş operasyonunda gözaltına alınan kadınların medyada teşhir edilmesi eleştirildiğinde; "Biz namuslu kişileri afişe etmeyiz" de demiştir; kendilerini korumayı öğrensinler diye kızlarına ilkokuldan beri atış dersleri verdiğini, silah sesiyle huzur bulduğunu, silahını sadece yatarken belinden çıkardığını filan da söylemiştir.

İBRETLİK RÖPORTAJ

Unutmuş olanlara hatırlatmış olalım. Celalettin Cerrah’ın Savaş Ay ile yaptığı, kendilerinin "artiz"liğe ne mene meraklı bir "kahraman" olduğuna dair şahane ipuçları veren ibretlik bir röportaj vardı:

S.A: Dizilerde, filmlerde polisler var, müdürler var. Hangisi gerçeğe en yakın?

C.C: Hiçbiri. Gelip öğrenmeleri lázım bizden. Kadir İnanır meselá geldi, "Yakında bir emniyet müdürünü oynayacağım, ne yapayım?" dedi. "Beni izle" dedim. Zaten dikkat edersen Kadir bana benzer tip olarak. Otoriter, sert görünümlü, bakmasını bilen... "24 saat izlesen öğrenirsin Kadir Bey" dedim.

Ne hoş... Siz var ya siz Sayın Cerrah. Genelde o gözlüklerin ardından seçmek pek mümkün olmuyor ama ay var ya, çok ama çok karizmatiksiniz... Akşam gazetesinin 29 Ağustos tarihli Pencere ekinde, mafyanın ve köy ağalarının modasının geçtiğine, yeni sezonda, Hırsız Polis’ti, Ah Bir Polis Olsam’dı, Arka Sokaklar’dı, yeni başlayacak olan Adak’tı, polis dizilerinin revaçta olduğuna dair Neslihan Perker imzalı bir haber vardı bakın; yeni dizilerden birinde, bütün aktörlere rol model olmak babında şöyle 24 bölümlük (Birer saatten seyreltilmiş kurs hesabına 24 saate tamamlarız artık.) bir dizide kendiniz olarak rol almak ister miydiniz?

Gerçi, siz öyle bir figürsünüz ki, izleyici replikleri inandırıcılıktan uzak bulabilir. Allah muhafaza, diziye nüfuz etmekte, sanatınızı anlamakta zorluk çekebilir. Tü tü tü maazallah, sizi yine yanlış anlayabilir.

Hadi vatandaş bir yere kadar. Ya bir de RTÜK "Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir Emniyet Müdürü’nün linçi teşvik ettiği nerde görülmüş leyyyn? 12 bölüm boyunca belgesel yayınla da gör gününü" şeklinde ceza meza yazarsa kanala? O zaman işte ne yaparız, Allah bilir.
Yazının Devamını Oku

Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın

2 Eylül 2006
Dün gece yine kábusa çalan bir rüyanın kollarında çırpınıyordum. Evrim’le (Ki kendileri Hürriyet Cumartesi ekinin, zaman zaman bu köşede bahsi geçen çok değerli editörüdür) kavga ediyormuşuz. Daha doğrusu kavga da etmiyoruz. O bana durmadan belá okuyor. Ben ona "Evrim neden öyle diyorsun? Sen ki Prusya tedrisatından geçmiş, mürekkep yalamış bir iyi aile evladısın; hiç yakışıyor mu? Hem bak belá okuma; beddua sahibine döner sonra" filan diyorum ezik ezik...

O bunun üzerine daha da beter, ağzı köpürmüş bir şekilde saydırıyor: "Allah belánı versin! Allah seni kahretsiiin! Allah belánı versiiiiin!"

"Eeeeeh! Başlarım ama ha!" diye silkinerek, kan ter içinde sıçradım kanepede.

Yanılmadınız... Meğer televizyonda Kral TV açıkmış ve İsmail YK, Allah Belanı Versin isimli müstesna eserini çığırmaktaymış!

Bir evvelki gün yine Evrim’le yazı teslim saati konusunda çataçat pazarlık etmişiz. Malûm, aramızda ciddi bir çıkar çatışması var. Daha doğrusu, çıkarlarımız aynı hedefe yönelik de takvimimiz, saatimiz, kronometremiz filan örtüşemiyor maalesef.

Nitekim o yine bu hafta tehditti, vicdan azabıydı, bütün silahlarını ateşlemiş, bilinçaltımda sağlam bir sondaj çalışması yapmış.

Ben gecenin kel bir saati yorgun argın eve gitmiş, bari sabah erkenden yazının başına çökebileyim diye Türkçe müzik kanallarını zaplamaya başlamışım. Ve televizyonun karşısında, kanepede uyuyakalmışım.

KIRMIZI BAŞLIKLI OĞLAN VE KÖTÜ KURT-KADIN

Dışarıdan İsmail YK, içeriden Evrim, rüyayı iğne oyası gibi işlemişler. Görüyorsunuz değil mi bu aralar hálim nicedir. Hazin, hazin... Bir süredir böyle tatsız tuzsuz bir hayat sürdüren, bilinçaltı bile renksiz bir tipim. Rüyalar bile tahlile-analize değmez şekilde... Safi satıh...

Müteveffa Freud görse, psikanalizde bir numara yokmuş diye gidip can sıkıntısından Sudoku’yu filan icat ederdi.

Oysa ben böyle miydim azizim? Bir zamanlar bilinçaltı, Fellini, Kubrick ve Hitchcock’un el ele verip filmler çektiği bir stüdyoyu andırırdı.

Neyse işte. Sabaha karşı kel bir saatte, İsmail YK’nın çemkirmesiyle uyandım. Ve bedduası tutmuş olacak, sonra da bir daha uyuyamadım.

Daha önce kendisiyle ilgili bir-iki karalamamda aldığım tepkilerden biliyorum. İsmail YK’nın sevenleri ağır fanatik. Dolayısıyla bir sonraki rüyamın da onlardan aldığım e-postalardaki beddualar doğrultusunda şekilleneceğinden de eminim ama yapacak bir şey yok.

Biliyorum, yine benim bu büyük yıldızın isminden faydalanıp reklam yapmak isteyen (!) bir zavallı köşe yazarı olduğumu, onun ismini kullanarak dikkat çekmeye çalıştığımı (!) iddia edeceksiniz. Biliyorum, onun son derece duyarlı ve iyi bir insan, hatta kırmızı başlıklı oğlan, benim de kötü kurt filan olduğumu söyleyeceksiniz.

Ne yapalım, söyleyiniz...

Ben yine de "Allah belánı versin!" diye höykürmenin aşk şarkısı yazmak olduğunu zanneden bir adamın müstahakını yine Allah’ından bulması gerektiğini savunacağım.

Biz mecbur muyuz kardeşim; batıl matıl, itikatları olan, yanında kimselere beddua ettirmeyen bir insan olarak ordan burdan habire kulağımıza çalınan beddualarla zehirlenmeye?

Bildiğiniz üzre, Almanya’da yaşayan ve her biri şahsen pek hazzetmediğim tarzda müzikle uğraşan Yurtseven Kardeşler’in en küçüğü -ki kan kırmızı çıktı- İsmail YK’nın, son hiti Allah Belánı Versin, bu aralar arabesk de çalan müzik kanallarının listelerinin zirvelerinde geziniyor.

Bu topraklarda pek rağbet gören "ölümüne sevda" modeline marş yazılsa, bu kadar olur yani.

KADIN DÖVMEYİN ARABA PARÇALAYIN

Seni o kadar seviyorum ki ağzını burnuna katacam, sana o kadar hastayım ki kemiklerini kıracam, aaahhh o kadar güzelsin ki suratına kezzap atacam, sana öylesine, öylesine aşığım ki seni kara topraktan başkasına yár etmeyecem...

O hesap...

Gerçi, Ömerli’de Taş Ocakları’nda çekilen klipte saçını başını dağıta dağıta "İçimdeki nefreti kimse alamaz / İsterse ölüm gelsin / Hálá seviyorum seni / Allah belánı versin! / "Allah belánı versin! / Allah seni kahretsin! / Bana gelen sana gelsin / Yááááár..." şeklinde evet, hafif kafası karışık bir şekilde- aşkını haykırırken, hıncından sürdüğü Alfa Romeo’dan inip, bagajdan çıkardığı bir beyzbol sopasıyla arabanın camlarını tuz buz, kaportasını hacamat eden İsmail YK, bu kliple "olumlu bir mesaj" verdiği iddiasında; o da ayrı:

"Arabayı parçalamam iyi bir mesaj. Sinirimizi maldan çıkarıyoruz. Klipte rol alan bayanı değil, arabayı dövüyorum. Ayrıca, bu arabayı açık artırmaya çıkaracağım. Hayranlarım kesin alır. 50 bin dolara satılacağını umuyorum."

Ne desem boş, dolayısıyla bu inci dizimi beyanatın üzerine bir şey söyleyemeyeceğim. Klip de karikatür gibi zaten. Yazısız karikatür gibi izleyin diyecektim, kendimle çelişkiye düştüm. Şarkı sözleri, karikatürün baloncuklarına, doldur taşır yeter de artar zira...

Yalnız, İsmail YK Bey’e naçizane bir abla nasihatim olacak:

Beddua etme kardeşim; beddua sahibine döner. Bak benim de vaktiyle aşktan senin anladığını anlayan, kafası karışık bir manitam olmuştu. Sağolsun, bana ölümüne sevdalı bir abiydi. İlişkimizdeki yegáne pişmanlığım, kendisinden yeterince süratli ayrılmamış olmamdır. Ki neredeyse "Merhaba" faslının ardından topuklama çalışmalarına girişmiştim; öyle söyleyeyim.

O sevgin mi desem, lánetin mi; bak söylemedi deme, sonra döner; seni çok fena bir yerinden öper...

Hem sen önce hatunu hálá seviyor musun, yoksa ondan nefret mi ediyorsun, önce ona bir karar ver.
Yazının Devamını Oku

Benden: ))))

2 Eylül 2006
Bu aralar bir cep telefonu hattının reklam kampanyası, yazılı ve görsel basında tam gaz sürüyor, fark etmişsinizdir: "Bir adam vardı, canı sıkılan" diye giden... O canı sıkılan adam, yeni fasiliteler sayesinde, cep telefonundan internete bağlanıyor; oyun oynuyor, müzik dinliyor falan... Ne güzel... Ne mutlu ona...

Şahsen, bu "Bir adam vardı canı sıkılan" jingle’ıyla pür empati hálindeyim. (Konu içinde geçen bir kadının "ismi lázım değil, başharfi ben..."). Fakat benim hálet-i ruhiyem, konuya biraz tersten bulaşıyor.

Bendeniz, internet üzerinden gelen e-postalardan o kadar yılgınım ki Finlandiya’da düzenlenen, "Dünya Cep Telefonu Fırlatma Şampiyonası"na katılan 100 küsur yarışmacının arasına laptop’la katılmayı düşünebilirim.

Uzay boşluğuna doğru fırlatmayı planlıyorum bilgisayarı...

Ben böyle bir şey görmedim. Ne paylaşımcı milletiz yahu...

Aklına esen komikçi bir internet grubu kuruyor, size sormadan etmeden de sizi dahil ediyor.

Üstelik artık mevzu öyle zorlayıcı, boğucu, mütecaviz bir boyuta ulaşmış vaziyette ki, bu tip gruplardan çıkmak için ihtiyaç duyduğunuz "unsubscribe" adresi, özellikle saklanıyor, iptal ediliyor.

Bunun gibi birçok örnek var; bir tanesini misál verelim:

Mesela, son günlerde e-posta adresine tebelleş olmuş "safkan" grubunu...

Sanki haberdar değilmişsiniz, zaten aşırı doz haberle yüklü değilmişçesine zorla gözünüze sokulan, "Petrol Ofisi’nin Grand Prix’si kadar organizasyondaki kızlar da ilgi çekti" benzeri haberimsilerden tutun, birbiriyle "Günaydınnnnnnnn, ay hepinize mutlu ve güzel günler dilerim )))))))))))" şeklinde selámlaşan insanların aralarındaki lüzumsuz muhabbete zorla şahit edilmenize uzanan bir veri çöplüğü... Yok Carmen Electra Reina’ya gelmiş, yok Yeliz Yeşilmen Bodrum’da güzelliğini filan sergilemiş...

Her gün yüzlerce, yüzlerce, yüzlercesi, önünüze düşüyor. Silmek için tıkla baba tıkla. Hadi Inbox’tan sildin, sonra bir de "Silinmiş Öğeler"den ayrıca sil... Onları temizlemeye çalışırken, önüne yüzlercesi daha düşsün...

Çıkamıyorsunuz da gruptan bir türlü. Zira gruptan gelen her mesajın sonunda şöyle "yol gösterici" bir "rehber" yer alıyor:

"Siz bu mesajı aldınız cünkü pasha gönlünüz istedi,demi? :)

Anlamadıysan bir de alttakine bak anlarsın.

You received this message because you are subscribed to the Google Groups "Safkan" group.

To post to this group, send email to Safkan@googlegroups.com

To unsubscribe from this group, ben olsam bu grupta kalmaya devam ederdim.


Herşeye Rağmen Gruptan Çıkmak İçin İstek Mailinizden İtibaren 3 Gün İçerisinde Gruptan Çıkartılırsın."

Değil, rumuzu İzmirli olduğuna göre İzmirli olduğunu tahmin ettiğim hemşerim, değil!.. Ben bu mesajı "pasha" gönlüm istedi diye almadım. Gruptan çıkmak isteyip istemediğime dair ne düşünmem ve yapmam gerektiğini de sana sormadım.

"Her şeye rağmen" gruptan çıkmak için de bilmem kaç tane e-posta yolladım ama henüz bir yere ulaşamadım.

Hálá bir dolu abidik gubidik mesaj geliyor sizden. Ve outlook express’imin omurgasının çöküp durmasından dolayı, düzenli aralıklarla gerekli yazışmalarımı yapamaz duruma düşüyorum siz ve sizin gibiler yüzünden.

Bu yaptığınız son derece sıkıcı, ayıpçı, tutumunuz resmen mütecaviz bir tavır; anlasanıza...

Ayrıca, herhálde bu ülkenin yegáne bir işle iştigál eden insanı da ben değilim değil mi? Sizin bütün gün birbirinize yüz bin kere gördüğümüz fotoğrafları ve yüz bin kere dinlediğimiz fıkraları, kıçına ))))’lar ekleştirip yollayıp durmaktan öte hiç işiniz gücünüz yok mu ya?
Yazının Devamını Oku

Karşının taksisi

31 Ağustos 2006
Üniversite için İstanbul’a taşındığımız sene, iki genç kızı gurbet ellere saldık pimpiriğine kaptırmış alan ebeveylerimizin "daha nezih ve daha düzayak" diye tercih ettikleri Anadolu Yakası’nda, Selamiçeşme’deki bir evde oturmaya başladık. Güzel Sokak ile Mustafa Mazhar Bey Sokak’ın kesiştiği köşeye konuşlanmış, üç katlı, eski bir apartmandı.

Bizim, babaanne/anneanne evlerinin ve aile yazlıklarının eskileriyle döşenmiş dökük bekár dairesinin önündeki bakımsız çalı çırpı dolu küçük alanı saymazsanız, sokak, gül ağaçlarıyla dolu bahçelerle çevrili, Bağdat Caddesi’ne birkaç adım mesafede, gerçekten de "nezih" bir sokaktı.

Ve evin ön cephesi, üzerinden otomobillerin geçtiği bir köprünün altından akan tren raylarına bakardı.

Nihayet aşırı korumacı ebeveyn evinden çıkmışız, kapısında bildiri dağıtılan ve dernek üyelik masaları kurulan üniversite kapısından içeri adım atmışız. Ergenliği 80’li yıllarda geçmiş, "Aman çocum etliye sütlüye bulaşma" kuşağındanız. Nihayet, işte nihayet, kendi aklımızı kullanacak, apolitik olmaktan çıkacak, tavır takınacağız.

Ev arkadaşım daha ayakları yere basan bir yaklaşımla okuluna gidiyor, boş zamanlarında harçlığa katkı babında İngilizce özel ders veriyor, İstanbul’un temposuna alışmaya çalışıyor, hayata karışıyordu.

Ben kimbilir hangi gerzek Hollywood filminden kalma, insanın her 9 rakamıyla biten yaşında hayat muhasebesi yapması gerektiğine dair sersem bir repliğe takılmışım; evden sevdiğim birkaç hocanın dersine ve sinemaya gitmek haricinde hiç çıkmıyor, oturup 19 yıllık kıçıkırık hayatımın muhasebesini (!) yapıyor, varoluşçu sorularda boğuluyordum.

Ve ne zaman trençkotunu ve fötrünü başka bir yerde unutmuş Humphrey Bogart edasıyla içeriden dışarıya buğulu buğulu bakmaya kalksam, köprünün ayağına sprey boyayla yazılmış (Ona graffiti demek ne derece doğrudur bilemiyorum) o duvar yazısını görüyordum:

KAHROLSUNSUN DEPECHE MODE’CULAR! İmza: BROS’ÇULAR!!!

Hadi bakalım benim bütün ezber silbaştan dağılıyordu. Onu görüyordum ve ne egzistansiyalist sorular, ne muhasebe denklemleri, ne geçmiş, ne gelecek, ne de tavır kalıyordu. Ne kadar acıyla yoğunlaşmaya çalışsam da gülmekten kendimi alamıyordum.

30’undan genç arkadaşlar, muhtemelen Bros grubunun ismini bile bilmez. Tek şarkılık şöhret yakalamış, sarışın, bebek suratlı ve ikiz iki İngiliz kardeşin kurduğu, aptal bir müzik grubuydu.

Ama işte gelin görün ki denizler ötesinde bir ülkede, kahrolsunlu mahrolsunlu bir duvar yazısına konu olabiliyordu.

Bizim ola ola ancak o kadar politize olabileceğimize, yani bizden bir bok olmayacağına dair ümitsizliğe kapılıyor, sonra yine müzik setine sevdiğim albümlerden birini yerleştiriyor ve meftunu olduğum çocuğun nehir gözlerini düşünmeye başlıyordum.

Bu böyle bir-iki sene sürdü.

Şimdi, kel ötesi aláka diyeceksiniz ama yukarıdaki cümlelerde, kafa karışıklığımızın tüyolarını da vermiş olduğum için içim rahat, deyiniz, ne yapayım yani: Biraz bayat haber ama CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman, geçenlerde Feraye Tanyolaç’ın özelinde evlenmeden çocuk yapan kadınlara karşı seferberlik başlattığında, gözümün önüne yine o duvar yazısı geldi.

O Canan Arıtman ki, bireysel silahlanmayı savunuyor (Gözümüz aydın, bu aralar devletin şirketi MKEK, kredi kartına 10 taksitle silah satışı kampanyası başlatıyor...), nerede bir abuk icraat, altına imzasını atıyor...

Töre cinayetlerinden kırılan, kendisi tarafından bile olsa tecavüze uğrayan kadınların hamile kalması hálinde katlini vacip sayan erkeklerle dolu bir ülkede, bir kadın milletvekili olarak, çıkış yapa yapa, böylesi saçmasapan bir "ahláki" çıkış çıkıyor.

Deli gönül, bir duvar dibi bulup büyük harflerle yazmak istiyor: BİR SONRAKİ HAYATINDA ERKEK OLSUN TELEVOLE CANANLAR! İmza: KADIN VATANDAŞLAR...
Yazının Devamını Oku

Türk manilerinden seçmeler

27 Ağustos 2006
Dün gece hıçkırmaktan nefesim daraldığı için iki kez uykumdan uyandım. Çünkü uykumda hüngür şakır, boğulurcasına ağlıyordum. Her ikisinde de en azından rüyada ağlayabilmiş olmanın rahatlığıyla birer sigara yaktım. Kalktım, oturma odasına geçtim. Kanepeye çöküp, elimdeki sigaranın korunun evcil ateşböceğim olduğunu düşünüp, karanlık tavanda, ıslık eşliğinde dans ettirdim. Öyle hızlı bir tempo tutturdum ki, dans etmekten düz durmaya fırsat bulamayan sigaraları içemedim.

Bunu yaparken bir yandan da gördüğüm rüyaları kendi kıtipiyos çapımda analiz ettim. Tabii ki mevzuu sulandırdım. Kendi kendime kıkırdadım. Sonra yine odaya döndüm ve uykuya daldım.

Sabah, yine nefes darlığıyla, yine hüngür şakır ağladığım bir üçüncü rüyadan uyandım.

Ne analize kafa yorasım vardı bu kez, ne rüya tabirleri sözlüğüne göz atmaya. Kurulmuş pilli bir bebek gibi kütüphaneye gittim ve Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirinin olduğu sayfayı açtım:

"Her yere yetişilir / Hiçbir şeye geç kalınmaz ama / Çocuğum beni bağışla / Ahmet Abi sen de bağışla / Boynu bükük duruyorsam eğer / İçimden öyle geldiği için değil / Ama hiç değil / Ah güzel Ahmet Abim benim / İnsan yaşadığı yere benzer / (...) / Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa gülmektir / Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. / Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden / Dirseğin iskemleye dayalı / Ñ Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben Ñ / Cıgara paketinde yazılar resimler / Resimler: cezaevleri / Resimler: özlem / Resimler: eskidenberi / Ve kaşın yukarı kalkık / Sevmen acele / Dostluğun çabuk / Bakıyorum da şimdi / O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde/ (...)"

Biz gazeteciler mesleki deformasyondan dolayı hasarlı ve nasırlı yaratıklara dönüşürüz bir noktadan sonra bilir misiniz...

Sağlığı yerinde olmayan, iyiden iyiye yaşını almış kimi sanatçıların son röportajını yapmış olmak için randevu kollar, ölüm döşeğindeki insanların, kötü haber gelir gelmez ilk biz davranmış olalım diye boş vakitlerde özgeçmişini hazırlar, yedekte tutarız.

NASIRLI, HASARLI RUHLARIZ

Sizin bakamadığınız fotoğrafları, büyüterek inceler, sayfaya en uygun detayları ararız... Sizin bir gazete okuyuşu ya da bir haber bülteni izleyişi boyu kalkan midenizden geniştir midemiz. Gün boyu bütün gazeteleri okur, yerli yabancı bütün ajansları tarar, kötü haber tez duyulur ya, en kötü haberleri herkesten önce biz duyarız.

Ve olan biten her şeye biraz yabancılaşmış, biraz uzak, haber gözüyle bakarız. Üstelik iyi haber de haberden sayılmaz pek. (Hoş, zaten ve maalesef iyi haber de gelmez pek...) Kötülükten yana, algıda seçicilikte şahikaya ulaşmışızdır; her taşın altında bir bok ararız.

Marazla öylesine hoşbeşte, öylesine nasırlı ve hasarlı ruhlarız...

Bünye ancak arada sırada, böyle, uykusunda tepki veriyor vere vere işte...

Buna rağmen, bununla birlikte ve buna binaen, hani uykumda bile olsa ağladım ya, "Eh nüvede hálá iki dirhem insanlık kalmış, bu beni bir süre daha götürür" diye sevindim diyeyim size...

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe; Yavuz Donat’a, "Orman yanıyor, vatandaş yangın söndürmeye koşmuyor. Kahvede tavla, dama, okeye devam ediyor. İnanılmaz bir umursamazlık. Biz eskiden böyle miydik?" diye soruyor.

İki aya yakındır ailesinin hamisi olan patronu tarafından gördüğü akıl almaz işkenceleri Gülden Aydın’a anlatan Meryem Sak, bakkal hesabını ödediği için "Vefa borcu" duydukları işkenceci sadist dallama Mustafa Kıvrık’a göz yuman, ona suç ortaklığı eden annesi ve erkek kardeşi hakkında; "Yazık, ne yapsınlar" türünden cümleler kuruyor.

Lise öğrencisi, 16 yaşındaki "satanist" olmasından şüphelenilen bir kız, annesini öldürdükten sonra evde arkadaşlarına parti veriyor.

AHMET ABİ, MENDİL NİYE KANAR?

Geleceğimiz de ziyadesiyle parlak (!): ÖSS ve YDS yerleştirme sonuçlarına göre, bu yıl 2433 okul birincisi açıkta. Geçen yıl sayı 1900 iken, bu yıl, kendi okulunun birincisi 2433 çocuk, bir yüksek okula yerleştirilemiyor. E hani? Başarıysa başarılı işte bu çocuklar? Sistem, al başarını münasip bir esnaflığa koş diyor.

Bu arada, Milli Eğitim Bakanlığı, öğrencilere birbirinden parlak incilerden oluşan 100 Temel Eser öneriyor:

Küfürlü Türk Bilmeceleri Seçmeleri mi istersiniz, Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlatılmasına karar verdiği, ancak geciktiği için İlkbiz Yayınevi’nin kendi inisiyatifiyle hazırladığı, içinde; "Ecevit’in kafası / Cum Sezer’in sopası / Aptal olduk hepimiz / Kafaları kopası" şeklinde bulunmaz "dizelerin" yer aldığı Türk Manilerinden Seçmeler mi...

Bu çocuklar da oturdukları sandalye yanarken, birbirlerine mani okurlar artık.

Edip Cansever’in dediği gibi:

"Ah güzel Ahmet Abim benim /Gördün mü bak / Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar / Ve dağılmış Pazar yerlerine memleket / Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile / Gelse de / Öyle sürekli değil / Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün / O kadar kısa / O kadar kısa / İşte o kadar. / Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar / Mendilimde kan sesleri."
Yazının Devamını Oku

Siz nereye giderseniz gidin, bu şehir peşinizden gelir Pamela Hanım

26 Ağustos 2006
Turist gezmekten nefret ederim. Pasaportun miyadı bir doldu o doluş meselá; insanın utançtan yüzünü kızartacak derecede uzun bir zamandır yenilemiyorum. Dolayısıyla yurtdışına da çıkmıyorum. Üstelik, "böylesi köylü bir yaklaşımı" bana hiç yakıştıramadığını söyleyen arkadaşların aşağılama yöntemiyle gaza getirme çabaları da fayda etmiyor.

Hiç görmediği ufukları özleyen denizcilere kalsın o macera duygusu. Durup durduğum yerde yaşadığım maceralar bana yetiyor, hatta beni aşıyor.

Turist gezmek derken, bunu sadece sözlük anlamıyla da kullanmıyorum. Hiçbir duygunun, hiçbir mekánın, hiçbir ortamın, hiçbir lezzetin turisti olmayı sevmem.

Beni çok yakından tanımayan insanlar, genelde çok gezip tozduğumu düşünürler. Nasıl ve nerden böyle bir intiba bıraktığıma dair de en ufak bir fikrim yok yani. Tamam, hayatımın büyük bir bölümünü sokakta geçirmişimdir ama kör değneği bellemişçesine gittiğim, müdavimi olduğum, "Bizim dükkan" diye andığım yerler haricinde yerlere gitmeye nadiren heves ederim. Hatta hiç etmem, ekseri başkaları tarafından sürüklenirim.

Sürüklendiğim yerde geçirdiğim ilk birkaç dakikada bünyeyi bir sıla duygusu kaplarsa ne álá. Yeni bir yere ayağım ilk günden alışmış demektir; müdavimler arasına yazılırım, orayı da artık "Bizim dükkán" sayarım. Yok, içim ısınmadıysa, bir ikinci mecburiyete kadar, oraya ayağımı basmam, zooor kardeşim.

Geçen gün, bir zamanlar aynı yerde çalıştığımız ve İkitelli ile "şehir" arası mesafeyi genellikle birlikte kat ettiğimiz bir yárenle, İstanbul trafiğine düştük yine.

Kendileri, semiyolojiden özellikle hazzeden bir Bilen Bey’dir. Ve kurmuş olduğumuz bir ortak dille, çok eskilerde, 10 dakikalık mesafede, bir yandan kendimizle ve birbirimizle de hunharca dalga geçerek, kendimizi ve birbirimizi, hatta utanmadan álemi çözümleyivermek gibi bir huy edinmişizdir. Evet, bildiğiniz geyik efendim...

Ne zamandır görüşmüyoruz; ne var ne yok safhasında ona hayatımın bu aralar ne denli sıkıcı olduğundan bahseder gibi oldum.

BENİM GİTMELERİM SADECE LAFTA

Anında sazı eline aldı ve nihayet özüme döndüğüm, esasında benim rutin insanı olduğum, rutinsiz bir hayatta bile kendi rutinimi yarattığım konusunda iddiasını pattadanak ortaya koydu. Bunu da "Ben senin, her yediği salatayı egzotik bir tat keşfetmiş gibi yaşayan insanların keşif duygusuna kaptırdığına hiç şahit olmadım. Sen en deli dönemlerinde, gittiğin barlarda, her gittiğinde illá ki hep oturduğun koltuklarda otururken, uyuyakalırken, evdeki kanependen farklı bir ortam yarattığını mı sanıyordun? Nah yaratıyordun!" diyerek ifade etti. Üstelik cümlenin nah faslını zarif bir el hareketiyle destekledi ki tam yanımızda seyreden ve bu hareketi kendisine yapılmış zanneden pick-up’ın şoförünün yüzünün büründüğü hál de ziyadesiyle ilginçti!..

Ben bu hede hödö kendinden bahseden kişisel mi kişisel kelámları neden kustum? Çünkü bir süredir, nedendir bilmem, gitmek üzerine alışkın olmadığım kadar çok düşünüyorum.

Nerden esiyorsa artık?.. Herhangi bir kapıdan çıkıp trafikte iki adımlık da olsa yol katetmek gerektiğinde, zihnimde otomatikman "İstanbul’dan gitmek lázım" diye terennüm eden Pamela’nın sesi yankılandığı için olabilir diye düşünüyorum.

Fakat yine de bir yere gitmeyeceğimden eminim. Tamamen kişisel kanaatimce Pamela Spence’in şimdiye kadar piyasaya sürdüğü en kötü şarkı olan "Artık Bir Şeyler Yapmak Lazım"ın bütününe duyduğum gıcık sağolsun. Sanırım hayatımı yine aynı tas aynı hamam, Gümüşsuyu-Taksim-İş arasında mekik dokuyarak, "uzak mesafe" katetmekten bahsederken de İzmir’e uzanarak geçireceğim.

Pamela, üçüncü albümüne Cehennet ismini koyarken, Cennet ile Cehennem arasında bir yeri hayal ediyormuş. Kendileri, gitmeli-gelmeli, kalmalı-dönmeli şarkıları seviyor zaten malumunuz.

Geçen albümünde İstanbul’da hapsolmaktan bahsederken, bu albümde, klibi Oğuzhan Tercan ve Müfit Samık tarafından, TEM stüdyolarında, 16 saatte çekilen Artık Bir Şeyler Yapmak Lazım özelinde, "İstanbul’dan gitmek lazım" geldiğinden dem vuruyor.

YENİ BİR ÜLKE, BAŞKA BİR DENİZ YOK

Pamela, garaj süsü verilmiş stüdyoda, Şevket Çoruh’un canlandırdığı beceriksiz bir tamirciyle birlikte, -çok da hakkını yemeyelim gerçi; araç, klibin sonunda gerçek hayatta Teoman’a ait olan kırmızı, gıcır gıcır bir Mustang’e dönüşüyor!- turuncu, dökük bir Vosvos’u tamir etmeye çalışıyor. Ve kendisiyle birlikte partileyen, aralarında her klibinde mutlaka misafir oyuncu olan erkek kardeşi Oliver Spence ile fazla okumuş, kenar mahalleli bir Elvis’i andıran kostümüyle Gamze Özçelik’in de bulunduğu bir grup olduğu hálde, özüne dönmek için bazen uzaklaşmak gerektiğini anlatıyor:

Yok Tayland, Şangay görmek lázımmış, yok Mardin, Urfa, Hayburt, Bayburt görmek lázımmış... Bütün o "otantik" tatlar yani. Kolombiya kahvesi içip bir kereliğine saçları mora boyatmak falan lázımmış.

Sonra balıkla rakıyı özler, İstanbul’a dönermişiz.

Almayayım, mersi... Gel-git aklımın, 80 dakikada bir yaptığı devr-i álemler yetiyor da artıyor dedim ya... Keşif duygusunun bu kadarı aşar beni abi.

Ben daha ziyade Tebdil-i Mekán’cıyım. "Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi / Valizimde taşıyorum keşkelerimi, bilelerimi / ... / Tebdil-i mekánda ferahlık yokmuş aslında / Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında..."

Şehir seni izler; bilirsin; Kavafis’in fi tarihinde belirtmiş olduğu gibi...
Yazının Devamını Oku