Bir zamanların seyirci rekorları kıran filmlerdeki bestelerden ne kaldı, onun istatistiğini bulamadım.
O şarkılardan kaçı bugün severek dinleniyor? Film eleştirmenleri bir araştırma yapsınlar, bizim hangi bestecilerimiz başarılı? O filmlerde oynayanlar bugün şarkılarıyla mı oyunculuklarıyla mı anılıyorlar?
Müzikle görüntü arasındaki bağ konusunda da her zaman bir sonuca varamadım.
Ancak televizyonda ya da sinemadaki başarılı filmlerin müziğinin, kendi başına görüntüsü olmadan ne kadar etkili bu sorunun yanıtını da veremiyorum.
Televizyonda çok seyredilen ‘Binbir Gece’ dizisinden edindiğim sonuçlara değineceğim.
Diziyi seyredenlerin bu dizinin kitabını aldığını kitapçılarda gözlemledim.
‘Binbir Gece Masalları’nın tamamını dilimize Âlim Şerif Onaran çevirmişti, daha sonra başka yayınevleri de yayımladılar.
Beğenilen dizinin kitabının satılmasını olağan karşılayabilirsiniz.
Oysa bir yazarın kitabı önce yayınevinin seçicisi tarafından alınır, o kitap gözden geçirilmesi için redaktöre verilir. O da kitap konusunda yazarıyla ya da çevirmeniyle konuşur, kitap dizilir, düzeltmene gider, kapak tasarımcısı kapağı yapar ve kitap okura sunulur.
Şimdi teknoloji geliştiğinden bazı aşamalar gündeme gelmez ama bir bölüm hâlâ geçerlidir.
Bu redaktördür, çoğu zaman bazı kavramlar karıştırılır, yayınevi sahibine editör denilir; oysa o yayıncıdır.
Redaktörlerin önemini her zaman öne çıkarmak isterim. Çünkü o, kitap konusunda bazı önerilerde bulunur. Bizde redaktörlüğün yeteri kadar geliştiğini sanmıyorum. Ziyaret ettiğim Batı ülkelerindeki redaktörler yazara bazı önerilerde bulunabilirler. Hatta kitabın bazı bölümlerinin atılması konusunda bile önerileri vardır.
Kitap ajansları hele hiç gündeme gelmezler. Oysa yurtdışındaki bir yayınevinden çıkan kitabı bize onlar önerir, yayımlamamızı sağlar.
Ben yayınevi yönetirken o meslek grubuyla yakın temaslarım olurdu. Yayınevleri Nobel Ödülü’nün kazanan yazarları yayımlayabilmek için rekabete girerlerdi.
O zamanlar en gözde ajans ONK (Osman Necmi Karca) idi, şimdi ailesi bu mesleği sürdürüyor.
Geçen gün ONK Ajansı’ndan
Bakın yanıtı ne oldu:
“Agatha Christie okurum.”
Son yıllarda yerli ve yabancı polisiye yazarların kitapları okunuyor, çok satılıyor.
Ahmet Ümit’in bu anlamda polisiye edebiyatımıza katkısı unutulmamalı.
Ahmet Ümit, bir konuşmasında “Dostoyevski iyi bir polisiye roman yazarıdır” demişti.
Bizde polisiye edebiyat konusunda önemli kitaplar yayımlandı son dönemde.
Bologna Kitap Fuarı için ilk kez İtalya’ya gittiğimde, dönemin temsilcisi Mehmet Demirel beni müzik mağazasına götürdü.
Yetkiliye Leyla Gencer’in kayıtlarını aradığımı söyleyince orada çalışan herkes benim çevremi sarmış, uzun çalarların rafına götürmüştü.
Onların telaffuzuyla ‘Cencer’, onlar için önemli bir sanatçıydı, ben de onun ülkesinden geldiğim için ilgileniyorlardı. Ne yazık ki bu kayıtlar korsandı, adı da ‘Leyla Gencer Sahnede’ idi.
Gencer’i ilk kez Tepebaşı Dram Tiyatrosu’ndaki Tosca’da dinledim, seyrettim.
Yıllar sonra ülkesinde bir temsil vereceği için uzun bir kuyruk vardı, bilet almak için.
Beni onunla tanıştıran Filiz Ali’ydi. Nişantaşı’ndaki evinde ziyaret etmiştik.
Bu tanışmadan sonra onun yükseliş öyküsünü okudum.
Konuşmaları da büyülemişti. En hoşuma giden, bir açıklamasıydı. Nefes nefese turnelerde hep yaşamı otel odalarında geçmişti, kendisine yaşadığını, ev sıcaklığını anımsatacak bazı küçük eşyaları odasına girer girmez yerleştirdiğini söylemişti.
Henüz basılı sözlüklerin bile çoğunda yer almayan yapay zekâyı, bilişimciler bir bilgisayar programı veya programlanabilir bir makine tarafından gerçekleştirilen birtakım işlemler sonucu, insana benzer şekilde kararlar verme, planlama, öğrenme, problem çözümleme, doğal dil işleme, algılama ve benzeri zekâ işlevlerini yerine getirme sistemi hatta yeteneği olarak tanımlıyorlar. Bugün bilişim teknolojilerinde ulaştığımız noktada yapay zekâ sosyal güvenlik, sağlık hizmetleri, e-ticaret, siber güvenlik, akıllı şehir sistemleri ve daha pek çok alanda, çok çeşitli uygulamalarla gündelik hayatımızda yer alan yapay zekâ görseller tasarımlayabiliyor, ilham veren düşünceler geliştirebiliyor, diller arası çeviriler yapabiliyor, reklam metinleri oluşturabiliyor, şarkı sözleri ve şiirler yazabiliyor, şarkı sözlerini besteleyebiliyor. Türkçe şiirler yazan robot şairimiz bile var...
Yapay zekânın dilbilimi araştırmalarında ve edebiyatta kullanımı, Hacettepe Üniversitesi Edebiyatta Çağdaş İncelemeler Topluluğu tarafından 11-12 Mayıs günlerinde düzenlenecek toplantıda çeşitli konulardaki bildiri ve öğrenci sunumlarıyla ele alınacak.
- Açılış oturumunda Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, ‘Yapay zekâ ile Türkçe Sözlük hazırlamak hayal mi, gerçek mi?’ başlıklı bildirisinde madde başı seçiminde, anlamlandırma, tanımlama ve tanıklamada yapay zekânın Türkçe Sözlük hazırlama çalışmalarındaki olası yerine değinecek.
- Prof. Dr. Yaşar Tonta konuşmasında edebi çalışmalarda yapay zekânın kullanımını değerlendirecek.
- Prof. Dr. S. Dilek Yalçın Çelik de sunacağı bildiride Türkiye’de dijital edebiyat sürecinin başlayıp başlamadığını tartışacak.
Oturumlardaki bildiri ve sunumlar arasında şunlar var:
- Emir Can Tuğra Ergün: ‘Edebiyat Eleştirisinde Yapay Zekâ Kullanımı Bağlamında Atsız’ın Kahramanlık Şiirinin Arketipsel Çözümlemesi.’
Osman İkiz’in ‘Maffy’nin Sevdası Caz’ kitabında olduğu gibi. İkiz, dünyaca tanınan trompetçi Muvaffak (Maffy) Falay üzerine bir kitap hazırladı.
Kitabı müzik severler ve caz müziği tutkusu olan herkesin okuması gerekir.
Maffy Falay’ın çok usta bir trompet icracısı olduğunu bütün otoriteler kabul ediyor. En başta onu ilk keşfeden bebop kralı Dizzy Gillespie onu şöyle övüyor:
“Türkiye’de Roy Eldridge, Miles Davis ayarında müthiş bir trompetçi tanıdım. Adı Muvaffak Falay, şimdi Ankara’da İntim Kulüp’te çalıyor.”
Dizzy Gillespie’nin Amerikan dergilerinde yayımlanan bu açıklamasından sonra Maffy Falay’ı bütün caz dünyası tanımış oldu.
İkiz onunla dostluğunu Önsöz’de kaleme getiriyor:
Maffy Falay’ı 1980’li yılların ortalarında tanıdım. Stockholm’ün gözde caz kulübü Fasching’deki konseri, modern caz yorumcularının çoğaldığı bir dönemde, klasik cazın sadık dinleyicileri için müzik ziyafetiydi.
12 yaşında Kuşadası’nda babasını ziyaret etmese, bandoda çalmasaydı acaba hayatının seyri nasıl olacaktı?
“Kayseri Ağırnas’ta başlayan yolculuğu İstanbul’da taçlanmış, dünya onu ‘İstanbul Mimarı’ olarak tanımıştı.
İstanbul’un her köşesinde eserleriyle yaşayan Koca Sinan’ın, gelecek nesillerden sadece tek bir dileği vardı. ‘Hayırla yâd edilmek.’ İşte bizler de ‘İstanbul ve Mimar Sinan’ eseriyle bu büyük ustayı bir kez daha yâd etmek istedik.
Kitapta; Büyük Usta’nın İstanbul’da bulunan birbirinden görkemli şaheserlerinin yanı sıra, Sai Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı ‘Tezkiretü’l Bünyün’ ve ‘Tezkiretü’l Ebniye’ eserleri de yer alıyor.
Büyük emeklerle hazırlanan ve kalıcı olduğuna inandığım bu eseri takdim etmekten büyük mutluluk duyuyorum.”
Giriş’ten bazı bölümleri yazıma aldım:
“Osmanlı mimarlık sanatının hem estetik hem strüktürel mükemmeliyetin zirvesine, Osmanlı mimarisinin klasik çağını belirleyen ve sistemleştiren Mimar Sinan oturur. Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden kazandığı mimari görgüsünü arttırmış, görebildiği kadar Sasanî, Bizans ve Akdeniz mimarilerinden yararlanmış, ancak bunları Osmanlı mimari geleneği içinde yoğurarak yeni, taze ve akılcı çözümlerle daha da yalınlaştırmıştır.
Süleymaniye
Marşın anlamını, niteliğini öğrenmeniz için size bir kitap tavsiye edeceğim:
Editörlüğünü Birol Emil ile Zeki Taştan’ın yaptığı ‘100 Ülke 100 Marş’ çalışması.
Bizde marşlar için yarışmalar açılmıştı. Kültür Bakanlığı, ‘75. Yıl Marşı Güfte Yarışması’ açmıştı, 199 güfteden hiçbiri seçilmemişti.
50. yıl için bir marş bestelenmişti:
Güftesini Bekir Sıtkı Erdoğan yazmış, Necil Kâzım Akses bestelemişti. Şimdi bu marşı kaç kişi anımsayacaktır bilemiyorum.
‘Onuncu Yıl Marşı’nın güftesini Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar yazmıştı, bestesi de Türk Beşleri’nden Cemal Reşit Rey’e aittir.
Ben ‘Onuncu Yıl Marşı’ndan sonra yeni bir marşın bu özellikleri taşımayacağını, ‘Onuncu Yıl Marşı’nın kalmasını savundum.
Birçok yazar arkadaşım da benim bu görüşümü desteklemişti. Dönemin Kültür Bakanı