Paylaş
Başlangıçta (halkta karşılık bulmadığından olsa gerek) “başkanlık” demekten imtina ediliyordu ve yerine “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” gibi bir isim tamlaması kullanılıyordu. Ancak, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yemin ettikten hemen sonra kendisine artık “başkan” denilebileceğini açıklayarak, geçilen sistemin adının “başkanlık” olduğunu da ortaya koymuş oldu.
Peki bu muhalefetin “Rejim değişti” propagandasını haklı çıkarıyor mu?
“Rejim” ile “hükümet sistemi” kavramları arasındaki farkları hesaba katarsak, çıkarmadığını söyleyebiliriz.
Anayasamızın ilk maddesinde “Türkiye devleti bir cumhuriyettir” yazdıkça, ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denildikçe, serbest seçimler yapıldıkça rejimimizin “cumhuriyet” olarak kalacağını düşünenlerdenim. İkinci madde içeriğinin, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, yeni sistemle göreve gelen bakanların ve milletvekillerin ettiği yeminin de omurgasını oluşturduğunu hatırlatmak isterim.
Sistem değişse de şu anayasal kavramlar Cumhuriyet rejiminin teminatı olmayı sürdürecek:
“İnsan hakları”, “demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” ve “adalet anlayışı”...
“İnsan hakları” kavramının altında da yine Anayasa ile güvence altına alınmış, sistem değişse de değişmeyecek haklar olduğunu unutmayın. Türkiye’nin taraf olup kendi yasalarının üzerinde kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde sıralanan o haklar arasında “yaşam hakkı”, “özgürlük ve güvenlik hakkı”, “mülkiyet hakkı”, “adil yargılanma hakkı” gibi temel hak ve özgürlükler de var.
Yeni sistemde hükümet nasıl oluşursa oluşsun, kritik koltuklarda kim oturursa otursun, bu kavramların ve hakların hiçbirinden ödün verilmemesi gerekiyor.
Çünkü Türkiye’nin dünyaya entegre olması, ilk 20 ekonomi içinde yerini koruyabilmesi, hatta üst sıralara çıkabilmesi doğrudan bu kavramların ve temel insan haklarının varlığına bağlı.
Zira, yeterince petrol ve doğalgaz kaynağı olmayan bir ülke ve bankalarda yeterince tasarrufu olmayan bir millet olarak “sanayi üretimimizi ve ihracatımızı arttırmak, yabancı yatırımcıları ve turistleri ülkemize çekebilmek” dışında bir zenginlik reçetemiz yok.
Yabancı yatırımcılar, bir ülkeye para yatırmadan önce, şeffaf, denetlenebilir ve hesap verebilir bir hukuk düzenini ve rekabet ederek kazanabileceği serbest piyasa şartlarının oluşup oluşmadığına bakar. Hatta bununla da yetinmeyip gidecekleri ülkenin Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF ve NATO gibi küresel kuruluşlarla ilişkisinin/bağının niteliğine bakar.
Paralı turistler, gittikleri ülkedeki hukuk sistemini en büyük güvenceleri olarak görür. “İnsan hakları ihlalleri haberleri” gelen ülkelere gitmek istemezler. Piramitleri, mumyaları, Şarm el Şeyh şehri ile bir dönem turist akınına uğrayan Mısır’da turizmin geldiği noktaya bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.
İhracatın arttırılması ise Türkiye’nin mümkün olduğu kadar çok ülke ile iyi ilişkiler kurmasından, pazarını büyütmesinden geçiyor. Başka bir deyişle, Anadolu dışındaki insanların, Anadolu topraklarında üretilen ürünleri tüketmesinden...
Genç nüfusumuz, dünya pazarlarında risk alabilen, en sert koşullarda rekabet edebilen girişimcilerimiz ve tarihi/kültürel/coğrafi zenginliklerimiz hazır.
Yeni sistem, yeni bakanlar, yeni milletvekilleri, reformcu, demokratik, adil, eşitlikçi ve özgürlükçü bir ortam yaratmayı başarırsa demokrasiyi taçlandırır ve Türkiye gerçekten uçuşa geçer. Aksi takdirde, eski sistem gibi “dış mihrakları” ve bilumum “korkuları” kendi önüne engel olarak koymaya devam ederse yerimizde saymaya devam ederiz.
Paylaş