Paylaş
Bu çocuklar, bu insanların telefon numaralarına nasıl ulaştılar?
Hadi diyelim ki insani duygularını yitirmiş üç ruhsuz... Peki, bu bilgileri nereden buldular?
Bugün onların başına gelen, yarın hepimizin başına gelebilir.
Birkaç yıl önce olsa, böyle bir şey mümkün müydü? Eskiden birinin telefon numarasını öğrenmek için en azından biraz çaba harcamak gerekirdi. Şimdi ise birkaç tıklamayla, birkaç kuruşluk ödeme ile istediğiniz kişinin bilgilerine ulaşabiliyorsunuz.
Bugün bir felaketin ardından yakınlarını kaybeden insanların numaraları nasıl ortaya çıkıyorsa, yarın herhangi birimizin bilgileri de aynı şekilde sızabilir.
Bir hastaneye gittiniz, bir otelde kaldınız, bir alışveriş yaptınız... Adınız, soyadınız, telefon numaranız ve bazen daha fazlası, bir yerlerde tutuluyor. Ama nasıl tutuluyor, kimlerin erişimine açık, güvenli mi? İşte o büyük bir muamma...
Bugün internetin karanlık köşelerinde “bilgi sızdırma” işine bulaşmış yüzlerce site var. Adınızı yazıyorsunuz, birileri sizin hakkınızdaki temel bilgileri çıkarıyor. Kimi zaman dolandırıcılar, kimi zaman kötü niyetli insanlar, kimi zaman da eğlencesine “trol” yapan ruhsuzlar...
Ve büyük ihtimalle, bu üç genç de aynı yollardan bir şekilde numaralara ulaştılar. Çünkü veri güvenliğini hâlâ koruyamıyoruz.
Bir zamanlar sosyal medyanın bizi asosyal yaptığı tartışılıyordu. Bugün ise işin boyutu değişti. Artık mahremiyetimizi nasıl koruyacağımızı tartışmamız gerekiyor.
• Telefon numaralarımız nasıl bu kadar kolay sızıyor?
• Kişisel bilgilerimiz neden bu kadar korunmasız?
• Birileri, bizim adımıza bir işlem yapabilir mi?
• Hangi verilerimiz hangi şirketlerin elinde dolaşıyor?
Şu soruyu kendimize soralım: Bir felaketi yaşamış birinin özel bilgileri nasıl olur da bu kadar kolay birilerinin eline geçebilir?
Ve daha büyük bir soruyu ekleyelim: Bunun sorumlusu kim?
O üç vicdansız genç mi? Yoksa onların eline bu bilgileri veren, onları böylesine pervasızca paylaşmalarına yol açan sistem mi?
Bugün onlar... Yarın biz...
O yüzden, bu meseleyi sadece “üç gencin ahlaksızlığı” olarak görmeyelim. Çünkü bu, hepimizin kişisel mahremiyetiyle ilgili büyük bir alarmdır.
Ve bu alarmı şimdi duymazsak, yarın çok geç olacak.
Zihne atılan çakıl taşı
BAZEN bir kelime, hiç beklenmedik bir anda zihne düşer. Gölete atılan bir taş gibi... Önce yüzeyde küçük dalgalar oluşturur. Sonra derinlere iner, unuttuğumuzu sandığımız yerlere dokunur. Bazı anıları yerinden oynatır, bazılarını ise bir kez daha kumun altına gömer.
Düşünce dediğimiz şey tam olarak böyle değil midir? Bir çağrışım, bir görüntü, bir ses ya da bir kelime... Birdenbire zihinde yankılanan dalgalar üretmeye başlar. Belleğin derinliklerine iner, orada yıllardır kıpırdamadan bekleyen anıları, imgeleri ve duyguları harekete geçirir.
Ama asıl soru şu: Hangi kelime hangi dalgayı oluşturur?
Bazı kelimeler yumuşak bir rüzgâr gibi geçip gider. Bazılarıysa geçmişin taşlarına çarpıp yankılanır, yıllar öncesinden gelen yankılarla bugünü titretir. Unutmaya yüz tutmuş hatıralar, bir kelimenin fısıltısıyla yeniden su yüzüne çıkar.
Ve biz, çoğu zaman bu süreci kontrol edemeyiz. Bir kelimenin, bir anının, bir duygunun zihinde nasıl ve neden yankılandığını anlamak kolay değildir. Ancak şundan eminim: Bazen bir kelime, geçmişi değiştirir. Çünkü hatırladığımız şey, artık hatırladığımız şekilde var olur.
Bence Türkiye’nin bu kelimeleri konuşması, tartışması gerekir.
Daha iyi bir Türkiye için demokrasimizi güçlendirmek zorundayız.
FRANSIZLARA BÜYÜK ŞOK
Yeni vernik olimpiyat
ruhuna hiç uymamış
BİR olimpiyat madalyası ne kadar dayanmalı? Bir ömür mü?
Bir yıl mı? Yoksa Paris 2024’te olduğu gibi, birkaç ay mı?
Geçtiğimiz yaz, dünyanın en büyük sporcuları madalya almak için ter döktü. Ama şimdi öğreniyoruz ki o madalyalar dağılıyor.
Paris 2024’te madalya kazanan 100’den fazla sporcu ödüllerinin ufalandığını, yüzeylerinin aşındığını ve eski bir antika gibi göründüğünü söylüyor.
Bazıları şakayla karışık, “1924 Paris Olimpiyatları’ndan kalma gibi” diyor.
Yani Fransa, 100. yıl konseptine gerçekten sadık kalmış...
Peki neden?
Fransız araştırma kuruluşu La Lettre’ye göre madalyaların üzerindeki vernik kusurlu çıkmış.
Başta kullanılan vernik kanserojen içerdiği için değiştirilmiş. Yeni vernik ise olimpiyat ruhuna fazla uygun olmuş... Çünkü birkaç ay içinde yok olup gitmiş!
Düşünsenize...
Sporcular, madalyalarını anı olarak saklamak yerine, “Dikkatli tut, dökülüyor” diye birbirlerine uyarıda bulunuyor.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) şu an ciddi baskı altındadır.
Çünkü Paris 2024’ün bu madalya faciası, gelecek sponsorluk anlaşmalarını bile etkileyebilir.
Öyle ya... Nike, Adidas, Omega gibi markalar kalite ile anılırken, Paris 2024 artık “dayanıksız madalyalar” ile hatırlanmak istemez.
Şaka bir yana; komite büyük ihtimalle yeni madalyaları sporculara yollayacaktır. Ama her şeyi kusursuz yaptıklarını düşünen Fransızlar için bu madalya meselesi de bir hayal kırıklığı olmuştur.
SOSYAL MEDYA:
Anılar mı birikiyor, kin mi?
SOSYAL medyayı herkes gibi ben de takip ediyorum. Ama son yıllarda bilgisayarın başına oturan, eline cep telefonunu alan, linç kültürünün etkisiyle kasıp kavuruyor.
Ben sosyal medyayı polemik yaratmak için değil, anı biriktirmek için kullanıyorum.
Çünkü bana göre sosyal medya, sabah uyandığınızda okuduğunuz ilk haberle gerildiğiniz, akşam ise tanımadığınız birine hakaret etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşadığınız bir mecra olmamalı.
Ama işte... Bir şey paylaşıyorsunuz. Bir fotoğraf, bir anı, bir düşünce...
Ve bir bakıyorsunuz, hiç tanımadığınız birileri gelip hayatınızı didik didik etmeye başlıyor.
Ne giymişsiniz, kiminle oturmuşsunuz, hangi lokantada ne yemişsiniz… Bir anda her şeyiniz bir dava dosyasına dönüşüyor. Hakim de onlar, savcı da cellat da...
Sosyal medya artık bir hafıza defteri değil, bir infaz listesi...
Eskiden fotoğraflarımızı albümlere koyardık.
Birkaç dostumuzla paylaştığımız küçük anılar olurdu.
Şimdi ise paylaştığınız her kare, siber bir mahkemede delil gibi kullanılıyor.
Yanlış anlaşılmaya müsait bir cümle mi yazdınız?
Daha birkaç saniye önce sizi hiç tanımayan biri, bir anda düşmanınız oluveriyor.
Ve sonra başlıyor büyük linç...
“Sen sus, sen konuşamazsın!” diyenler...
Eskiden fikirlerin çarpıştığı bir dünya vardı. İnsanlar bir konu hakkında konuşur, tartışır, bazen de uzlaşamazdı. Ama yine de herkesin konuşma hakkı vardı.
Bugün sosyal medya, “Sen sus, sen konuşamazsın!” diyenlerin arenasına döndü.
Birisi çıkıp, yaşadığı bir deneyimi anlatıyor.
Diğeri hemen altına yazıyor: “Senin konuşmaya hakkın yok!”
Sonra başkaları ekleniyor...
Ve o paylaşımı yapan kişi, kendini bir anda hiç tanımadığı yüzlerce insanın nefret oklarının altında buluyor.
Peki bu nasıl bir dünya?
Konuşanın susturulduğu, düşüncenin suç sayıldığı, anıların linç malzemesi olduğu bir dünya ne kadar yaşanabilir?
Bu yüzden sosyal medyayı polemik için değil, anı biriktirmek için kullanıyorum.
Bir gün geriye dönüp baktığımda, kötü niyetli insanların gölgesi değil, güzel anılarım kalsın istiyorum.
Ama bazen soruyorum kendime: Biz sosyal medyayı mı kullanıyoruz, yoksa sosyal medya mı bizi kullanıyor?
Ve asıl soru şu:
Bundan sonra gerçekten neyi, nasıl paylaşacağız?
Paylaş