Paylaş
Ege Genç İş İnsanları Derneği (EGİAD) ve Ege Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) iş birliğiyle ‘Dönüştüren Güç’ teması altında düzenlenen Yapay Zekâ Zirvesi’nde önemli mesajlar verildi.
Ve şöyle denildi özetle:
“İzmir bu işi yapabilir.”
Yani, Türkiye’nin dijital başkenti olabilir.
Kodla, veriyle, yapay zekâ algoritmalarıyla düşünen; teknolojiyi sadece kullanan değil, üreten bir şehir…
Olmaz mı?
Aslında İzmir’in attığı o kadar çok adım var ki…
Hepsini yakından takip ediyorum.
Ve yine dendi ki:
“Hızlı olmalıyız.”
Ama bu hız sadece teknolojiye ayak uydurmak için değil, zihinsel bariyerleri yıkmak için de şart.
Veriyi merkeze alan, hiyerarşi yerine çeviklikle düşünen bir yapıya geçmek için de lazım.
İzmir Valisi Süleyman Elban’ın verdiği bir bilgi belki de en çarpıcısıydı:
“64 bin öğretmenin tamamı dijital okuryazar oldu. 857 bin öğrenci de 15 gün sonra olacak.”
Bu sayı sadece bir eğitim başarısı değil.
Bu, bir zihniyet değişiminin alt yapısı.
Ben bu şehrin, İzmir’in hazır olduğunu düşünüyorum.
Kod yazan bir şehir olur mu? Olur.
Bugün Güney Kore, İrlanda, Estonya gibi ülkeler yazılım ihracatıyla büyüyor.
Niye İzmir de bu listeye girmesin?
Yüksek teknoloji serbest bölgesi, teknoparklar, oyun stüdyoları, yapay zekâ girişimleri…
Evet, İzmir’in yeni sanayisi bu olabilir.
Ve dikkat edin.
Sadece mühendislerle değil; sosyologlarla, hukukçularla, sanatçılarla birlikte kurulmuş bir yapay zekâ ekosistemini İzmir yaratabilir.
İşte bu, İzmir’i farklı kılar.
Yeni dünya, yeni şehir...
Ve adını koyalım:
“Dijital kafalı İzmir.”
İzmir’in sırtında yıllardır taşıdığı ‘yaşam tarzı şehri’ algısını bozmadan, buna bir katman daha eklemek mümkün.
Dijital yaşam tarzı.
Sabah denize karşı kahvesini içen ama öğlen blockchain üzerine fikir geliştiren bir gençlik…
Kültürpark’taki bankları bile yapay zekâyla tasarlayan bir belediye…
Masanın başına geçip, “Biz bu şehirde nasıl daha akıllı yaşarız?” sorusunu soran bir iş dünyası…
Bundan 10 yıl sonra yapay zekâ hayatımızda değilmiş gibi davranan her şehir geç kalmış olacak.
Ama İzmir’in bir şansı var.
Doğru zamanda doğru kararları alabiliriz.
Ege’nin meltemine dijital bir akıl eşlik etsin istiyorsak, zihnimizi de şehrimizi de güncellemeliyiz.
İzmir artık sadece bir liman değil, verinin ve geleceğin limanı olmalı.
Tabelalar değişiyor ama hikâye birikmiyor
BUGÜN size bir restoran hikâyesi anlatmak istiyorum.
Ama bu sadece bir ‘mekân’ hikayesi değil.
Bu, bir kültür hikayesi.
Bir aidiyet, bir sadakat ve biraz da sabır hikayesi.
Madrid’de tam 300 yıldır kapısını kapatmayan bir restoran var. Adı, ‘Botin’.
Guinness Dünya Rekorları’na göre burası dünyanın en eski restoranı.
1725 yılında açılmış.
O günden bu yana da her gece odun ateşli fırınında pişen yemeğini çıkarıyor.
Her gece o eski taş duvarlara yeni bir sohbet, yeni bir gülüş, yeni bir hikâye ekleniyor.
Ve biz dönüp bakıyoruz kendi şehirlerimize, sokaklarımıza…
Bizde açılan mekânların ömrü Instagram Story’si kadar çünkü…
Bugün Türkiye’de bir restoran, bir kafe ya da bir galeri açılıyor.
Açılışta her şey muazzam, büyük vaatler, bol PR, havalı dekor, yıldızlı şefler…
Ve çoğu, birkaç sezon sonra sessizce kapanıyor.
Çünkü bizde mekânlara ömür biçiliyor.
Modası geçince yerine yenisi geliyor.
Tabelalar değişiyor ama hikâye birikmiyor.
Avrupa’da neden farklı?
Çünkü sahipleniliyor, bir mekân açıldığı andan itibaren korunuyor.
Nesilden nesile aktarılıyor.
Tıpkı ‘Botin’ gibi…
Sadece bir restoran değil o, bir hafıza.
Ernest Hemingway orada oturmuş, yazmış.
Restoranın menüsünden çok, duvarlarında biriken hatıralar anlatılıyor.
Bizde yaşanmışlıktan çok ‘konsept’ seviliyor.
Türkiye’de restoranların iç mimarisi konuşuluyor.
Avize markası, sandalye tasarımı, barın rengi…
Ama menüye sadakat, lezzete vefa, müşteriye samimiyet?
Bir mekânın ‘ruh’ sahibi olması için yaşanmışlığa ihtiyaç var.
Ve yaşanmışlık zamanla olur, sabırla olur.
Bence şehirlerin hatıra noktaları olmalı.
Paris’in Les Deux Magots’u varsa…
Roma’nın Antico Caffe Greco’su varsa…
İstanbul’un da Pandeli’si vardı, Rejans’ı vardı.
Ama birçoğu ya kapandı ya da ruhunu kaybetti.
Çünkü biz mekânı sahiplenmeyi değil, tüketmeyi öğrendik.
O yüzden bu yazıyı, bir çağrı olarak da okuyun.
Bir gün yolunuz Madrid’e düşerse Botin’e uğrayın.
Ama sadece yemek yemek için değil.
300 yıllık bir hafızanın içinde oturmak için.
Sonra dönün kendi şehrinize ve düşünün.
Acaba bizde hangi restoran 300 gün bile kapısını kapatmadan hizmet veriyor?
Biz neden bir mekânı birlikte yaşlandırmayı öğrenemiyoruz?
Keşke mekanlarımız, şirketlerimiz, kurumlarımız da 300 yıldan daha fazla yaşasa ve bizler de anılar biriktirmeye devam etsek.
Çünkü gerçek bir marka insanların hafızasında
BİR şehirde kaç hatıra noktası var, hiç düşündünüz mü?
Her şehrin kendine ait bir hafızası vardır.
Ama bazı şehirler, bu hafızayı duvarlarına işler; sandalyelerine sinmiş sohbetlere, tabaklarına düşen bir lokmaya…
Bazı şehirler ise sürekli sil baştan yaşar.
Hafıza yok olur, yerine ‘yeni konseptler’ gelir.
Gastronomi turizmi sadece yemekle ilgili değildir.
Bugün dünyada insanlar sadece yemek için seyahat etmiyor.
Bir hikâyenin peşine düşüyorlar.
Bir annenin tarifini üçüncü kuşak torunun elinden tatmak için, bir fırının 100 yıllık odun ateşiyle pişirdiği ekmeği tatmak için seyahat ediyorlar.
Madrid’deki Botin gibi…
Paris’teki Bouillon Chartier gibi…
Roma’daki Roscioli gibi…
Hepsi birer gastronomi mabedi artık.
Peki ya bizde?
Türkiye’de müthiş mutfaklar, tarifler, ürünler var.
Ama bu eşsiz mirasın peşinden gitmek yerine zincirleşmeye çalışıyoruz.
“Yatırımcı ne der?”, “Instagram’da nasıl görünür?” diye düşünüyoruz.
İyi bir tarhana çorbası bile tabaktan çok sunum tahtasıyla tartışılıyor artık.
Marka olmak sabırla yaşlanmayı da bilmektir
Bugün global gastronomi markaları 50 yılı devirmiş, 100 yılı aşmış yapılar.
Ve hepsi zamana karşı direnmeyi, yenilenirken ruhunu korumayı başarmış.
Bir Michelin yıldızı kadar kıymetlidir bir müşterinin, “Ben burada büyüdüm” demesi.
Ya da “Babam beni ilk kez buraya getirmişti” diyebilmesi.
Çünkü gerçek marka tabelada değil, insanların hafızasındadır.
Paylaş