Paylaş
Dünya üzerinde özellikle tatile giderken benim kadar hızlı hazırlanan bir kadına asla rastlayamazsınız. Kendimi övmeyi sevmem ama on dakikada tatil çantası hazırlama rekorunu elimde bulundurduğumu her yerde söylemeden edemem. Neysesine gelirsek, otel odasında küflenmiş olduğunu fark ettiğim ıslak bikinilerimi de çantama attığıma göre Bozcaada’ya doğru yola çıkmam için hiçbir engel kalmamıştı. Liseden beri hayalimiz olan, kız kıza tatil fikrini hayata geçirmek üzere en yakın arkadaşlarımla buluştum. Arabamıza bindik ve bize en kısa yolları göstereceğim diye kuş uçmaz kervan geçmez yolların hepsine itinayla sokan navigasyonumuzu açıp yola koyulduk. Bu arabada uyumak, bir şarkıyı üst üste çalmak, hız yapmak, sosyal medyaya girmek yasak; dedikodu yapmak, grubun tatil motivasyonunu harekete geçirecek şarkıları itinayla çalmak ve navigasyon olmasına rağmen sesli yol tarifi yapmak zorunluydu.
İstanbul’dan çıkmış olmanın verdiği heyecanla, yol boyunca gördüğümüz tüm yeşillik ve çiçeklik alanlara, ağaçlara, kuşlara daha önce hiç görmemişçesine hayranlıkla şaşırdık. Aaa ağacın yeşilliği, aa çiçeğin güzelliği, aa kuşa bak uçuyor derken, bir baktık Bozcaada’ya gelmiştik. Otelimize yerleşmeden önce arabımızı park edecek bir alan aradık ve o da ne eşşek kadar “ücretsiz otopark” yazılı bir tabela bizi selamlıyor, Bozcaada’ya hoşgeldiniz dercesine… Öncesinde acaba yanlış mı yazdılar diye düşünsek de otopark gerçekten ücretsizdi. Sonrasında bize şoking bir fatura çıkarmasınlar diye bi güvenemedik ve oradaki insanlara sorduk. Bu otopark and için ki ücretsiz mi dedik. Onlar da and içtiler ki otopark ücretsizdi. Ve ben iki günlük tatil boyunca, otoparkın neden ücretsiz olduğuna anlam veremedim. Hala düşünüyorum ama geçerli bir sebep bulamıyorum.
İstanbullu olmak otoparkın neden ücretsiz olduğuna anlam verememektir diyerek otelimize doğru yola koyulduk. Odalarımıza yerleştiğimizde, burayı hızlı geçmem gerekirse benim küflü bikinim yüzünden ufak çapta bir oksijen problemi yaşadık. Neyseki yeri geldiğince küflü peynirlere dünyanın parasını veriyorsunuz diyerek anlamsız bir şekilde üste çıkmaya çalışsam da, bu bikiniyi çöpe atacağım poşete yazık diyerek, Serdar Ortaç’a da minik bir selam çaktım. Karga kardeşler bile mamalarını yemeden yola çıktığımız için doğru dürüst bir kahvaltı yapamamıştık. Şükela bir kahvaltıyla bu tatile harika bir başlangıç yapalım dedik ve deniz kenarında bir restorana oturduk. Beş kişilik kahvaltı söyledikten sonra, akıllara bombastik bir soru takılmıştı. Menemen de kahvaltıya dahil mi? Ardından sesler teker teker yükselmeye başladı. Çaylar da kahvaltıya dahil mi? Kahveler de kahvaltıya dahil mi? İstanbul’dan gelen insanlar olarak, anlaştığımız kişi başı kahvaltı fiyatını, türlü ekstralarla aşarak şoking bir hesapla karşı karşıya kalmak istemiyorduk. Bizim masayla ilgilenen kişi, sakin olun şampiyonlar dercesine yüzümüze bakıyor ve her sorumuza “dahil efendim” “ ne isterseniz, dert etmeyin efendim” şeklinde cevap veriyordu. Adama tam güveneceğiz ama bir gülme geliyor ve İstanbullu olduğumuzu hatırlıyorduk. Ve tekrar tekrar teyit aldık, söylediğimiz her şey 30 TL’nin içinde dimi!
İstanbullu olmak, her restoranda kazıklanacağını düşünüp gardını almak demektir diyerek, dünyanın en büyük ve en kahvaltıya dahil olan menemenini bitirip plaja doğru yola çıktık. Plaja geldiğimizde cüzdanlarımızı çıkardık ancak ödeme yapabileceğimiz her hangi bir giriş veya sorumlu bir kişi bulamadık. Oradan geçen birilerine “ plaja giriş için nereye ödeme yapmamız gerekiyor?” diye sorduk ama “ yazııııık bunlar İstanbul’dan geliyor herhalde” bakışlarının ardından plaja girişin ücretsiz olduğunu öğrendik. Bir yaşımıza daha girmiştik… Plaja giriş ücretsiz ama şezlonglardan alacakları parayla her halde acısını çıkarırlar diye düşünmeden edemedik. Sonuçta biz İstanbulluyduk, hiçkimseye güvenemezdik. Bu yüzden yanımıza açılan kapanan sandalyelerimizi de aldık. Ama şezlongların 10 TL olduğunu öğrenince ne yalan söyleyeyim utandık.
“Su soğuk ama girince alışıyorsun” isimli şarkıma klip çekerken, fazla kilolarımla kameralara yakalandıktan sonra, dünyanın en güzel güneşini batırmak için polente fenerine gittik. Neden beş kişilik bir kız grubuyla tatilde olduğumu sorguladığım dakikalardaydık. Aşırı romantik bir yerdi ve bir daha gelinecek yerler listesine adını altın harflerle yazdırmıştı. Batarken güneş ardında tepelerin elveda vakti geldi teletabilerin diyerek polente fenerinden ayrıldık. Grubun yemek işlerinden sorumlu devlet bakanını bir panik hali sarmıştı. Güneşi batıracağız diye akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığımız saati kaçırmıştık. Acaba rezervasyonumuz iptal olmuş muydu? Ya tüm masalar hemen dolup taştıysa ve biz saatlerce boş masa beklemek zorunda kalırsak kuyruklarca diye düşünmeden edemiyorduk. Acaba bu akşam aç mı kalmıştık? Panikle restoranı aradık ve güneşin ne kadar güzel battığından bahsedip, rezervasyon saatimizi geciktirdiğimiz için bin bir özür diledik. Ardından bize ivedilikle başka masa ayarlamaları için yalvardık. Konuştuğumuz kişi şoka girmiş olmalı ki bir süre sessiz kaldı ve usulca masamızın bizi beklediğini iletti.
İstanbullu olmak rezervasyon saatini geçirince panik olmayı ve kuyruklarca boş masa beklemeyi göze almayı gerektirirdi diyerek restoranın yolunu tuttuk. Güneşi batırırken milyorlarca fotoğraf ve video çektiğimiz için telefonlarımızın şarjı bitmişti. Restoranda telefonlarımızı şarja bıraktık ama uzun bir süre telefonlarımız çalınmasın diye kontrol etmekten yemek yiyemedik. Garson halimize acımış olmalı ki, gönül rahatlığıyla yemeğimizi yiyebileceğimizi, burada evlerin kapılarının bile kitlenmediğini söyledi. İstanbul’da yaşayan insanlar olarak, herhangi bir yerin, evlerinin kapılarının kitli olmayacak kadar güvenli olacağına inanamıyorduk.
Tamam ya İstanbul’dan gelmiştik, hiçkimseye güvenmiyorduk ama artık ayıp etmeye başlamıştık. Bir an olsun kendimizi bırakalım, rahat edelim, sorgulamayalım İstanbul’da değil, Bozcaada olduğumuzu fark edelim dedik ama hesap geldiğinde “ nakit yoksa, yarın sabah havale yaparsınız” diyen garson yüzünden adadaki son şokumuzu yaşadık. Hadi biz İstanbulluyuz siz dahil hiç kimseye güvenmiyoruz, siz bize neden güveniyorsunuz kardeşim diyemedik. Belki yarın sabah paranızı ödemeden bu adadan çekip gideceğiz hiç diyemedik. İnsanlar o kadar tatlı, o kadar güvenilir, o kadar huzur dolu bir yerde yaşıyordu ki, onları da kendi karmaşık, gürültülü ve kirlenmiş hayatlarımızla lekelemek istemedik.
Tatil dönüşü çok daha iyi anladık ki, bizi bu şehrin koşuşturmacası, kalabalıklar, iş hayatlarımız sadece fiziken yormamış. Biz ruhen de bayağı yorulmuşuz. Hiç kimseye güvenmeyen, sürekli diken üstünde olan, devamlı bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar haline dönüşmüşüz. O yüzden karar verdik, böyle tatlı, minik, huzurlu, mutlu ve güvenilir insanların yaşadığı yerlere daha sık gitmeyecek adeta “kaçacaktık” ve hatta sığınacaktık. En azından iki gün, hiç kimsenin bir yerlere yetişmek için koşturmadığı, kapısı kitli olmadan rahat uyuduğu yerlerde nefes alacaktık. Bugün pazartesi, belki birçoğunuz çoktan iş başı yaptı, iki arada bir derede bu yazıyı okuyor. Belki bir çoğunuz işe gitmek için 1.köprüyü kullandığı için hala trafikte, bari trafiği #denizzasiri bir hikaye okuyarak değerlendireyim diyor. Şu koşuşturmalı hayata kısa bir mola verme fikrini bir düşünün derim. Alternatif bir hayat her zaman mümkün! Hiç kimseye güvenmiyor olabilirsiniz, ama bana güvenin =) Haa Bozcaada fotoğraflarımı merak edenleri @denizzgok instagram hesabımda beklerim. Mutlu haftalaar. Örtmen geldi byee…
Paylaş