Kime sorarsanız sorun cari açığın yılsonunuda 20 milyar doları aşacağını ama bunun sorun yaratmayacağını çünkü finansman kısmında sıkıntı olmadığını söylüyor.
Kime sorarsanız sorun enflasyonda yaz ayalarında enerji fiyatları ve Türk Lirası’nın değer yitirmesi nedeniyle bir yükseliş yaşanacağını ama yılsonunuda yüzde 8’lik hedefin tutturulacağını ve hatta bu seviyenin altında bir enflasyon rakamı görüleceğini söylüyor.
Kime sorarsanız sorun Türkiye’nin IMF ile ilişkilerinde bir sorun olmadığını ve Meclis açıldığında eksik kalan yasaların ivedelikle çıkarılıp birinci gözden geçirmeninin tamamlanacağına ilişkin inançlarının tam olduğunu söylüyor.
Ama bunları söyleyenler aynı zamanda 3 Ekim sonrası müzakere sürecinin çok zorlu geçeceğini ve hatta bu süreçte ciddi sıkıntılar çıkabileceğini de söylüyor.
Cari açığın finasmanında portföy yatırımlarının yani sıcak paranın payının yüksek olmasının kırılganlık yarattığını da söylüyorlar.
Enflasyonunu tek haneli rakamlara inmesinin ardından bize şimdi küçük gelen rakamların aslında ciddi sıçramalar anlamına geldiğini ve bundan sonra enflasyonla mücadelenin eskisine kıyasla daha zor olduğunu da söylüyorlar.
IMF ile ilişkilerde gecikmelerin ciddi bir itibar sorunu yarattığını da söyleyenler var elbette.
Yatırım yapacaksanız bu tartışmalarda hangi tarafın fikrine yakın olduğunuzu netleştirmeniz gerekli. Çünkü artık türkiye piyasaları ekonomik verilerden çok bu tartışmaların etrafında dönüyor.
Bugüne dek petrol fiyatlarının yükselişini yorumluyorken özellikle üzerinde durduğumuz noktalardan biri de talep artışı meselesi oldu. ABD, Almanya, Japonya gibi dev ekonomilerin büyümelerine paralel her yıl artan petrol talebinin yanısıra Çin ve Hindistan gibi hızla büyüyen yeni ekonomilerin tüketiminin de eklenmesi ile petrol arzı talebi karşılayamaz hale geliyor. Bu durum da Çin ve Hindistan gibi ülkeler için fiyatın ötesinde bir sorunu, arz sorununu ortaya çıkarıyor.
Bu meseleyi uzun zaman önce farkeden Çin hükümeti gelecek yıllardaki ihtiyacını garanti altına almak için bir kaç yıldır çözüm arayışları içine girmiş bulunuyor. Bunun için de dünyanın dev petrol şirktelerini satın alarak kendisini garanti altına almak istiyor.
Küreselleşme hikayemiz de burada başlıyor.
Dün Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Kanada merkezli ama Asya’da faaliyet gösteren PetroKazakhstan isimli petrol şirketini 4.2 milyar dolara satın aldığını açıkladı.
Tam bir küreselleşme düğünü; Çinli şirket Kanada merkezli bir Kazak şirketini satın alıyor.
Hikaye bu kadarla kalsa bile küreselleşmenin ve enerji politikasının önemini anlatması açısından yeterli olurdu ama işin eveliyatı da mevcut.
Enerjide dışa bağımlı olan Çin’in hükümeti daha önce de CNOOC isimli bir başka petrol şirketi aracılığıyla Amerikalı Unocal isimli şirketi satın almak istemiş, en yüksek teklifi vermesine ve satın almanın gerçekleşmesi durumunda gelecekte ABD’nin ihtiyacını karşılayacağını garanti etmesine rağmen satış Temsilciler meclisi’nde “ulusal güvenlik” endişeleriyle veto edilmişti. Üstelik CNOOC’nin Unocal için tam tamına 18.5 milyar dolar teklif etmişti.
Elbette ki CNPC’nin şirketi alabilmesi için halka açık PetroKazakhstan şirketinin ortaklarının onayı gerekiyor. Şirketin yüzde 21’ine talip olan CNPC hisse başına 55 dolar ödemeyi kabul ediyor ama yine de zayıf da olsa Amerika’dakine benzer nedenlerle bu satışın gerçekleşmemesi ihtimali bulunuyor.
Petrol fiyatlarının ulaştığı seviye endişe verici olmaya başladı. Brent türü hampetrolün varil fiyatı tarihinde ilk kez 64.3 dolar seviyesine yükseldi. ABD hafif hampetrolünün varil fiyatı da dün 65.23 dolar seviyesi ile tarihinin en yüksek seviyesini görmüş oldu.
Durum bugün de farklı değil. Brent petrolünün varil fiyatı hala 64.2’li seviyelerde, ABD petrolünün varil fiyatı ise 65 doların üzerinde gezinmeye devam ediyor.
Petrol fiyatının neden yükseldiği konusunu defalarca incelediğimiz için tekrara gerek duymuyorum. Ama bu son yükselişin ABD’de rafinerilerin tam kapasite çalışmaması ve dün açıklanan benzin stoklarının beklenenin bir hayli üzerinde düşmüş olması gibi gelişmelerden destek aldığını söylememiz gerek.
Tabii ki petrol fiyatları belirli seviyeleri aşınca ya da yükseliş trendine girince sadece emtia olarak değil yatırım aracı olarak da yoğun biçimde kullanılmaya başlıyor. Daha doğrusu her zaman için petrol kontratları birer yatırım aracı olarak kulalnılıyor ama böyle zamanlarda bu piyasadaki işlem hacimleri normal zamanların 5-6 katına kadar çıkabiliyor.
Örneğin petrol fiyatlarında yine hızlı bir yükseliş gördüğümüz Temmuz ayı ortalarında fiyat penceresindeki işlemlerin gelişmiş bir ülke borsasını aratmayacak bir hız, yoğunluk ve işlem hacmi ile gerçekleştiğini izledik. Bu son yükselişte de spekülatörlerin etkisinin yine çok yüksek olduğunu söylememiz gerekiyor.
Petrol fiyatlarının yükselmiş olması dünya borsalarında başta ABD olmak üzere ciddi değer kayıplarına neden oluyor. Bunun nedenleri arasında öncelikle küresel ekonominin bu yükselişten olumsuz etkileneceği endişesi var. Bir de spekülatörlerin ve fonların ellerindeki sıcak parayı menkul kıymetlerden petrol kontratlarına kayması sorunu var.
Türkiye açısından bakılınca; petrol fiyatlarının bu kadar hızlı yükselmesi cari açık, enflasyon gibi alanlarda ekonomik gidişatı olumsuz etkileyeceği için sıkıntı yaratıyor.
Petrol fiyatlarının şu an bulunduğu seviyeler çok ciddi sorunlara yol açabilir. Ama üç hafta önce İran petrol bakanının “fiyatların 70 dolara çıkmasını bekliyoruz” açıklamasını hatırlayınca daha göreceğimiz çok şey var demekten de kendimi alamıyorum.
Merkez Bankası, cari işlemlerin Haziran ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 58.4 artışla 2.3 milyar dolar açık verdiğini, yılın ilk yarısındaki açığın da geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 38.3 artışla 13.7 milyar dolar olduğunu açıkladı.
Haziran ayı verisi ile birlikte 12 aylık kümülatif açık 19,3 milyar dolara yükseldi.
Bu rakamların piyasa ve bir çok uzman tarafından fazla önemsenmemesinin sebebi ne acaba? Çünkü veriler oldukça ciddi bir sorun yaşanabileceğini işaret ediyor. Mesela 2005 yılının ilk altı ayında ulaştığımız rakam 13.7 milyar dolar. Oysa geçen yılın tamamında 15.5 milyar dolarlık bir açık verilmişti ve geçen sene de cari açığın risk oluşturabileceği sık sık dile getiriliyordu. (Geçen yıl bir kaza yaşanmamış olması bu yıl bizi güvende kılmıyor.) Şimdi yılsonunda 20 milyar dolar gibi bir cari işlemler açğı rakamına ulaşılabileceğinden bahsediliyor. Ekonominin yüzde ortalama yüzde 5 büyüyeceğini düşünürsek 20 milyar dolarlık rakam GSMH’nin yüzde 6’sı gibi bir seviyeye denk gelecek ki bu da tehlike sınırı olarak kabul edilen yüzde 5’in bir hayli üzerinde bir rakam.
Bir çok insan cari açığın finansmanında sorun olmadığını belirtiyor. Örneğin ithalat ve ihracattaki yavaşlama nedeniyle gelecek aylarda cari açık rakamının küçüleceğini ve tehlike sınırının dışına çıkacağını söyleyen uzmanlar var. Turizm gelirlerinde ciddi bir artış var. Özelleştirme gelirleri ise tarihi rekor seviyelere ulaşıyor. Uzmanlar dış ticaretteki yavaşlama konusunda haklılar ama ihracatın ithalattan daha hızlı yavaşladığını ve bunun da dış ticaret açığını yani aradaki farkı daha da artırdığını görmezden geliyorlar.
Yabancı yatırımcıların elindeki menkul kıymetlerin tamamı 45 milyar dolara yaklaşmış durumda. Oysa bu rakam 2003 sonu itibariyle 16 milyar dolar seviyesindeydi. Bu sermaye girişi cari açağın finansmanında çok ciddi bir öneme sahip. Ama...
Yabancı yatırımcıların elindeki menkul kıymetlerin Merkez bankası rezervine oranı yüzde 100’ün üzerine çıkmış durumda. Yani bu paranın bir kısmı bile bir anda çıkmaya karar verirse bunun kuru nasıl tetikleyeceği 2001 krizinden bu yana herkesin gayet iyi bildiği bir durum. Ayrıca yukarda verdiğimiz yabancı sermaye merkez bankası rezervi oranı da bu sermayenin tamamının ülkeden çıkmaya karar vermesi durumunda, pratikte pek mümkün olamasa da, Merkez Bankası’nın bu çıkışı karşılayacak gücünün olmadığını gösteriyor.
Ayrıca...
Sadece Haziran ayına bakarsak; 2.35 milyar dolarlık açık rakamına karşı rezerv 4.9 milyar dolar artmış. Bunun 5.4 milyar doları kayıt altına alınan rakam. 5.4 milyar doların içinde Hazine'nin eurobond ihracıyla aldığı 1,25 milyar dolar ve bankaların sendikasyon kredileri yoluyla giren 2.7 milyar dolar da yer alıyor. Geri kalan 2.7 milyar dolar ise nereden geldiği bilinmeyen para. Amerikalılara göre bu parayı Suudi sermayesi Türkiye’ye sokuyor ve Türkiye’deki yatırım olanakları ama asıl olarak 11 Eylül sonrası gelişmeler bu paranın girişini tetiklemiş. Burada gözardı edilen ise bu paranın geldiği hızda çıkabilecek olması. Sadece net hata noksan kalemindeki değil doğrudan yabancı yatırım dışındaki tüm girişler bir anda tersine dönebilir.
Örneğin sanayi üretim rakamları bu sabah açıklandı. Buna göre Haziran ayında yüzde 1.6’lık bir artış var. Yılın ilk altı ayındaki sanayi üretimi rakamı ise yüzde 4.5. Bu verilerden hareketle ekonomide son üç yıldır izlediğimiz patlamanın yerini sakin bir seyre ya da başka bir deyişle daha düşük bir büyüme hızına bırakacağı aşikar. Hele de alt sektörlerdeki yavaşlama ve azalma daha ilgi çekici: Örneğin üretim tekstil ürünleri imalatında yüzde 7, 9, kok kömürü ve rafine edilmiş petrol ürünleri imalatında % 5, 1, kimyasal madde ürünleri imalatında % 3, 1, kağıt ve kağıt ürünleri imalatında yüzde 26, 2, ana metal sanayiinde yüzde 1, 9, radyo, televizyon haberleşme cihazları imalatında yüzde 24, 7 geriledi.
Bu hafta cari açık rakamları açıklanacak. Bualanda da yine rekor seviyelerin sürmesi ve yıl sonu cari açık rakamının 20 milyar dolara ulaşması bekelinyor. Büyüme hızı düşerken cari açığın artması yılsonu itibsariyle GSMH cari açık oranını yüzde 5’in üzerine çekebilir. Ama iç ve dış para akımlarının yönü incelendiğinde cari açığın finansmanında şimodilik bir sıkıntı görünmüyor.
Yarın Merkez bankası para politikası faiz kararını açıklayacak. Ayrıca yayımlayacağı enflasyon ve görünüm raporu da yine piyasa uzmanları tarafından satır satırz incelenecek. Merkez bankası’nın geçen ay yaptığı uyarılar hala herkesin aklında. Şimdi bu uyarıların yeni raporda yer alıp almayacağı, alacaksa tonunu bir önceki rapora göre daha mı sert yoksa daha mı yumuşak olacağı yakından izleniyor
3 Ekim öncesi türkiye tartışmaları da yine gündemde ama bu kez iyi bir haberle. Avrupa Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn dün Türkiye’ye destek çıkan bir açıklama yaptı. Alman Bild am Sonntag gazetesine verdiği demeçte Rehn, "Adil olmalıyız ve sözümüze bağlı kalmalıyız; Türkiye'nin AB'nin katı şartlarını yerine getirmesi halinde müzakerelere başlayacağız" dedi. Cumartesi günü özeti yayınlanan ve Pazar günü gazetede çıkan açıklamada Rehn sözlerini, müzakereler için "Kıbrıs'ın zımni tanınması şartlar arasında yer almıyor" diye sürdürdü ve "AB'nin bütün üyelerinin anlaşmamıza bağlı olması halinde ki benim tavsiyem de budur, 3 Ekim'de müzakerelere başlayabiliriz" dedi.
Bu arada petrol fiyatlarının da 62 dolar seviyesindeki seyrini sürdürdüğünü bunun sıcak paranın adresinden içerde enerji maliyeleri ve enflasyona kadar bir dizi risk unsurunu azdırmaya meyyal olduğunu da unutmayalım.
Ama tüm bu verilere rağmen piyasaya para girişi sürüyor. Görünen o ki, kar realizasyonu sürecinin tamamlanmasının ardından 30 binin üst sınırına yani 40 bine doğru yeni bir orta vadeli trend yaşanması olasılığı yükseliyor.
Türkiye’nin Ankara Anlaşmasanı yani Gümrük Birliği’ni Avrupa Birliği’nin yeni üyelerini de (tabii ki asıl önemli olan Güney Kıbrıs olmak) kapsayacak biçimde genişleten ek protokolü imzalamasının ardından Fransa’dan yükselen sesler Türkiye’nin canını sıkmaya başladı.
Türkiye ek protokolü imzalayarak 3 Ekim sürecine ilişkin son pürüzü de ortadan kaldırdığını düşünüyorken Önce Haider’in aşırı sağcı partisinden parlamentoya giren Avusturya Başbakan yardımcısı Gorbach, ardından Fransa Başbakanı Dominique De Villepin, kimi iddialara göre Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve dün de son olarak Fransa Dışişleri Bakanı Philippe Douste-Blazy’nin Türkiye'nin Güney Kıbrıs'ı tanımamasının kabul edilemez olduğu ve bunun müzakerelerin önünde engel oluşturduğu açıklamaları ile şoke oldu.
Bu şoku Başbakan Erdoğan’ın Chirac ile yaptığı telefon konuşmasını kamuoyuna açıklamasından da gayet net biçimde anlıyoruz. Başbakan kısaca “bize başka kendilerine başka türlü konuşuyorlar” diyerek ve üzüldüğünü belirterek Chirac’ın ve Fransa’nın tavrını eleştirdi.
Gazatelerden okuduklarımıza bakılırsa Türkiye Dışişleri, bu son gelişmeler üzerine Fransa’nın Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan diğer ülkeleri de yanına alarak 3 Ekim’e kadar olan süreçte Güney Kıbrıs’ın resmen tanınmasını yeni bir koşul olarak öne sürmesinden korkuyor.
Gerçi Chirac ve Villepin’in bu çıkışı içerde popülaritesi hızla artan UMP Başkanı ve Maliye Bakanı Nicholas Sarkozy’nin başını çektiği muhalefetin liderliğine oynama anlanıma geliyor ama türkiye için de yıkıcı etkisi gözardı edilemeyecek kadar yüksek.
AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirileri bu kadarla da kalmıyor. Fener Rum Patriği
Bartholomeos’un “çocuk kampı açmamıza izin verilmiyor” diyerek Türkiye’yi şikayet etmesinin hemen ardından Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, dini vakıflarla ilgili yasal düzenlemelerde gayrimüslim toplulukların hakları konusunda AB standartlarının karşılanmadığı yönünde Türkiye'ye bir mektup gönderdiğini bildirdi. AB Komisyonu Sözcüsü Amadeu Altafaj Tardio düzenlediği basın toplantısında, "Bugün Türkiye, Avrupa Birliği'nin üyesi olmakla ilgili kriterlerin tamamını yerine getirmekten oldukça uzaktır. Din özgürlüğü, bizim için en yüksek önceliğe sahiptir ve müzakerelerdeki temel noktalardan biri olacaktır" dedi.
Bugünkü gazetelere bakın. Türkiye’nin önde gelen köşe yazarları ve AB savunucuları “B Planı yapılmalı, önemli olan süreçten faydalanmak, Kıbrıs şartı canımızı sıkabilir” diyerek durumun pek de tahmin edildiği kadar olumlu olmadğnı ortaya koyan yazılar yazmış.
Fransa Başbakanı Dominique De Villepin’in “Türkiye Güney kıbrıs’ı tanımadan müzakereler başlamamalı” açıklamasına dün Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’tan da destek geldi. Fransız Le Figaro gazetesi dün ismi açıklanmayan bakanlara dayanarak verdiği haberinde Chirac'ın Salı günkü kabine toplantısında Villepin'e katıldığını söylediğini bildirdi. Gazete söylenenlerin özü olduğunu ifade ettiği cümlesinde, "Başbakan'ın da dediği gibi, Birliğin üyelerinden birini tanımayan bir ülkeyle müzakerelerin başlatılması tahayyül edilemez" ifadesine yer verdi.
Temmuz ayında enflasyon beklentilerin de altında gerçekleşti. Tüketici fiyatları yüzde 0,57, üretici fiyatları ise yüzde 0.74 oranında gerileyince yıllık enflasyon tüketici fiyatlarında yüzde 7.82’ye, üretici fiyatlarında ise yüzde 4.26 seviyesine gerilemiş oldu. Bu rakamlarla son 37 yılın en düşük enflasyon seviyesine de ulaşıldı. Enflasyondaki gerilemenin en önemli nedeni ise tarım ve gıda fiyatlarındaki gerileme. Burada önemli bir mevsimsellik etkisi sözkonusu yani yaz aylarının bereketi ve Rusya ambargosu nedeniyle tarım ve gıda fiyatları ciddi oranda ucuzladı. Ayrıca temmuz ayı içinde maku zammı olmadığı için elektrik gaz ve suda fiyat değişmedi. Bu arada kira ve eğitim harcamalarındaki yükseliş eğilimi son iki yıldır olduğu gibi devam ediyor.
Bugün piyasaların gündeminde bu iki haber var. Bu iki haberin de birebir etkisini piyasa rakamları üzerinde görmek mümkün. Chirac’ın Villepin’i desteklediği iddia edilen sözleri piyasalar üzerinde hemen hemen hiç bir etki yapmazken son üç gündür kar satışlarının etkili olduğu piyasada enflasyon rakamlarındaki iyimserlik yeni bir yükseliş dalgası yarattı ve enedksi 30 bin puanı aştı hatta 30 bin 250 puan ile yeni bir tarihi zirveye imza attı. Ama bu tarihi zirve daha önceki rekorlarla kıyaslandığında daha düşük bir işlem hacmi ile gerçekleşti. Bu nedenle de kar satışının henüz sona ermediğini ve önümüzdeki günlerde endeksin yeniden 29 bin 900 puana sarkabileceği düşünülüyor. Fakat ne temel trendde ne de oyun kurgusunda değişen bir şey yok.
Türkiye’nin Ankara anlaşmasını genişleten protokolü imzalamasının ardından yamıladığı deklerasyon bu yönde açıklamaların geleceğini ve piyasanın da buna olumsuz tepki vereceğini anlattığım “Gözü tamamen kapalı” başlıklı yazım bir çok oyuncunun tepkisini çekti. Oysa son gelişmeler haklı çıktığımı gösteriyor.
Dün Fransa Başbakanı Villepin ve Avusturya Başbakan yardımcısı Gorbach’ın açıklamaları sonrası İMKB 100 Endeksi’nin 29 bin 400 puan seviyesindeki desteğine kadar gerilemiş olması hatta seans içinde bu seviyenin bile altına inmiş olması gözlerin yavaş yavaş açılmaya başladığını gösteriyor.
Öncelikle; Avrupa Birliği’nin resmi organlarının Türkiye’nin Güney kıbrıs’ı tanımıyoruz dediği deklerasyona bir yanıt verip vermeyeceği verirse bu karşılığın nasıl bir karşılık olacağını bu ay ortasındaki AB büyükelçilerinin ve Eylül ayı başındaki AB dışişleri bakanlarının toplantılarında netleşecek.
Eğer herşey kitabına uygun devam ederse Türkiye’nin 3 ekim tarihinde müzakerelere başlaması gerek. Zaten dün Reuters haber ajansına bir açıklama yapan hükümet yetkilisi Fransa Başbakanı Villepin’in yaptığı açıklamanın 17 Aralık’ta alınan karar çerçevesini ihlal ettiğini bu nedenle müzakereler önünde bir engel oluşturmadığını söyledi.
Ama uluslararası çevrelerde erteleneceği bir iki haftadır bilinen Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in türkiye ziyareti ile ilgili kesin erteleme haberinin bugün gelmiş olması bile deklerasyona tepki olarak algılanıyor.
İşte bu ahval ve şerait içinde piyasa oyuncuları da yeni bir oyun kurgusu oluşturmaya başladı...
Bir kere endeks 29 bin 935 puan seviyesine ciddi alımlarla geldi. Hem yerli hem de yabancı oyuncular boğazlarına kadar mala gömülmüş durumda. Bu oyuncuların alımlarındaki tek beklenti 3 ekim’de tam üyelik müzakerelerinin başlayacak olması. Endeks 30 bin puanı aşmadan ya da bu seviyeye gelmeden yapılacak harhangi bir olumsuz yorum düne kadar çok hoşlarına gitmiyordu. Şimdi ise yeni bir oyun kurguisu var. Bu oyun kurgusu ise şöyle:
3 Ekim’e kadar her olumsuz haberde önce piyasa satışlarla aşağı çekilecek sonra çok daha ucuz maliyetlerle alım yapılarak satılan hisse senetleri yerine konulacak. Bu arada küçük yatırımcının elindeki hisseler de kendi portföylerine aktarılmış olacak.