Sürpriz Merkez Bankası’ndan geldi ve kısa vadeli faiz yüzde 22’den yüzde 20’ye çekildi. Bu indirim hem zamanlama hem de miktar olarak sürpriz oldu. Bu indirimle birlikte faiz hemen 1 puan gerileyerek gösterge kağıtta yüzde 24,5 seviyesini indi. Bugünün biraz kar satışlarıyla geçeceğini düşünen analistler yarın ya da öbürgün faizin yüzde 23.5 seviyelerine kadar inebileceğini de belirtiyor.
Borsa ise coştu.
Endeks 21 bin 300 direncini bir solukta aşarak 21 bin 500’lerin üzerine çıktı. Üstelik bu yıl içinde neredeyse hiç görmediğimiz kadar yüksek bir işlem hacmi ile... Birinci seansı 800 trilyon civarı bir işlem hacmi ile tamamlayan piyasada toplam işlem hacminin gün sonunda 1 milyar doarı geçmesi büyük bir olasılık.
Üstelik son bir haftadır yaşanan para girişi hızlanarak devam ediyor. Son dönemde genelllikle seçici alım yapan yabancı yatırımcıların da yine seçici olmakla birlikte işlem yaptıkları hisse senedi yelpazesini genişletmekte oldukları göze çarpıyor. Yine birinci seans sonu itibariyle piyasada bekleyen emirlerin de 12 trilyon lira artı seviyeyi gösterdiğini hatırlatalım. Bu durum da alım eğiliminin devam etttiğini gösteriyor.
Yine bugünkü seansa ilişkin olarak 21 bin 600’ler seviyesinden kar satışlarının geldiğini ama bunların büyük bir iştahla karşılandığını görüyoruz.
Tüm bu verilerin üzerine bir de teknik analizi ekleyelim. Bundan sonra kısa vadeli dirençlerin kolay aşılabileceğini düşünüyoruz. Yani endeksin önündeki şimdiki en önemli direnç 23 bin 350 puan seviyesinde bulunuyor. “Borsanın zamanı geliyor” yazımızda belirttiğimiz gibi...
Arada kar satışları gelebilir. Bu trendin değiştiği anlamına gelmeyecek. Tam tersine bir çok oyuncu tarafından alım fırsatı olarak kullanılacak.
Önümüzde genel trend anlamında değil, piyasanın yapısından kaynaklanan bir büyük risk var. 16 binli seviyelerden bu yana mal taşıyan yerli yatırımcı yabancı ve yeni yatırımcı girişini satış ve karlarını realize etmek için fıırsat olarak kullanabilir. Bu da nereden bakarsanız bakın 2000 puanlık bir düşüş yaratabilir. Fakat bu durum gerçekleşse bile satış yapan yerliler yükselen bu piyasada dönüp yeniden alım yapma hevesine düşeceği için temel trend değişmeyecektir.
Bugün, Türkiye’nin de Türkiye ekonomisinin de, Türkiye piyasalarının da yeni bir döneme başladığı ilk gün. Türkiye’nin bundan sonraki yeni hayatının ilk günü. Ama bu tür “romantik” bir başlangıç, bundan sonra işlerin iyi gitmeye başlayacağının ya da herşeyin eskisinden daha iyi olacağının işareti değil. Amerikan güzeli filmi örneğinde gördüğümüz gibi....
Yeni dönemin başlama vuruşunu AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Türkiye’ye gerçekleştireceği ziyaretle yapmış oldu.
Daha önce defalarca Türkiye’ye gelen Verheugen’in bu ziyareti diğerlerinden farklı. Verheugen açıkça Türkiye’yi “denetleyeceğini” söylüyor. Ve biz de ilk defa bunu milli hassasiyet çerçevesinde değerlendirmeden kabul ediyoruz. Çünkü artık eksen Ankara değil. Brüksel.
Saat 11:00 itibariyle Türkiye’ye gelen Verheugen alana iner inmez Dışişleri Bakanı Gül ile birlikte ortak bir basın açııklaması yaptı. Saat 11:17 itibariyle konuşmaya başlayan Verheugen son dönemde Türkiye’ye yönelik tavrındaki olumlu değişikliğin devam ettiğini gösterdi. Zina’nın suç sayılması ile yasa değişikliği tartışmasının halen Meclis’te olduğunu ve yasal süreç izlerken tartışmanın doğru olmadığını söyleyen Verheugen bu konuda sert mesajlar bekleyen çevreleri hayalkırıklığına uğrattı. İşkence konusunun gündeminde olacağını ve bu konuda olumsuz bir gelişme yaşanacağını düşünmediğini de söyleyen Verheugen, daha önceki “Türkiye’deki insan hakları örgütlerinden yoğun işkence ihbarları geliyor” sözlerine ise hiç değinmedi.
Verheugen konuşmasında daha önceki dönemde olduğu gibi yine “uygulama meselesine” değinmeden geçmedi. Vurguladığı bir başka konu da “masada müzakere için yeterli kritik kütlenin bulunduğu” noktasıydı. Yani artık kağıt üzerinde Türkiye’nin müzakerelere başlaması için yapması gereken şeyler ayrıntı düzeyine inmiş durumda. Fakat bunlar sorunumuzu çözmüyor. Bundan sonra iş tek tek insanlar olarak Avrupalı olmakla ilgili. Bunu ne kadar başaracağımızı ise “zina” sorununu tartışmasında görüyoruz. Çünkü artık töre cinayeti de, bekaret kortrolü de, işkence de, gösterilerde polisin tutumu da, bilgi alma özgürlüğü de, eğitim de, kadınların iş hayatına katılımı da, AB üyesi olma sürecinin bir parçası olacak.
Sadece bu da değil üstelik. Bankacılık yassası, sermaye piyasası kuralları, KOBİ’lerle ilgili düzenlemeler, enerji üretimi, tarım, istihdam da aynı çerçevede değerlendirilecek.
Türkiye’nin ana ekseni Ankara’dan Brüksel’e doğru kayma hareketinde ilk adımı bugün attı. Gerisi nasıl gelecek. İzleyecek ve göreceğiz.
AKP hükümetinin başa geçmesi ile birlikte tek parti hükümeti, IMF programının devam etmesi ve AB beklentileri borsanın yeniden TL bazında 20 bin seviyelerine gelmesini sağladı. Ama bu seviye dolar bazında sadece 1.4 cent seviyesine denk düşüyor. Yani 1999 yükselişi ile kıyaslandığında ortamın ve değerlemelerin değiştiğini ve endeksin gidecek daha çok yolu olduğunu söylememiz gerek. Ama borsa macerasının buraya kadar olan kısmını zaten biliyorsunuz.
Yatırımcının asıl istediği bundan sonra ne olacağı konusunda kafasının açılması. Önümüzde iki kritik tarih var. Önce ilerleme raporunun açıklanacağı tarih 6 Ekim borsa yatırımcısı için ilk kazanç fırsatını sunacak. Borsada üç gündür izlediğimiz işlem hacmi artışı, yeni yatırımcı ve para girişi ve endeks yükselişinin temel dinamiğini bu beklenti oluşturuyor. Bundan sonra 6 Ekim’e kadar dalgalı da olsa endeksin yukarı yönde gittiğini göreceğiz. Bu yükselişin TL bazında 23 binli seviyelere kadar gitmesinin önünde hiç bir engel yok.
6 ekim tarihinde rapor açıklandıktan sonra ise bir satış gelmesine neredeyse kesin gözüyle baktığımızı söyleyelim. Ya da raporun içeriği veyahut ne anlatmak istediği konusunda kamuoyunun kafası netleştikten sonra. Ki bu da 6 ekim öncesinde bile olabilir. Türkiye’de olduğu gibi AB’de de raporların önceden basına sızdırılması alışılmadık bir olay değil. Bu olası düşüşün nedenini ise tahmin etmeniz zor değil. Beklenti satın alınır gerçekleşme ise satılır.
Ardından kasım başlarından itibaren bu kez de 1 Aralık’taki görüşmelere yönelik olarak bir yükseliş dalgasının başlayacağını söylemek gerek. Bu yükselişin de endeksi dolar bazında 2.5 cent seviyelerine kadar çekmesi bile olası. Bu da TL bazında 30 binli seviyelerin bile üzerine denk geliyor.
Tabi bu en iyi senaryo. Yani IMF ile yeni bir stand-by anlaşmasının imzalanacağı ve AB’nin 2005 Haziran’ında tam üyelik müzakerelerine başlama kararını vereceği varsayımlarına dayanıyor. Bunun dışındaki her senaryo tüm bu söylediklerimizi tersine çevirecek kadar güçlü bir trend değişikliğine işaret ediyor. Genel beklenti ise iyimser senaryonun ağır bastığı yönünde. Yani piyasa uzmanlarına göre riskin az getiri olanağının ise yüksek olduğu bir dönem başladı. O yüzden zaman borsanın zamanı gibi görünüyor.
Aslında bu duruma en geniş anlamıyla baktığımızda sevinilecek pek bir şey yok. Sonuçta yine özkaynaklarımızla değil borçla ekonomimizi finanse etmek zorunda kalıyoruz. Ama dış borçlanma iç borçlanmadan hem daha ucuz bir faizle gerçekleştiği hem de vadesi iç borçlanma ile kıyaslanamayacak kadar uzun olduğu için önemli bir finansman kaynağı. Şöyle ki yıllık bazda baktığımızda dış borçlanmada yüzde 4-5 gibi faiz rakamı ile 30 yıla vara vadelerde borçlanmamız mümkünken, içerde 15 puanlık reel faiz ve en fazla 2 yıl vade ile borçlanabiliyoruz.
2004 yılı da 2003 yılı gibi Türkiye için dış borçlanma açısından başarılı bir yıl oldu. Bir adet 30 yıllık dolar cinsi ve bir de 10 yıllık euro cinsi eurobond ihracı ile toplam 3.5 milyar dolarlık bir dış borçlanma sağladık. Bu yıl başında koyduğumuz dış borçlanma hedefi 5 milyar dolardı. Yani hedefi tamamlamak için 1.5 milyar dolarlık bir borçlanma daha gerçekleşebilir.
Üstelik bu borçlanma bu ay içinde olabilir. Neden mi?
2004 yılının ilk ayları gelişmekte olan ülkelerin yoğun olarak eurobond piyasasında girdiği bir dönem oldu. Özellikle de Ocak ayı. Ocakta, gelişmekte olan ülkeler toplam 12,520 milyon dolarlık eurobond ihracı yaptı. Ardından;
- Şubat ayında toplam: 2,036 mln $
-Mart’ta 3,146 mln $
-Nisan’da 5,094 mln $
90'ların sonlarına yaklaşıldığında ülke bir yönetim krizinin eşiğinde görünüyordu. Bir dönem tankların üzerine çıkacak ve Duma’nın bombalanması emrini verecek kadar kudretli görünan Yeltsin Baba yaşlanmış ve koltuğu bırakmaya karar vermişti. Ama Yeltsin veliahtını bir türlü bulamıyor ülke istikrarsız, kimisinin ömrü 1 ayı bile bulmayan hükümetlerle idare edilmeye çalışılıyordu.
Sonra Yeltsin sahneye kimsenin tanımadığı bir ismi çıkardı. 7 Ekim 1952'de Petersburg'da doğan, 1975 yılında hukuk fakütesini bitiren, ardından 15 yılını geçireceği KGB ile ilişkisi başlayan, Doğu Almanya ve Petersburg'da KGB ajanı olarak görev yapan, Sovyetlerin çöküşü ile albay rütbesiyle KGB'den emekli olan ve ardından siyasi kariyeri başlayan biri:
Vladimir Vladimiroviç Putin.
Kendisi siyasetçi olmadığını söylemesine rağmen Putin'in yükselişi çok hızlı oldu. Önce Petersburg yerel yönetiminde başkan yardımcılığına kadar yükseldi 1996'da ise Yeltsin ekibi tarafından Kremlin'e çağrılıp başdanışman oldu. 1998'de KGB'nin yerine kurulan Federal Güvenlik Servisi'nin başına geçti. Aynı yıl Devlet Başkanlığı Güvenlik Konseyi'nin sekreterliği görevine atandı.
Putin'in önce başbakan ardından da önce vekaleten ardından da seçimle devlet başkanı olduğu süreçte Rusya, moda deyimle oligarkların egemenliğine girmenin bir adım gerisindeydi. Yeltsin döneminin "alacakaranlık" özelleştirmeleri ile kısa sürede milyarlarca dolarlık serveti ve yatırımı kontrol etmeye başlayan oligarklar, ülkede inanılmaz boyutta bir siyasi etkinliğe sahip olmaya başlamıştı.
Putin başa geçtiğinde ilk yaptığı şey Yeltsin döneminde başlayan devletin küçültülmesi ve ademi merkeziyetçilik -desantralizasyon- sürecine son verip yetkileri yeniden kremline toplamak oldu. Bunu kimi kurumları etkisizleştirip kiminin de başına Petersburg Grubu ya da Güvenlikçiler olarak tanımlanan gruptan isimleri atadı. Komünist parti ve KGB üst yönetimindeki eski çalışma arkadaşından oluşan bu ekip, devletçi-ortodoks-rus parolası ile tanımlanıyordu. Kendilerine Novo Russkiy, Yeni Ruslar diyen güvenlikçiler, Putin'in Rusya'daki merkezileşme ve devleti güçlendirme operasyonunun önemli yapı taşları oldu.
Putin'in iktidara geldikten sonra yaptığı ilk açıklama, "sermaye etkisini iktidara dayatanlar bir sınıf gibi davranmaktan vazgeçmelidir" açıklaması, önce çok fazla ciddiye alınmadı. Ama ardından önce Berezovski ardından da Guzinski'nin mal varlıklarına el konulması ve yurtdışına kaçmak zorunda bırakılması Putin'in hiç de şaka yapmadığını gösterdi. Bu süreçte ikinci darbeyi yiyen oligarkların desteği ile yoğun bir Putin karşıtı muhalefet yürüten Rus medyası oldu. Medyanın üzerinden geçen silindir, etkisini tüm dünyada hissettirdi.
Putin'in verdiği "siz politikayla uğraşmayın ben de sizin servetinizin kaynağını sorgulamayayım" mesajını gayet iyi anlayan Rusya'nın yeni zenginleri ile Kremlin arasında 2000 yılı ortalarında zımni olarak imzalanan "centilmenlik anlaşması" sürecinde oligarklara herhangi bir müdahale gerçekleşmedi.
Önce AB takvimine bir bakalım. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen’in Sözcüsü Jean-Christophe Filori, mevcut durum itibariyle var olan takvime göre komisyonun Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılıp başlatılmaması yönündeki tavsiye raporu ve ayrıntılı incelemesini 6 Ekim’de sunacağını bildirdi. Bu rapor ile ilgili olarak ekonomi ve siyaset çevrelerinin bir hayli umutlu olduğunu söylememiz gerek.
Bu arada bu haftasonu Verheugen Türkiye’ye gelecek. Başta Güneydoğu illeri olmak üzere bir dizi yurtiçi geziye katılacak. Verheugen ayrıca başbakan ve dışişleri bakanı ile de görüşecek. Yine bu ziyarette genişlemeden sorumlu komiserin neler söyleyeceği yakından takip edilecek. Bugüne kadar Türkiye’nin AB üyeliğinin karşısında tutumu ile dikkat çeken Verheugen’in son dönemde ılımlı hatta Türkiye’ye destek veren açıklamaları ile dikkat çektiğini de hatırlatalım.
Arkasından da 17 Aralık tarihini bekleyeceğiz. Bu tarihteki toplantıda ise nihayet bir karar aşamasında olacağız. AB üyesi ülkeler hayatlarının bundan sonra nasıl devam edeceğinin kararını verecek, elbette Türkiye de aynı kararı verecek. Ama bu konuda da ekonomi ve siyaset çevreleri çok umutlu. Yani AB ile ilgili olarak aralık ayında müzakerelere başlama tarihinin belli olacağına kesin gözüyle bakılıyor.
IMF ile ilgili süreç ise daha belirsiz. Eylül ayı ortalarında bir IMF heyetinin Türkiye’ye gelmesi bekleniyor. Eğer bu tarihte bir oynama olmaz ve gelen heyetin eknomi bürokrasisi ile yaptığı temaslar sonrası 2005 ve sonrası için nasıl bir ekonomik program uygulanacağı ile ilgili bir kaç açıklama duyarsak o zaman piyasalarda hava daha rahatlayacak.
Arkasında 1-3 ekim tarihleri arasında IMF ve Dünya Bankası’nın Güz Toplantıları gelecek. Bu toplantıda Türkiye de Bakan Babacan başkanlığında bir heyetle temsil edilecek. Ve tabii ki gündem maddelerinden biri yine IMF ile Türkiye ilişkileri yani yeni ekonomik program olacak.
Net durumun ise yılsonuna doğru netleşmesini bekleyebiliriz. Hem IMF hem AB maceramızda...
Aradaki üç aylık süreç ise daha çok ekonomi ve siyaset çevrelerinin açıklamalarına bağlı olarak gelişecek. Sonrası içinse hakikaten çok çok farklı bir dönemin kapısı açılacak gibi görünüyor. Durum ne olursa olsun üstelik...
Uzmanlar stokların düşmesini bekliyordu ama açıklanan rakamlar stok seviyesinin değişmeden kaldığını gösterdi. Bu gelişmeler sonrasında brent perolü 41 dolara, ABD petrolü ise 43 dolar seviyelerine geriledi. Böylelikle tarihi zirvelerden 4-6 dolar arası bir düşüş yaşanmış oldu.
Bu arada bugün ABD’nin en saygın ekonomi gazetelerinden biri olan The Wall Street Journal manşetine bir haber çekti. Haberde global bankaların petrol fiyatlarının yüksek seyrinden istifade etmek için operasyon bölümlerinde hızla petrol alım-satım masaları kurmaya başladıkları belirtiliyordu. Burada bahsedilen fiziksel anlamda petrol değil. Bankalar petrol kontratlarını alıp satmak istiyor. Ama yine aynı haberde bu alanda çok ciddi bir talep oluşmaya başladığı için fiyatlar hızlı bir şekilde düşebilir. Bu düşüşün ilk adımını bu hafta içinde yaşadığımız gerileme net bir biçimde ortaya koydu. Bunun ötesinde bir gerileme olabilir mi sorusunun yanıtı ise daha önce saydığımız gelişmelerde gizli. Irak’taki sabotajlar ve terör tehdidi gibi gelişmelerin fiyat üzerinde ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu ölçmek mümkün değil. Ama aynı tehditlerin geçen yıl da var olduğunu düşünürsek düşük bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Asıl önemli olan nokta ise bence, Çin ve Hindistan’dan gelen yüksek talep ile petrol üzerindeki spekülasyonlar.
Örneğin bu sabah Irak’ta güney bölgesindeki ana rafineriye bir sabotaj düzenlendi ve 8 boru hattı bombalandı. Bu da ana rafinerinin petrol pompalama hacmini yarı yarıya düşürdü. Bunun fiyat üzerindeki akut etkisi sadece 20 sent oldu.
Oysa OPEC Başkanı Yusiantoro’nun bir ay önce yaptığı “yükselişe karşı elimizden bir şey gelmez” açıklaması fiyatı 2 dolar sıçratmıştı. Yusgiantoro’nun bugün de bir açıklamasını okuduk. OPEC Başkanı, 15 Eylül’deki toplantıda tüm OPEC üyesi ülkeler ve üye olmayan petrol üreticileri ile görüşeceklerini ve üretimi ne kadar artıracaklarının bu toplantı sonrası ortaya çıkacağını belirtiyor. Yusgiantoro ayrıca petrolde son günlerde görülen gerilemenin yeterli olmadığını ve bunu daha hızlandırmanın yollarının aranacağını ifade ediyor.
Bazı dönemlerde bazı konular ciddi bir biçimde moda haline geliyor ve hemen herkes bu konuyu tartışırken ekonominin diğer alanlarında neler olduğunu gözardı etme eğilimi içine geriyor. Eğer moda olan konu bir olumsuzluğa işaret ediyorsa sanki tüm dengeleri bozan ve Türk ekonomisinin seyri için tek önemli konu oymuş gibi davranıyoruz. Eğer olumlu bir gelişme ise de bu kez zafer çığlıkları atıp herşey güllük gülistanlıkmış gibi davranıyoruz.
Geçen yıl cari açığı neredeyse hiç konuşmadık. Sadece faiz dışı fazla rakamındaki gelişmeye veya net hata noksan kaleminde izlenen ülkeye giriş yapan kaynağı bilinmeyen döviz miktarına odaklandık.
Şimdinin moda konusu ise tüketici kredileri ve kredi kartları...
Bu konularda elbette bir sıkıntı var. Türkiye’de 22 milyon kredi kartı var. Ortalam 12 milyon kişi kredi kartı kullanıyor. Kredili alışverişler özellikle de taksit kampanyaları ile ciddi miktarlara ulaşıyor. Buna mukabil kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı 500 bine yaklaşıyor. Geçen yıl kıyasla borcunu ödemekte sıkıntı çekenlerin sayısı ciddi seviyelere yükseldi.
Bu alandaki gelişme elbette önemli. Çünkü buradaki tüketim artışı hem cari açığı körüklüyor hem de olası bir krizde kredi çöküşü yaşanması riskini getiriyor. Bireylerin böyle bir sıkıntı yaşaması ise sosyal yapıyı vuracağından en az mali sektör ya da reel sektördeki kredi çöküşleri kadar ciddi bir soruna işaret ediyor.
Peki bu alanda gerçekten sorun var mı?
Elbette. Çünkü tek bir maaş teminat gösterilerek 5, 6 adet kredi kartı alanlar var. Bu da haracama limitini gelirin 10-15 katı kadar yüksek seviyelere çıkartabiliyor.
Peki bu alanda kim ne yapmalı?