Acımasızca yapılan eleştiriler veya karşılıklı suçlamalar şüphesiz ilişkileri yiyip bitiren olgular. Bu tip iletişimsizlik durumlarını çözmenin aslında basit kuralları var.
Çiftler cinsel problemlerini veya ilişkilerindeki çatışmalarını çözmek için cinsel terapistlere ve evlilik terapistlerine başvuruyor. Terapistlerin danışanlarında en çok zorlandığı alan sorunlu ilişkideki iletişimi sağlıklı hale getirmektir. Bozuk iletişim, problemlerin başlangıcında ve sürdürülmesinde önemli bir yer tutar ve bu durum terapiyi de zorlaştırır. Terapistler iletişim sorunlarına odaklanmadığında ve bu sorunların çözümlenmediği durumlarda diğer tekniklerin uygulanması da sekteye uğrar. Bu nedenle iletişim, gerek cinsel terapide, gerekse evlilik terapisinde vazgeçilmez bir konudur. İletişimsizliği ortadan kaldırıcı mucizevi tekniklerin uygulanmasıyla çiftlerin iletişim sorunlarının çözümü için uygun bir zemin yaratılabilir. Bu teknikleri hem kamuoyuna hem de bu alanda çalışan profesyonellere tavsiye ediyorum.
Çiftler birbirleri hakkından olumsuz bir değerlendirmede bulunduklarında, birbirlerini suçladıklarında veya eleştirdiklerinde, biz "korku çemberini kırmak" diye tanımladığımız teknikleri öneriyoruz:
AÇIKÇA TALEP EDİN
Her suçlamanın, eleştirinin ve olumsuz değerlendirmenin ardında gizli bir
Aldatılmak, yakın ilişkilerde kadının da erkeğin de korkulu rüyası. Bu hazin olguya dair kulaktan kulağa yayılan ‘mitler’e evlilik ve ilişki uzmanların bakış açısı nedir? Neden aldatılıyoruz? Aldatma veya aldatılma korkusu, şüphesiz yakın ilişkilerde tarafların en büyük kâbusu. Bu kadar çok kaygı veren bir durum da ister istemez bu olgu hakkında kulaktan kulağa yayılan mitlere ve efsanelere neden oluyor.
Aldatma bir trafik kazasına benzer. Bu kazanın oluşmasının altında yatan bir hikâye vardır. Bu hikâyede aldatan kadar aldatılanın da payı vardır. Önemli olan bu kazayı yaptıktan sonra aldatan da aldatılan da bu kazadaki kişisel sorumluluklarını gözden geçirmeli ve “Neden aldattım?” ve “Neden aldatıldım?” sorularını kendi kendine sormalıdır. Her iki taraf da bu kazada kendine düşen payın muhasebesini yapmalı, daha çok bu konuya odaklanmalıdır. Aldatma ilişkilerde çok sık görülen bir şeydir. Çünkü ilişkilerin doğasında her zaman yasak ve kışkırtıcı olgular çekicidir. İnsanların cennetten kovulması yasak elma yüzünden olmuştur. Tanrı insanlara her şeyi vermiş ama ‘Elmayı yeme’ demiştir. Ama insanoğlu cenneti elinin tersi ile itmiş ve bir elma için cennetten kovulmayı göze almıştır. İnsanın doğası ve ruhu böyledir, aldatma da böyle bir olgudur.
Aldatma ve aldatılma olgusunun altında kişilerin ailelerinden gelen bir aktarım olabilir. Eğer kişinin babası veya annesi aldattıysa, o da aldatabilir. Eğer ailede dayıdan, amcadan veya yakın akrabadan bilinen bir aldatma hikâyesi varsa, o kişinin hayatında da hem aldatma hem de aldatılma olabilir. Buna nesiller arası aktarım diyoruz. Aldatanın ve aldatılanların ailelerinde böyle bir hikâye genellikle vardır. Freud buna ‘geçmişin tekrarlanma zorlanması’ demiştir. Aldatan da, aldatılan da genellikle geçmişinde böyle bir olguya sahiptir.
Namus cinayetine göz yuman ve elinden geleni yapmayan herkes eşit oranda suçludur
Toplumsal cinsiyet eşitliği Türkiye’de uygulanamadı. Kadına yönelik şiddet ve töre-namus cinayetleri; kadınları kontrol altında tutan ataerkil toplum düzeninden, bu düzenin savunduğu “onur” kavramından, ekonomik ve sosyal koşulların ve geri kalmışlığın yol açtığı yoksunluklardan, ailelerin çocuklarını yetiştirme biçimlerinden, olayların ve sosyal baskıların kişileri çaresiz hale getirmesinden besleniyor. Türkiye’de erkekler namuslarını, genellikle kadınların kontrolü aracılığıyla tanımlıyor. Namusa aykırı davranışlar, kadın, kadın cinselliği, kadın bedeni üzerinden belirleniyor. Kadınlar ve kız çocukları üzerindeki baskı her geçen gün genişleyerek artıyor. Bu nedenle toplumsal bir sorun haline gelen namus cinayetleri ve kadınlara yönelik şiddet konularında bir an önce acil tedbirlerin alınması gerekiyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda verilen eğitimler, yasal düzenlemeler ve diğer çalışmalar çok yetersiz. Namus cinayetlerini kabul edilebilir gören zihniyet değiştirilmediği sürece, namus adına işlenen korkunç cinayetler önlenemez. Bu son derece önemli konuda, devletimizden ailelerimize, sivil toplum örgütlerinden din görevlilerine, kamu görevlilerinden eğitimcilere ve medya mensuplarına, halkın da içinde yer aldığı ortak bir çalışma başlatılması gerekiyor. Çünkü namus cinayetine göz yuman ve elinden geleni yapmayan herkes eşit oranda suçludur. Kadınların emeğini yok sayan, yabancılaştıran, yalnızlaştıran, onları katleden ataerkil sistem suçludur. En son medyada yer alan, büyük tartışma yaratan ve sürmanşette çarpıcı bir fotoğrafla verilen haberde, erkek karısını aldattığı için hunharca bıçaklamıştı. Bu aldatma ve ardından bıçaklanma olayında önemli olan, gizli ve üstü örtülü bir şekilde kadının aldattığında alması gereken cezanın ölüm olduğu mesajının verilmesidir. Bu önemsiz gibi görünen detay bizce daha önemlidir ve asıl mesele de burada gizlidir.
Çoğu zaman kadınlarda namus cinayetlerini destekliyor
Erkeklerin namuslarını temizlemek için ellerini kana bulamaları ataerkil toplumun bir sonucudur. Namuslarını temizlemek için elini kana bulayan erkekler kendilerini aşağılanmış hissediyorlar, hatta çoğu zaman cinayeti işlemelerine rağmen öldürdükleri kişiye karşı hırsları geçmiyor. Töre ve namus cinayeti işleyenlerin çoğu pişmanlık duymuyor, aksine, çok onurlu bir iş yaptıklarını düşünüyorlar. Bu durum cezanın ağırlaştırılmış olmasının caydırıcı olmadığını gösteriyor. Bu nedenle cezaları ağırlaştırmanın yanında eğitim ve sosyoekonomik politikalarında geliştirilmesi gerekiyor. Çünkü bu cinayetler toplumsal bir baskı sonucu işleniyor. Töre ve namus cinayeti işleyenler hem cezaevinde hem de dışarıda büyük takdir görüyorlar, cezaevlerinde ağalar gibi karşılanıyorlar, toplumda da kahraman ilan ediliyorlar. Ve üzülerek söylüyoruz ki, bu takdiri ve onayı sadece erkekler değil başta erkek evlat anneleri olmak üzere kadınlarımız da yapıyor. Çoğu zaman kadınlarda namus cinayetlerini destekliyor. Son olarak CİSED’in 3 yıldır saha çalışmaları ve internet üzerinden yaptığı “Cinsel Şiddet” anketinden çarpıcı sonuçlar çıktı. Ankete katılan kadınların yarısından çoğunun sık sık eşleri tarafından cinsel şiddete maruz kaldıklarını tespit ettik. Kadınların yarısı fiziksel şiddete maruz kaldığını söylerken, birçoğu tokatlama, yumruk atma, tekmeleme ve itip kakmayı fiziksel şiddet olarak sınıflandırmadı. Ayrıca cinsel şiddete maruz kalan kadınların yarısından çoğunun sessiz kaldığını gördük. Anketin ayrıntıları aşağıdadır:
Yaz aylarında, alkol ve madde bağımlılığından estetik operasyonlara, kataraktan lazerle prostat ameliyatına kadar sağlık alanında gurbetçilerden yoğun bir talep söz konusu...
Sağlık turizmine lazerle göz ameliyatı, saç ektirme ve estetik operasyonlardan sonra cinsel terapiler de ekleniyor. Seks, temel ihtiyaçlar listesinde yeme, içme, uyumak ve barınmayla birlikte insanın önemli ihtiyaçları arasında yer alıyor.
HALI ALTINA SÜPÜRMEYİN
Bu nedenle cinsel sorunların halı altına süpürülmemesi gerekiyor. Çünkü çözümlenmemiş cinsel sorunlar daha büyük bireysel ve ilişkisel sorunlara neden olabiliyor. Özellikle sağlıklı bireyler olunabilmesi için sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşam hayati bir değer taşıyor. Türkiye’ye hızla artan sayıda insan, psikolojik sorunlar, evlilik ve çift problemleri, cinsel problemler için terapi almaya geliyor. Kolaylıkla tedavi edilebilecek sorunlarla çiftlerin hayatı kendilerine ve sevdiklerine zindan etmemeleri gerekiyor. Bu nedenle cinsel terapi turizminin patladığı yaz aylarında, gurbetçilere özel terapi programlarının uygulanması önem taşıyor.
ANA DİLDE ANLATMALI
“Neden cinsel sorunlarını çözmek için gurbetçiler illa Türkiye’ye gelmeyi bekliyor?” sorusunun yanıtı çok önemli... Çünkü yurtdışında yaşadıkları ülkelere karşı duydukları ‘zayıf aidiyet’ duygusuyla, gurbetçiler cinsel sorunlarını anadillerinde daha rahat anlatabiliyor ve açıklayabiliyor. En iyi terapi kişinin duygularını en iyi anlatabildiği, ağladığı, ana dilinde yapılabiliyor. Ruh sağlığı hizmetlerinin diğer sağlık hizmetlerinden farklı... Dil kültür, gelenek ve görenekler, aile yapısı, Türkiye’nin neresinden gelindiği, dini inançlar gibi birçok unsur terapi süreçlerini etkileyebiliyor, işin içine girebiliyor ve çok karmaşık bir süreç yaşanabiliyor. Bu nedenle terapist ile danışanın aynı dili konuşması ve aynı kültürden gelmesi önem taşıyor.
VAJİNİSMUS VE SERTLEŞME PROBLEMİ İLK SIRADA
MEVLANA’YI VE YUNUS EMRE’Yİ HATIRLAMAK GEREKİYOR…
Düşmanını bile dost gözüyle gören ve düşmanlığı içindeki düşmanlık duygusuna karşı kullanmayı öğütleyen Mevlana’nın ve Yunus Emre’nin dünya tarafından takdir edilmelerinin ana nedeni insanları ayırt etmeden sevmeleri ve tüm insanları bir bütün olarak kucaklamalarıdır. Onlar farklı dinlere, farklı milliyetlere, farklı düşüncelere sahip olsalar da, insanların bir bütün olduğunu ve insanın her şeyin üstünde değeri olduğunu savunmuşlardır. Sadece sözleriyle değil, hayatlarıyla da bunu göstermişlerdir. İnsanlara her zaman hoşgörü ile yaklaşmışlar, insanları incitmekten ve kalplerini kırmaktan özenle kaçınmışlardır. Çünkü hoşgörünün esası farklı olana farklı bakmamak ve onu ötekileştirmemektir.
ZOR GÜNLERDEN GEÇİYORUZ…
Mevlana’nın “Kim olursan ol gel!”, Yunus Emre’nin “Sevelim, sevilelim, bu dünya kimse kalmaz!” gibi sözleri sevmek ve hoşgörü esasına dayanır. Bu nedenle onların öğretileri, insanları dostluğa ve kardeşliğe, birbirlerini anlamaya, birbirlerine zulmetmemeye, hoşgörüye, barışa ve sükûna çağırır. Hoşgörü ilkesiyle her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan, sevginin, barışın, kardeşliğin ve hoşgörünün sembolü olan Mevlana ve Yunus Emre her şeyden önce gönül insanlarıdır ve sevgi âşıklarıdır. Onları zor günlerimizde hatırlayıp, ilkelerini kendimize rehber edinmeliyiz. Çünkü gönül kırmayı büyük günah sayan Mevlana’sı ve Yunus Emre’siyle hoşgörünün başkenti olan güzel yurdumuzda, her şeye rağmen ÖFKEDE ÖLÜ GİBİ OLMAYA, TEVAZUDA TOPRAK GİBİ OLMAYA, SAĞDUYUYA ve HOŞGÖRÜYE, BİRLİK ve BERABERLİĞE, FARKLILIKLARIMIZA ve TERCİHLERİMİZE SAYGI DUYMAYA, İNATLAŞMADAN UZLAŞMAYA, koşulsuz SEVGİYE ve saygıya ihtiyacımız var...
AŞK BÜTÜNLEŞME VE BİR OLMA İHTİYACININ DIŞA VURULMASIDIR…
Aşk deneyimini yaşamak, hiç kimsenin kaçamadığı ve hayatının bir bölümünde mutlaka karşılaşıp kendi olmaktan vazgeçtiği bir kaderdir, kederdir. Aşk uyarılma ile başlar. İnsan, kabuğuna çekilmiş kaplumbağa misali, dış bir etken olan yoğun duygular tarafından dürtülerek uyanır. Aslında çok derinlerinde hissedilen arzunun ve eksiklik hissinin karşılanma ihtiyacıyla, insan gelecek olanın aşk olduğunu bilemeden, bilinçsiz bir şekilde uyanmayı bekler. Bu nedenle aşk, insanın çocukluktan getirdiği bütünleşme ve bir olma ihtiyacının sonucu oluşan bir duygudur aslında. Bu durumu âşıklar şöyle tarif ederler: ‘Kalp dediğin atıyor zaten, marifet ritmi değiştirebilende sevgili, yani sende, sende olan bende, bende olan sende sevgili!’
AŞKIN GÖZÜ NEDEN KÖRDÜR?
Denizden, köpükler içinde, boynunda incilerden bir kolye ile doğan Venüs, aşkın sembolüdür ve birçok yerde, elinde bir ayna ile kendine bakarken resmedilir. Bu tasvirde, deniz, ayrıştırılmamış yaşam enerjisini ve keşfedilmemiş derinlikleri temsil eder. Denizin içinde tüm yaşamlar aşk yanılsamasındaki gibi bir olur. Yüzyıllardır değerli süs maddeleri arasında yer alan ve bir canlı tarafından yaratılan tek mücevher incidir. Yumuşak ve tatlı pırıltılarıyla inci, hemen her dilde güzellik, aşk, saflık, masumiyet ve yüksek değerle eşanlamlı bir sözcük olarak kullanılır. İnci, başta istiridye, tarak ve bazı midye türlerinin içinde oluşur. Bunlar denizlerde yaşayan yumuşakçalar sınıfından kabuklu canlılardır. İşte, bu canlılar yumuşak vücutları içine giren yabancı bir maddenin zararsız duruma getirilmesi için çevrelerinde kılıflar oluşmaya başlarlar. Böylece soyutlanan yabancı madde zamanla kalınlaşır ve çeşitli katmanlarla yuvarlak bir biçim alır. Daha çok istiridyenin içinde gelişen bu kat kat kılıflar sedef katmanlarıdır. İnci bu katmanların tümünün küresel bir biçimde oluşmasıdır. Aşkta aynı inci gibi katmaları gibi oluşur, bir başkası ve ona ait olan duygular yabancı bir madde gibi insanın ruhuna girer ve zamanla değerli ve vazgeçilmez olur. Âşıklar birbirlerinin gözlerinin aynasında kendilerini görürler, eksik parçalarını bulurlar, denizin ayrıştırılmamış yaşam gücü gibi, ayrışmış ruhlarını bütünleştirmek isterler, farklı bir dünyayı fark ederler. Bu fark ediş inci gibi bir parıltılıdır ve gözü kör eder. Bu nedenle ‘Aşkın gözü kördür!’ derler. İncinin renk ve parlaklığı alttaki katmanların ışığı yansıtma ve kırmasıyla oluşan ilginç bir olaydır. Nasıl ki bir incinin değeri göz alıcı doğal pırıltılarının yanı sıra kendine özgü değeriyle ölçülüyorsa, aşkın değeri de âşıkların kendi değerleriyle ve gözlerindeki parıltılarla ölçülür. Nasıl ki bir incinin değeri ışığı yansıtmasının yanı sıra şeklinin düzlüğüyle ölçülüyorsa, aşkların değeri de âşıkların karakterlerinin düzgünlükleriyle ölçülür. Nasıl ki incinin rengi istiridyenin cinsine, suyun içirdiği tuzun niteliğine, suyun derinlik ve ısı derecesine bağlıysa, aşkların rengi de âşıkların derinliklerine bağlıdır. Nasıl ki inci genellikle beyaz, fildişi, pembe ya da açık gül renginde, mavimsi hatta siyah olabiliyorsa, aşkta rengârenktir ama en çok kırmızı ve türkuazdır. Nasıl ki, değerli inci için istiridyenin kabuğunun iç yüzeyini kaplayan sedef tabakasının parlak, düzgün ve temiz renkli olması gerekiyorsa, aşkın kalitesi için de âşıkların saf ve masum olması gerekiyor. Bu nedenle aşık olmanın dayanılmaz bir ağırlığı vardır.
Karakterin en önemli öğelerinden birisi olan sorumluluk; kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur. Sorumluluğu alan bir kişi, kendi üzerine düşen görevleri ve işlevleri zamanında, istenilen şekilde ve istenilen biçimde yerine getirmek zorundadır.Sorumluluk sahibi olmak, kişin kendi varoluşunu yaşamasıdır, kendi hayatının kontrolünü elinde tutmasıdır, diğer insanların saygısını, güvenini ve sevgisini kazanmanın en önemli gereklerinden biridir. Yaşamın zorluklarına sorumluluk bilinci ile yaklaşmak kişiye olayları değiştirme gücü kazandırır.
Sorumsuz insan sürekli başkaları tarafından güdülen insandır, kendi kaderini yazmayan insandır, arabayı boşa almış insandır. Sorumsuz insanlar devamlı bahaneler arasında dolanır, başkalarını ve içinde bulundukları şartları suçlarlar, kendilerini sevmezler, çok az iş üretir, işlerin yürümesini engeller, anlamamış görünür ve yardıma muhtaç insanı oynarlar. Yani bu kişiler hareket etmekte çok yavaş ama şikâyet etmekte çok hızlıdırlar.
Sorumlu insan ise, yapılması gereken bir işi zamanında yapabilmek için inisiyatifi ele alıp kendiliğinden harekete geçebilen insandır, kendi kaderini yaptığı seçimlerle yazan insandır, arabanın kontrolünü ele almış insandır. Yani kişi, hiç kimseye hesap vermek zorunda olmasa bile, kendi vicdanına karşı hesap verme zorunluluğunu duyar. Çünkü hayat sadece seçimlerden oluşur, bu seçimler her saniye yapılır ama belki en önemlisi “hayatı ne kadar manalı yaşamak istiyoruz?” seçimidir.
Kişiyi yürüdüğü yoldan bambaşka caddelere çıkartan tesadüfler her zaman olabilir, bu durumda kişi elinin kolunun bağlanıp edilgenliğe mahkûm edildiği mecburiyetini yok saymalıdır. İster bilinçli olsun, ister bilinçdışı ve otomatik olsun, tüm seçimler kişinin kaderini yazmasıdır. Her seçim bir vazgeçiştir. Her seçim, farkında olarak ya da olmayarak, bir şeylerin reddedilmesi demektir. Atılan her adım, ister kritik bir karar aşamasında olsun, ister sıradan bir günün rutin havasında, atılmamış ama istense atılabilecek olan onlarca başka adımı ve belki de fırsatı reddetmiş olmak demektir. Pek çok seçimde avantaj ve dezavantajlar vardır. Bu açıdan her seçim bir kaybediştir ama ne kaybettiğini bilmek, ne kaybedeceğini bile bile o seçeneği elemek sorumluluğu kişinin kendisindedir.Seçimini bilinçli yapan kişi vazgeçişlerini ve bedellerini bilir, sonuçlarına katlanır, öfke duymaz, “başkasının hayatını yaşıyorum” duygusuna kapılmaz.
Kişi her saniye yaptığı seçimlerle bir kelebek etkisi yaratır. Seçimlerini hoyratça veya bilinçsizce yapan bir kişi, aldığı kararların onu nasıl etkilediğini bilmeyerek yaşar. Kişinin beyni hayata dair önyargı ve tanımlarla o kadar doludur ki, kendi isteklerini ve en derin arzularını bile çoğu zaman bugüne kadar ona öğretilmiş kurallar, gelenekler, yapılması ve olunması gereken şeylerle karıştırır. Kendi benliğini öldürüp toplumun ona değerli göreceği şekilde yaşamaya çalışır. Hayatı iyi bir maaş, iyi bir ev, iyi bir araba, saygınlık, ün ve zenginlik peşinde koşmakla geçer. “Herkes ne düşünüyorsa düşünsün, kendime ancak ben bir değer biçebilirim ve başkalarının bana verdiği değer sadece onların bugüne kadar ki koşullandırılmalarının bir sonucudur” diyebilen kişi kendini özgürleştirebilir. Çünkü kişi kendi yaşamının yegâne sorumlusudur. Bu düşüncenin doğruluğu kolayca kabul edilse bile, özümsemek yani bütün hayatının yaratıcısı olduğunu fark etmek ciddi bir stres kaynağıdır.
Seçim yapmak
Tedavi edici her metaforun bir yapısı ve gizli planı olmalıdır ve genellikle bir sürprizle bitmelidir. Bazı metaforları yavaş bir ritim ile tekrar tekrar anlatarakbilinçli bir hipnoz hali (Ericsonian Hipnoz) yaratılabilir. Yani terapist hipnoz yapmadığında bile hipnoz yapan bir insan olmalıdır. Gizli telkinleri çeşitli hikâye, öykü, anekdot veya mecazların içine gizlice yerleştirerek vermeye metaforlarla psikoterapi denir. Böylece hastada bilinçdışı bir direnç geliştirmeden değişim sağlanmış olur. Çünkü şaşırtıcı ve hastanın tüm dikkatini toplayıcı özellikler taşıyan metaforlar, terapist tarafından yerinde ve zamanında kullanılırsa; danışanın ruhuna hitap edebilir, kendi metaforunu yaratmasına ve hayatını değiştirmesine yardımcı olabilir. Yani danışan değişime zorlanmamalıdır. Metaforlarla psikoterapi konusunda dünyanın en tanınmış terapistlerinden biri olan M. Erickson bu konuya şu şekilde dikkat çekmiştir: “Psikoterapide ilk anlamanız gereken şey; danışanın düşüncelerini değiştirmeye zorlamamanız gerektiğidir. Danışanınızın düşüncelerini değiştirmeye zorlamaktansa o düşünce ile birlikte yol alınız (o düşünceye eşlik ediniz) ve danışanınızın düşüncelerini kendi isteğiyle değiştirmesine olanak sağlayan durum ve fırsatlar yaratınız.” Ayrıca Erickson “eğer siz yapmazsanız ben yaparım” diyecek kadar terapide aktiftir. Çünkü terapist sadece dinleyen, konuşan ya da telkin veren kimse değil gerektiğinde organize eden, yaparak gösteren iyi bir rehberdir. Bu konuda M. Erickson; “psikoterapide tüm yaptığınız ilk önce hastanızın dünyasını örneklemek, sonra hastanın dünyasına örnek olmaktır.” demektedir.
Jeffry Zeig, metaforları kullanmanın değerini şöyle açıklamıştır:
Metaforlar ile danışanın aklına kendi tecrübelerini getirmesi amaçlanır. Çünkü danışan kendisini iyileştirecek aklı, düşünceyi ve iç görüyü kendi üretebilir. Terapist bu süreçte bir rehberdir, yol gösterendir, içteki gücü harekete geçerin bir katelizatördür.
Metaforlar sayesinde danışanlar aynı kavramlar hakkında değişik yorumlara rahatlıkla ulaşabilir. Böylece psikoterapi sürecinde danışanlara aktif bir görev verilmiş olur. Ayrıca danışanlar her metafordan kendilerine özgü anlamlar çıkarırken terapist için eşsiz bir değeri olan kendi psikolojik yapılarını da ortaya koyarlar. M. Erickson; “bir insanın kendi kardeşi hakkında düşünmesini istiyorsanız, en iyi yol, kendi kardeşiniz hakkında bir anınızı ona anlatmaktır” derken, seanslarda terapistin kendi anılarından bahsederek gizlice danışanın algılarına etkide bulunmanın önemine dikkat çekmiştir. Benzer şekilde metaforlar bir fikrin hatırlanabilme ihtimalini yükseltir.
Metaforlarla psikoterapinin tanınmış isimlerinden ve M. Erickson’un öğrencilerinden olan Prof. Dr. Sidney Rosen; bu terapi yaklaşımının çok etkili olduğu konusunda şu önemli açıklamayı yapmaktadır:
M. Erickson’a göre psikoterapi;