Hayatımızın içinde birbirimize saygı duymamız gerektiğini gerçek anlamı ile unutuyoruz.
Bugün bir yere ulaşmak üzere taksi’ye bindim. Taksici etrafına adeta öfke saçar bir durumdaydı.
Küfürler, çevresine hakaretler, başkalarını yargılamalar ve adeta bir vahşet yaşıyordu.
İçimden bir an arabadan mı insem, yoksa bu durumu değiştirsem mi dedim. Ve kaçarsam kaçtığım için devamlı aynı şeyin karşıma çıkacağının bilincinde değiştirmeyi ve bu durumu aşmayı seçtim.
Çünkü hangi durumdan kaçarsanız kaçın, ta ki siz onu aşana kadar karşınıza çıkmaya devam edecektir.
Bu durumu aşmak adına enerjimi yükselttim, sevgide merkezlendim, etrafımızı da pespembe bir sevgi ışığı ile doldurduğumu hayal ederek hemen memleketini sordum, ardından orada ki güzelliklere ve pozitif yanlarına yönlendirdim.
Onun var oluşundaki güzelliklere odaklandım ve inanamazsınız bir kaç dakika içinde karşımdaki korkunç görünümlü kişi bambaşka bir şekil aldı.
Gülmeye başladı ve güzel şeyler söylemeye başladı. Yaptığım şey güzellikleri ortaya çıkarmaktı.
Hayatımızın içinde aslında belki de farkında olmadan hepimizin bilinç altımızda inanılmaz bir sistem işliyor.
Devamlı dünyanın dört bir tarafından gelen haberler bizlerin vicdan mekanizmamiz üstünde çalışıyor. Gazetelerdeki mağdur ve kurban durumundaki insanlar, ana haber bültenlerinde açlık sınırındaki aileler, Dünya basınındaki Dünya’nın dört bir yanında ve özellikle Afrika’daki açlık ve sefalet içindeki insanların varlığı, komşu ülkelerimizde savaşı yaşayan kan, dehşet ve vahşet içinde her gün ölümü ve işkenceyi yaşayan insanların ve toplumların varlığının tüm bilgisi...
Geçmiş atalarımızın bu toprakları elde etmek, şu an bizim konfor ve rahatlık içinde yaşamamız için büyük zorluklar yaşamış olmaları...
Ailemizdeki insanların yaşadıkları acılar ve zorluklar, arkadaşlarımızın yaşadıkları binbir türlü keder ve üzüntü...
Bu konuyu özellikle yazmak istiyorum. Çünkü çoğu insanın yaşamın içinde kendini pek çok konu ile mutsuz edip, hayattan şikâyet ederken aslında en çok mutlu olması gereken alanı unutuyor.
Ta ki bir sağlık sorunu yaşayacakları ana kadar...
Bir sağlık sorunu yaşadıkları an aslında daha önce dert ettikleri, üzüldükleri her şeyin ne kadar geçici ve büyük olmayan meseleler olduklarını fark ediyorlar. Tabi bazı insanlar sağlık sorunu yaşadıklarında bile hala bir farkındalığın içine girmemeyi seçebiliyor.
Yaşamın çok kıymetli olduğunu, bedeninizin önemini ve sağlıklı olduğunuz için çok mutlu olmanız gerektiğini anlamanız için illa ki bir sağlık sorunu yaşamanıza gerek yok.
Bazı insanlar stres yapmayı o kadar çok seviyorlar ki, adeta bu onlar için hayatı yaşama biçimi haline gelmiş. Stresten, öfkeden, kavgadan ve sorun yaşamaktan keyif alan birçok insan var. Bu insanlar yaşama karşı, belki de anne ve babalarına karşı olan öfkelerini devamlı bir yerlere yönlendiriyor ve içlerindeki bu öfkeden bir türlü kurtulamıyorlar.
Öfke, stres, kavga ve savaş bedenlerimizde adeta ateş yakar. Bu ateş günden güne büyür, büyür ve bir gün bizi yakmaya başlar. Bu yakış ile beraber ortaya çıkan yangının ışığı ile uzun zamandır bakmak istemediğimiz ve görmek istemediğimiz içimizdeki bütün acıları görmeye başlarız. Lakin ne yazık ki bu yangının ışığı bizi aydınlatırken diğer taraftanda bizi yakar ve o an aslında en önemli olanın sağlığımız olduğunu fark ederiz.
O yüzden bunlara gerek kalmadan, kendimizin ve yaşamımızın değerini bilmeli ve her ne olursa olsun mutlu, huzurlu ve barış içinde olmayı öğrenmeliyiz.
Yaşamın moleküler bütünün gerçek anlamı ile bir bilinci var. Bütün evren ve sonsuzluk her an akış ve genişleme içinde olduğundan bizim de öyle olmamızı bekliyor. Bu bilincin içinde olduğumuz için bizim tutunmalarımız ve direncimiz onun da tutunmasına ve dirençte olmasına neden oluyor.
Valla neredeyse 2 aydır bu günü bekliyorum. Merkür’ün ters dönüşü ardından gölgesi, bazı gezegenlerin kendi haritamdaki konumlarından dolayı önemli görüşme ve adımlarımı ileri tarihlere atmıştım.
Bazı arkadaşlarım Can işlerim bir türlü akmıyor, her şey çok yavaş, haber alamadım, gibi bir çok sorular ile bana geliyorlardı.
Benim de hep söylediğim şu Rahu ve Ketu 9 Eylül’de ev değiştirsin, ardından 12 Eylül’de Jüpiter ev değiştirsin, bir de şu Merkür’ün ters dönüşü ve gölgesi bitti mi tamamdır.
Gerçekten evrensel sistem öyle bir şey ki, Merkür‘ün gölgesinin bittiği gün, yani 20 Eylül tarihinde yeni ay var. Yani evren bize diyor ki şu ana kadar oldukça çok şey öğrendin, ciddi bir süreçten geçtin ve hadi artık hayatına yeniden başla...
Bugün gerçek anlamda tohumlar atmak ve yeni baştan başlamak için çok güzel bir gün. Aynı zamanda 27, 28 ve 29 Eylül tarihleri de çok güzel tarihler bilginiz olsun.
Bu süreçte nelerin nelerin farkına vardım bir bilseniz. Her gün kendim, sistemim, yaşamımın akışı ve hayatımın işleyiş biçimi adına yeni yeni şeyler öğreniyorum.
Astrolojik farkındalık da burada çok önemli bir yer tutuyor. Eğer olduğum dönemin içinde gezegenlerin benim ve sistemim üzerindeki etkisini bilmesem, “Bunlar neden böyle oluyor? Benim günahım ne? Benim suçum ne? Ben nerede hata yaptım? Bıktım artık...” gibi söylenen bir insana dönüşebilirdim.
Lakin astrolojik farkındalığım ve hayatın akışına kendimi bırakmam ve akışa tam anlamı ile güvenmeyi öğrenmem ile beraber gerçek anlamda çok rahatlıyorum. Evren ile uyum içinde yaşamaya başladığım zaman da herşey bambaşka oluyor. Bu adeta birisi ile yaşadığınız zaman onun huyunu suyunu öğrenmeniz ile beraber her şeyin daha kolaylaşmasına benziyor.
Aycan, uzun yıllar Yapı Kredi Yayınları'nda Kitabevleri müdürü olarak sevgiyle, özveriyle ve başarıyla görev yapan bir insan olmasının yanında benim için gerçekten çok değerlidir. Bir çok seminerlerimde Aycan’ın iyi kalpliliğinin ve sonsuz teslimiyetinin gücünden bahsetmişimdir.
Davette binanın yapılışında Yapı Kredi Proje Sorumlusu olarak görev yapmış Murat Çevikbaş ile de konuşma şansım oldu. Kendisine buradan özel olarak teşekkür ediyorum. Türkiye'nin en önemli caddesinde ticari amaç gütmeyen bir kültür projesi yapmak çok büyük bir sorumluluk yüklüyor. Binanın kullanıcıları dışında milyonlarca paydaşı olacak bu tür yapılarda yönetmeliklerin kısıtlarına rağmen mevcudu bir mücevhere dönüştürmek öyle kolay bir iş değil.
Davet'e girerken kollarımız birbirine değecek şekilde yanımdan Ömer Koç geçti. Ben girerken kendisi dışarı çıkıyordu. Ömer Koç’un yüzünde bu muhteşem yapıyı Türkiye’ye kazandırmanın mutluluğunu gördüm. Bizim grubumuzdan Doğan Hızlan gibi pek çok değerli ismi de görme şansım oldu. Tabi bu davet’e Rahmi Koç bey’in de katıldığını söylemeden edemeyeceğim.
Cemiyetin önemli isimlerinden benim canım arkadaşım Tuce Peksayar da beni yanlız bırakmadı.
Biliyorsunuz geçenlerde Prof. Dr. Haluk Cillov'u köşemde yazmıştım. Tuce Peksayar kendisinin torunu ve Tuce o kadar cömert o kadar iyi kalpli ki bu binanın içinde yer alan kütüphaneyi gördüğü zaman dedesinin çok kıymetli kütüphanesinden bazı kitapları buraya bağışlamayı teklif etti. Başkası olsa o kadar tarihi değeri olan ve açık arttırma ile satabileceği bu kitapları kolay kolay bağışlamaz.
Yapı Kredi’nin değerli Genel Müdürü Faik Açıkalın da bu duruma çok sevgi ile yaklaştı.
Faik Açıkalın'ı gerçekten çok sevdim. Çok pozitif, güler yüzlü, alçak gönüllü ve sevgi dolu bir insan. Kurumların üstlerinde böyle kalpten insanların olmasının çok değerli olduğuna inanıyorum.
Uzun yıllardır benim çok sayıda insanda gördüğüm sorunlardan bir tanesini sizler için yazmaya karar verdim. Bunun üstüne kitaplar yazılır ama kısaca irdelemeye çalışacağım.
Geçen gün Şükran Teyzem ile konuşurken birden onun çözüm odaklı olmasını ve bir şeyi pozitife çevirmek adına azimle vazgeçmemesini örnek aldığımı fark ettim.
Bazı insanlar sorunlarından ve dertlerinden bahsederken gülerek anlatır. Çünkü gerçekte kendi içinde bir yanı, hayatının bomboş olmasındansa o sorunlar ile dolu olmasından mutlu olmaktadır.
Çoğu insan ile konuşurken, onları mutsuz eden etkenlerden bahsederken, onun içinden aslında çıkmak istemediklerini çok net bir şekilde hissediyorum. Gözlerinin önünde çözümler olsa bile onun içinden çıkmamak için direniyorlar.
Belki de bizlerin asıl en büyük sorunu yaşadığımız ve bizleri ezeli bir sınava tabi tutan bedenlerimiz, duygularımız ve düşüncelerimizdir. Pek çok kişi kendini içinde olduğu beden, duygular ve düşünceler zannettiği için de o ilüzyonun içinde kaybolup gidebiliyor.
Ailesinden ve tüm kanıksamalarından kaynaklanan kalıpları onu olduğu kutunun içinden çıkarmamak için direniyor.
Gerçek şu ki bizlerin en büyük savaşımız kendimiz ile verdiğimiz savaştır. Buna savaş diyorum çünkü bazı insanlar için ciddi bir 3. Dünya savaşına dönüşebiliyor.
Karşımıza bir sorun çıktığı zaman neden bunlar benim başıma geliyor? Bıktım! vb... gibi kurban bilinci halleri, her şeyin daha kötü olacağını düşünme gibi, olayların daha kötüsünü zincirleme çeken düşünce bilinçleri ne yazık ki yok edici olabiliyor.
Yaşamımızı yönlendiren bir çok etken var. Hepimiz okulumuz, çevremiz, yaşadığımız ülke, şehir, hatta semt, daha da derinlemesine bakınca yaşadığımız bina ve komşularımızdan bile istesekte istemesek te etkileniyoruz.İstesek veya istemesekte diyorum çünkü her ikisinde de aslında etkileşim yaratıyoruz.
Ancak ve ancak nötr kaldığımız zaman etkileşime girmiyoruz. Özetle seviyor olmamızın dışında nefret ettiğimiz zaman da etkileşimdeyiz.
Bunu ayrı bir yazının içinde sizler için daha sonra yazarım. Gelelim konumuza:
Bütün bu kadar etkilendiğimiz faktörlerin en önemlisi, hepimizin hayatlarının tam içindeki en önemli etken anne ve babalarımız.
Bunun nedenini niçinini yazmama bile gerek olduğunu düşünmüyorum. Eğer soracak olursanız başka bir yazıda yazarım. Özetle anne ve babamızdan müthiş şekilde etkileniyoruz.
Bazen onlara hayran oluyor, bazen de çok kızabiliyoruz.
Günümüzde televizyon programlarında insanlar daha saldırgan olan ve bağırıp, çağırıp, karşısında ki insanların deyim yerindeyse canına okuyan kişileri çok beğeniyorlar.
Daha sakin, uyumlu, erdemli, kibar ve nezaket sahibi insanlar aciz ve zavallı olarak görülürken, saldırgan, kaba ve laubali olan pek çok kişi güçlü olarak görülüyor.
“Çok dobra kadın” denilen insanların samimi ve kendisini doğrulukla ifade ettiğini düşündüren kişilerle, karşılaştığınız zaman o çok dobra denilen kadın‘ın son derece laubali ve kaba olduğunu görüyorsunuz.
İşin özetinde kavramlar ile ilgili bir karmaşa var. Dobralık, laubalilik ve kabalık değildir.
Hayatın içinde güçlü olan insanlar çevrelerindeki kişilere saldıran, kalp kıran, agresif ve uyumsuz insanlar değildir.
İnsanlar muhtemelen televizyon izlerken veya dışarda böyle saldırgan insanları gördükleri zaman, hoşlarına gitmesinin bir nedeni belki de kendi içlerinde ki agresyonlarını ve öfkelerini bu yol ile karşılarında görerek bundan hoşnut olmalarından kaynaklanıyor olabilir.
“Hakkını savunacaksın”, “Kimseye papuç bırakmam” gibi söylemler sokaklarda ve televizyonlarda havalarda uçuşuyor.
Yaşamın içinde belli bir kademeye çıkmış, entellektüel seviyede olanlar, belli görgü ve terbiye kurallarına sahip kişiler ile, günümüzde bazı tv programlarında, yapmacıklık ve doğal hayattan kopukluk olarak gösterilerek dalga geçiliyor.