Bu görüşme öncesinde Türkiye tarafında en hassas olan noktalar YPG-PYD’ye ABD’nin silah desteği meselesi ve FETÖ’nün iade süreci görüşmenin en önemli gündem maddesiydi. Ziyaretten yaklaşık bir hafta önce Amerikan Kongresi’nde de onaylanan ve Türkiye’nin terörist örgüt olarak adlandırdığı terör örgütlerine ABD’nin silah desteği vermesi bir NATO müttefiki ve stratejik ortak olarak Türkiye’nin toplantı öncesi en büyük çekincesiydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye, yakın zamanda referandumun önemli bir tarafı olmuş ve referandumdan galip çıkmış bir cumhurbaşkanı olarak gitti. ABD tarafında bakış açısı Türkiye’den çok daha farklı bir noktadaydı. Zaten uzun süredir farklı boyutlarda gayri resmi bir şekilde devam eden ABD ve YPG-PYD ilişkileri anlaşılan o ki ABD’nin DAEŞ ile mücadele sürecinde sonuna kadar devam edecek bir görünüm almıştı. Türkiye’nin bu noktadaki çekincesi bilinmekle beraber ABD’nin kararından bir dönüş olmayacağı da netti. FETÖ’nün iadesi noktasında ise zaten daha önceden Amerikan yargısına havale edilmiş süreçte bir değişiklik olmayacağı da yine bir Amerikan gerçekliği olarak gündeme oturdu.
Ancak saatler ve günler boyunca bu görüşmenin nelere etki edeceği, el sıkışmadaki samimiyetten kapıda karşılayıp uğurlamaya, yüzlerdeki mimiklerden takılan kravatların renklerinde aranan mesajlara, toplantının süresinin az mı çok mu olduğundan yemek menüsüne kadar birçok şey üzerinden Türk-Amerikan ilişkileri tasvir edilmeye çalışıldı.
Şimdi gelelim bazı gerçeklere. Türkiye, ABD’nin 1830’dan beri farklı şekillerde ilişki içerisinde olduğu, bilhassa da 1947 yılından itibaren önemli bir müttefiki olarak NATO ile ilişkilerini perçinlediği müttefikidir. Ne kadar farklı isimler takılsa da askeri ve stratejik anlamda müttefik iki ülkeden bahsediyoruz. Şu ana dek 1950’lerden beri okuduğumuz, arşivlerden incelediğimiz veya bizzat şahit olduğumuz bir tane devlet başkanı düzeyinde ziyaret yoktur ki üslupsuzluk, değersizlik ya da ehemmiyetsizlik içersin. Gerek ABD gerek Türkiye tarafından farklı liderler yıllarca Beyaz Saray’da en üst düzeyde hürmetle karşılanmış, kendilerine itibar edilmiş, toplantı sürelerinin uzun ya da kısa olduğu fark etmeksizin, Türkiye Cumhuriyeti’nin gücüne, kuvvetine her daim değer verilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin liderleri Beyaz Saray’da en üst düzey saygıyla ağırlanmıştır. Dolayısıyla bu ziyarete istinaden dakika hesabı yapmak, kıyafetler üzerinden anlamlar çıkarmak çok da gerekli değildir. Bu ziyaretin gerçekleştiği süreye geçmiştekilerden daha iyi ya da kötü diyerek atıfta bulunmak da gerçekçi değildir. Türkiye’nin itibarına yakışır iyi bir ağırlama olmuştur.
“Amerikan dış politikası değişiyor mu? Trump yönetimi şuana dek söylediklerinin aksine Esad’a karşı farklı bir yöntem mi benimseyecek? Tekrar yeni bir Soğuk Savaş dönemine mi giriyoruz? İran’ın tutumu ne olacak?” gibi birbirinden değişik, birbirinden farklı sorular gündemde yer almaya başladı. Bu saldırı anını, saldırıdan sonraki bir haftayı ve yaşanan gerginlikleri değerlendirelim.
ABD tarafından Rusya’ya saldırıdan önce bilgi verildiği iddia edildi. Bu bilgi net olmamakla beraber vurulan yerlerdeki zayiata baktığımızda tahribe yönelik bir saldırıdan ziyade duruş sergileyen, mesaj veren ve anlamlı bir operasyon olduğunu görüyoruz. Ardından Suriye’den yapılan açıklama ABD’nin yaptığı bu operasyonun ancak ve ancak DAEŞ’i güçlendirmeye sebep olacağıydı. Suriye, buna cevabı terörle mücadele ederek vereceklerini açıkladılar. Akabinde Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırdı ve ABD’yi ağır bir şekilde eleştirdi. Rusya, diğer taraftan da geçtiğimiz günlerde ABD’nin Şam’ı vuracağına dair duyumlar aldıklarını ifade etti. Hatta ve hatta bazı Rus bürokratlar ABD’nin bu tarz müdahalelerine devam etmesi halinde olayların hat safhada gerileceğini ve ABD’nin bu gerginlikten zararlı çıkacağını beyan etti. İran’dan da yapılan açıklamalar Rusya’nınkilerden çok farklı değildi. İran’dan ABD’nin müdahalesiyle ilgili Rusya’ya paralel hatta belli noktalarda da daha sert açıklamalar duyduk.
Buna ek olarak ABD tarafı da Rusya’nın ve Esad’ın karşısında sert bir tutum sergileyerek Esad’ı eleştirmenin ötesinde Rusya ile arasına mesafe koymaya yönelik ve sanki Esad’a müdahale etme sebebi Rusya değilmiş de Rusya’yı eleştirmek için Esad gerekliymiş gibi bir takım söylemlerde bulundu.
Bu bağlamda şimdi Trump’ın başkanlığı devraldığı günden bugüne gelelim. Trump başkanlığının son bir kaç ayına baktığımızda belki de son 50 yılda ABD başkanı seçilmiş kimseler içinde 4 ayın kıyaslamasında en düşük halk desteği oranına sahip başkan olduğu ortaya çıkıyor. Trump’ın bazı bakanlarını ataması sürdükçe sürdü. Yüksek mahkemeye yargıç atamasını ancak hayata geçirebildi. Göreve gelirken en büyük vaadi olan Obama Sağlık Tasarısı’nı bırakın kaldırmak Demokratlardan gelecek muhalefet ile uğraşmanın ötesinde Cumhuriyetçileri bile tam anlamıyla ikna edemedi. Trump’ın öngördüğü göçmen ve vize konusundaki uygulamalarının önüne ABD mahkemeleri yürütmeyi durdurma kararlarıyla ket vurdu. Kısacası Trump, ilk 4 ayı içerisinde verdiği vaatlerin hiçbirinde ilk adımı atamadı. Ancak bunların hepsinden de öte Trump’ın başkan olduğu günden bugüne kendisine en yakın danışmanlarının görevden alınmalarıyla, istifalarıyla ve ekibinin Rusya ile bağları olduğu iddiasıyla sarsılan bir Amerikan kamuoyu var.
Her gün Kongre’de bu konularla ilgili toplantılar gerçekleşiyor. Trump’ın ve ekibinin Rusya ile muhtemel bağlantılarına dair gazetelerde yeni bir iddia yazılıp çiziliyor. Bunların yanısıra muhalefet tarafından Kongre’de gündeme getirilen yeni bir iddia ortaya çıkıyor. Kısacası Trump ve Rusya arasındaki ilişki ulusal menfaatleri sarsıyor mu yönündeki iddialar çığ gibi büyümeye başladı.
Bütün bu gelişmelerin neticesinde İdlib’de yaşanan insanlık dramı, Esad’ın sebep olduğu katliam şüphesiz ki dünyanın hiç bir ülkesi tarafından kabul edilebilir bir şey değil. Hatta uluslararası kamuoyunun vermesi gereken tepki noktasında çok geç kalınmış bir hadise. Ancak bu hadisenin ABD’nin Suriye ve Rusya ile arasında olan son dönemdeki gerginliğinin tek sebebi olduğunu söylemek yanlış olur diye düşünüyorum. ABD’nin bu müdahalesinin büyük ölçüde ABD iç siyasetinde yaşanan ve git gide Başkan Trump’ı sıkıntıya sokan Rusya temelli sorunlardan kaynaklanan bir iç politika gelişmesi olarak değerlendirmekte fayda var. Daha da özetle ABD’nin Suriye operasyonu ve söylemlerini bir dış politika meselesinden ziyade iç politikada yaşanan çalkantılarla alınmış bir karar olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Buna danışıklı dövüş diyenler, ABD’nin imajını kurtarma operasyonu diyenler, ilgiyi dış politikaya çekme meselesi diyenler olabilir. Ben net bir şekilde bu hadiseyi dış politikadaki karara iç politikanın büyük etkisi olarak görüyorum.
Dış politikada uygulanan karar alma süreçlerine bilhassa büyük güçlerin iç politika unsurlarından münferit tepki vermesi zaten düşünülemez. Ancak bu büyük güçler için bir o kadar da tehlikelidir. Çünkü dış politika kararları tamamen iç politika maiyetinde alınmaya başlandığında, hele bir de bu kararların iç politika üzerindeki olumlu etkisi karar alıcılar tarafından fark edilmeye başlanırsa işte o noktada bütün dış politika stratejileri ve öngörülerinin ucu elden kaçıp bütün resim değişebilir.
Özetle Suriye’de küçük çaplı ABD operasyonları olabilir, ama ciddi anlamda büyük bir ABD müdahalesini şu anki şartlarda bekliyor muyum? Hayır. ABD ve Rusya arasında büyük bir gerginliği fiiliyata dönmüş bir şekilde bekliyor muyum? Hayır. Yine de bir az önce ifade ettiğim önemli çekincemi de hatırlatmak isterim. İç politika güdüsüyle alınan dış politika kararları bir müddet sonra ülkelere dış politika stratejilerini unutturup ülkelerin kontrolünden çıkarak onları büyük savaşlara ve kaoslara götürebilir.
BAU International University’nin ev sahipliğinde yapılan ve rektörü Sinem Vatanartıran’ın açılış konuşmasını yaptığı panelde ABD Başkanı Donald Trump’ın danışmanlarından Walid Phares ve Joseph Schmitz dışında Emekli ABD Hava Kuvvetleri Generali Thomas McInerney ve American Foreign Policy Council Başkan Yardımcısı Ilan Berman da vardı. Panelde ABD’nin, Rusya’nın ve Türkiye’nin bakış açıları bölgede yaşanan olaylar nezdinde değerlendirildi.
Bu panel neden önemliydi? Çünkü Washington D.C.’nin göbeğinde maalesef ABD’nin yeni yönetiminin henüz kararsız olduğu bir konu bu panel sayesinde Beyaz Saray’ın gündemine taşındı.
Üzerine dikkatlerin çekildiği bu konu Suriye’de yaşanan kaostan başkası değil. Suriye’de yıllardır yaşanan insanlık dramı, birbirinden güçlü ülkelerin ikincil önceliklerinde anlaşamamasından ötürü bir türlü sona ermemekte.
Rusya, DAEŞ’e karşı ama bununla beraber Esad liderliğindeki rejimin topraklarında herhangi bir azalmaya da karşı olduğu için Türkiye’nin desteklediği ÖSO gibi birçok grubun fazla ilerlemesine karşı tavır sahibi. ABD, DAEŞ’e karşı ama Türkiye’nin en önemli kırmızıçizgisi olan ve PKK’nın ikiz kardeşi durumundaki terör örgütü PYD-YPG ile işbirliğine devam etmekte. Türkiye, DAEŞ’e karşı ama çok haklı bir şekilde DAEŞ ile mücadelenin terör örgütü olan PYD-YPG ile yapılmasına taraftar değil. Türkiye, aynı zamanda Esad güçlerinin de ülkeyi kontrol edemediği zaman da ciddi katliamlara sebebiyet verdiği kanaatinde.
Bütün tarafların karşı olduğu unsur DAEŞ olmasına rağmen ikinci önceliklerde uzlaşılamadığı ve yöntemler üzerinde fikir ayrılıkları olduğu için Suriye meselesi bir türlü çözüme varamıyor.
Panel esnasında Amerikalı bir katılımcı tarafından “Suriye meselesi yıllardır devam eden bir dram, yakın vadede çözülecek gibi de durmuyor. Güvenli bölgenin oluşması halinde bu drama kesin bir çözüm getirmeyeceği de aşikâr. Bu kesin olmayan süreç, ülkelerin anlaşamaması durumunda ne kadar geçici olarak sürdürülebilir ya da bunun maliyeti nasıl karşılanır belli değil. Peki, bu şartlarda güvenli bölgeye gerek var mı?” şeklinde bir soru soruldu. İşte, güvenli bölgeye tam da bu yüzden ihtiyaç var!
Cenevre 1-2-3-4, Münih Görüşmeleri, Astana Toplantıları derken bir türlü çözüm bulunamayan bir süreç... Doğrudur, uzadıkça uzuyor. İşte bu yüzden de nihai çözüme ulaşmayı beklerken yaşanan can kayıpları ve Suriye’nin içine battığı istikrarsızlık artarak devam ediyor.
Bu durumu güvenli bölgenin kesin olarak ve ebediyen çözemeyeceği bir gerçek ama en azından yaşanan sürece bölgesel olarak da olsa bir dur diyeceği ortadadır. Ancak bundan da önemlisi güvenli bölgenin hayata geçmesi esnasında yapılacak müzakereler ve güvenli bölgenin oluşumunun Türkiye, Rusya ve ABD’nin başını çektiği bir ortaklıkla birlikte hayata geçirilme ihtimali Suriye’nin gelecekteki nihai çözümüne giden yolda bir uzlaşma kültürü oluşturacaktır.
Bu anayasa referandumundan ya da bu konunun bu referandumda bir madde oluşundan münferit bir prensip meselesidir bence. On sekiz yaşında seçilme hakkı konusu, gerek felsefi gerek prensip olarak kanaatimce olmazsa olmaz bir nokta. Çünkü çok basit bir deyişle bir kişinin kendisini yönetecek kişileri tayin etme yaşı ne ise tayin edilenlerden biri olma yaşı da o olmalıdır. Bu bir prensiptir. Uzun yıllardır şunu söylüyoruz; on sekiz yaşındaki bir genç ülkesini yönetecek olan kişileri, ülkesinin istikbalini belirleyecek olan kişileri tayin edebilir ama bu akla bu öngörüye sahip olan biri; “Hayır ben de bu kişilerden biri olacağım!” dediğinde aldığı cevap; “Yaşın küçük...” Her şeyin ötesinde, kanaatimce burada prensip olarak bir tutarsızlık vardır.
Bugün bu konuya neden karşı çıkıldığı ile ilgili bir kaç eleştiriyi dinleme fırsatım oldu. İlk eleştiri; on sekiz yaşında bir gencin seçim kampanyaları içerisinde yeteri kadar maddi gücünün olmayacağı, cebinde parasının olmayacağı ve dolayısı ile ancak ve ancak imkânları olanların çocuklarının milletvekili olabileceği. On sekiz yaşında cebinde parası olmayan bir genç yedi yılda ne büyük atılımlar yapar ki, yirmi beş yaşına geldiğinde milletvekili olabilecek paraya pula sahip olsun? O zaman, eğer mevzu bir milletvekili adayının parası olması ise açık ve net bir şekilde banka hesabınızda şu kadar paranız yoksa milletvekili olamazsınız diye bir madde koymak gerekir. Böyle bir madde de olamayacağına göre insanların parası olup olmayacağı önyargıları ile hareket etmek çok da doğru olmaz ve gençlerin önünü tıkamaktan başka hiç bir anlamı da yoktur. Milletvekilliğini paraya endeksli hale getirmemek gerekir.
İkinci nokta ise “Askerlik meselesi”. Eğer askerliğini yapmamış bir genç milletvekili olmuş ise askerden muaf tutulması tartışılmaktadır. Bugün Türkiye’de askerliğin başlama yaşı on sekiz olabilir ama yüksek lisans, doktora ya da farklı sebeplerden tecili olan o kadar çok yirmi beş - otuz yaş arası insan vardır ki... Doğrusu bu işi askerliğe endeksli bir noktaya getirmemek, on sekiz yaş hadisesini farklı bir bahis olarak değerlendirmek olacaktır.
Bedelli askerliği baki tutup, gerekli dönemlerde devletin ekonomisine bütçe katkısı sağlamak için bedelli askerliğe tamam denilip ancak askerlik sebebiyle milletvekilliği yaşının on sekize düşürülmesinin önüne mani çıkarılması çok doğru bir yaklaşım olmaz.
Bütün bu kanaatlerin hepsinden daha da önemli ve göz ardı edilemeyecek bir gerçek daha var. TBMM’nin Araştırma Hizmetleri Daire Başkanlığı’nın hazırladığı rapora baktığımızda dünyanın 190 ülkesinde yapılan araştırmada; 51 ülkede seçilme yaşının 18 olduğunu görüyoruz. Enteresandır ki bu ülkelerin yüzde 73’ü ileri demokrasi olarak tabir ettiğimiz Avrupa Birliği ülkeleri. İçerisinde Almanya’nın, İngiltere’nin, Portekiz’in, İsviçre’nin, Fransa’nın, Belçika’nın olduğu ülkeler.
Başkanlık sisteminin en iyi işlediği ülkelerden biri olarak gösterilen Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Wisconsin, Ohio, Rhode Island gibi eyaletlerde, temsilen en yetkili kişi olarak tayin edilen valinin seçilme yaşı on sekiz olarak belirlenmiştir.
Başka bir veri belki bizler için daha da çok önemli olacak. Hemen hemen aynı konuşmalar, yıllar önce seçilme yaşı otuzdan yirmi beşe düştüğü dönem yine Türkiye’nin gündemine gelmişti. Bu dönemde ben Doğru Yol Partisi Gençlik Kolları Genel Başkanlığı görevini yürütmekteydim. Arkadaşlarımla birlikte seçilme yaşının yirmi beşe, hatta on sekize düşmesini savunmaktaydım. Çünkü bizler için bu bir prensip meselesiydi, gençliğin olmazsa olmaz hakkı ve bir gençlik politikasıydı. Bu fikrimde aradan neredeyse on beş sene geçmesine rağmen hala bir değişiklik olduğunu söyleyemem.
O gün de seçilme yaşının yirmi beşe düşmesi mevzu olduğunda aynı tarz eleştiriler Türkiye’nin gündemine gelmişti. Peki, ne mi oldu? Çok enteresan bir istatistik bu korkuların, bu önyargıların ve bu vesveselerin ne kadar asılsız ve boş olduğunu bugün bize gösteriyor. TBMM’de beş yüz elli milletvekilinden bugün sadece ve sadece dokuzu 25-35 yaş aralığında. Yani “genç” diye tabir edilen milletvekili sayısı sadece 9. AKP’nin meclisteki milletvekili yaş ortalaması 50, CHP’nin 52, MHP’nin 54 ve HDP’nin 46... Yani TBMM’de koltuk sahibi hiç bir partide bırakın 25’i, 30’u, 35’i, 40’ı, 45’in altında bir vekil yaş ortalaması göremiyoruz. O yüzden sanılmasın ki milletvekili seçilme yaşı on sekize düştüğünde bütün meclis on sekiz yaşında milletvekillerinden oluşacak. Bu arada şunu da söylemeden geçemem keşke on sekiz yaşında ya da yirmili yaşlarında vizyoner, öngörülü, içinde vatan millet sevgisi ve heyecanı dolu onlarca milletvekili meclisi doldursa, o zaman hem Türkiye’nin geleceği açısından, hem öngörüler açısından çok daha farklı bir noktada oluruz.
Suriye konusunda Türkiye-A.B.D. ilişkileri ve ortaklığı önümüzde önemli ve müspet bir hamle gibi duruyor. İkili görüşmelerde ilişkilerin gelişimi ve daha iyiye gitmesi açısından iyi mesajlar verildi. Buraya kadar sorun yok. Asıl mesele devreye ikinci ve üçüncü ülkeler girdiğinde başlıyor.
Türkiye, Suriye için uzun süredir devam eden diplomasi trafiğini Astana’da yapılan görüşmelerde üst düzeye çıkardı ve mutabakat noktasında bazı başarılar elde etti. İran’ın, Suriye yönetiminin ve Rusya’nın masada olduğu bir çözüm sürecinde uzlaşmaya gidildi. Bu aşamada Amerika’nın duruşu sahaya inmek istemeyen ve bu sebeple PYD-YPG ile yakın temas halinde olmaktan yanaydı. Bu yüzden Türkiye’yle gergin, Rusya ile tansiyonu yüksek bir Amerika vardı. Buna karşılık, İran noktasında ise P5+1 ülkeleri ile uzlaşma sağlanmış ve İran-Amerika ilişkilerinde tansiyon azalmıştı.
Şimdi ise Türkiye’yle işbirliğine daha niyetli ve istekli bir Amerika var. Bu iyi yönde bir gelişme; hatta Amerikan’ın bölge politikalarında PYD-YPG konusunda bile bir ihtimal ümit verici bir değişim olabilir. Ancak mesele burada bitmiyor. Suriye’de Rusya, Suriye ordusu ve İran da Türkiye gibi sahada varlığını kullanıyor. Trump yönetimi, Obama yönetimine göre şimdilik Rusya’ya daha ılımlı yaklaşıyor ve Rusya’yla işbirliğine açık duruyor. Ancak İran için aynı şeyi söylemek çok da mümkün değil.
Birleşmiş Milletler nezdinde İran’la varılan mutabakatın değişimi mevzubahis. Yaptırımlar ve hatta askeri müdahale seçeneği bile yeni yönetimin ağzından çıkan sözlerde sık rastlanan ifadeler olmaya başladı. A.B.D. Savunma Bakanı James Mattis’in İran’a bakışı, bilhassa CIA direktörü Mike Pompeo’nun, hatta Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın bile İran konusundaki düşünceleri İran-A.B.D. ilişkilerinin seyrinin çok da iyiye gideceği sinyallerini vermiyor.
Bir müddet sonra İran’a ekonomik yaptırım kararı alınması durumunda Türkiye-Amerika ilişkilerinde Suriye üzerinde şimdilik esen müspet rüzgârın nereye gideceği sorusu akıllara geliyor. Türkiye’nin gerek Suriye noktasında, gerekse gaz alımında İran’la yaptığı mutabakatlar ikili ilişkilerin son dönemde gelişmesine sebep oldu.
Amerika tarafından İran’a uygulanacak sert politikalarda Türkiye’den bilhassa yaptırım taleplerinde yer alması istenebilir. İşte bu aşamada Türkiye-Amerika ilişkilerinde gerginlik yaşanması muhtemel olabilir.
İran’la yaşanacak sıkıntılar sadece İran’la sınırlı kalmaz, Irak ve Irak’ın kuzeyinde zaten Türkmenler ve Şii güçler arasındaki gerginliği de alevlendirebilir.
Rusya’nın bu aşamada takınacağı tavır meselenin sadece Amerika, Türkiye ya da İran üçgeninde olmaktan çıkıp dörtlü bir diplomasi oyununa evirilmesine de sebep olabilir.
Başlangıcı gerçekleşen yeni dönemin nasıl şekilleneceğini anlamak ve istikametini kestirmek için iki önemli unsur var. Bunlardan ilki, geçmiş yönetimden devralınmış olan sorunları doğru anlamak. İkincisi ise sadece Türk-Amerikan ilişkilerini değil, üçüncü, dördüncü faktörleri ve ülkelerle olan ikili ilişkileri iyi okuyabilme gerekliliğidir.
Obama döneminde, bilhassa da son senede, Türk-Amerikan ilişkilerini en çok geren hususlar neydi? PYD-YPG örgütüne Amerika’nın verdiği destek ve FETÖ kapsamında beklenen iade süreci gündeme damga vurdu. Bu iki temel unsur beraberinde birçok yan etkeni de getiren konular olarak ortaya çıktı. Bir de şüphesiz bunlara müteakip ikincil bazı mevzular var. Ancak bu ilk iki mesele önümüzdeki dönemde de ilişkilerin seyrini belirleyecek unsurlar.
Trump yönetimi, Obama yönetimine göre DAEŞ ile mücadelede anlaşıldığı kadarı ile sahada daha aktif olduğu bir rol oynayacak. Bu noktada Türkiye gibi NATO müttefiklerinin en yakınında olmasını istiyor. Bu şüphesiz ki ikili ilişkilerin Suriye sorunu çerçevesinde müspet bir gelişme. Güvenli bölge oluşturmak için atılan adımlar doğru yönde olduğu sürece ve Amerika tarafından desteklendiği takdirde ilişkilerin gelişimine katkı sağlayacaktır. Ancak Amerikan yönetimi bir evvelki yönetiminden yüzseksen derece ters bir şekilde PYD-YPG yakınlığını keser mi, bundan endişeliyim.
En azından ilk etapta birden büyük bir değişim göremeyebiliriz. Dolayısı ile ilişkilerin seyri bu aşamada nasıl şekillenir bekleyip görmek lazım. Çünkü Türkiye terörün her türlüsü ile mücadele konusunda net tavrından taviz vermeyecektir. Ancak Amerikan Başkanı Donald J. Trump yemin töreni konusmaşından itibaren birçok konuşmasında İslami Terör sözünü kullanıyor. Bu söz iki açıdan endişe verici. Birincisi, Türkiye gibi nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler ile ilişkilerde önyargı yaratabilme ihtimali ve islamafobinin tetiklenme olasılığı yüksek. Bir dinin ismiyle terörün aynı tabirde kullanılması Müslüman alemi için reaktif ve endişe uyandırıcı tatsız bir olay.
İkinci ve startejik nokta ise biraz daha farklı. Eğer bir aşamada Türkiye ile Amerika PKK ve DAEŞ ile mücadele hususunda ilerleme kaydederse Başkan Trump’ın bu sözlerinden ortaya çıkan Amerika’nın DAEŞ’I, yani dini odaklı diye tabir ettiği terörü her daim müttefikini derinden yaralayan PKK terörünün önünde tutma ihtimali ilişkileri yaralayabilir. Hatta daha da ileri gidersek, işte tam da bu yüzden Amerika’nın önceliğinin DAEŞ olması gerektiği noktada kendisi için bir ulusal güvenlik tehdidi içermeyen PYD-YPG diyaloğunu devam ettirme ihtimali risk taşımakta. Türkiye-A.B.D. ilişkilerinin bu sebeplerden ötürü daha en baştan soğuması, bir önceki yönetimle süren gergin statükonun devamı demek olur.
İkinci mühim nokta ise şüphesiz ki FETÖ davası. Bu süreçte Amerika sürekli olarak bu konunun hukuki bir süreç olduğunu ve yürütmenin müdahalesinin mevzubahis olamayacağını ifade ediyor. İade süreci başlı başına bir tartışma mevzusu, ama şimdilik bir kenara koyduk diyelim. Halihazırda Türkiye’de katliama sebep olmuş bir örgütün liderinin A.B.D. başkentine sadece iki saat uzaklıkta özgürce yaşayabiliyor olması ikili ilişkilerin geleceği için bir tehlike arz ediyor.
İade sürecini anladık varsayalım. Ancak bir gerçek var ki FETÖ yöneticilerinin en azından gözaltı sürecine alınması FBI tarafından oradaki yapılanmayla alakalı süreçlerin başlaması yürütmeye ait bir karardır. En azından ilk etapta bu hususta atılacak adımlar Türk-Amerikan ilişkileri açısından önem arz ediyor.
Bu iki mesele ve Amerika’nın buradaki tavırları yeni başlangıcın nasıl şekilleneceğini bizlere gösterecek.
Geçtiğimiz gün Irak'tan gelen iki kişinin dış hatlar terminalinde vizeleri olmasına rağmen gözaltına alınması ve ülkeye girişlerinin durdurulması gündeme bomba gibi düştü. Amerika'daki bir çok sivil toplum örgütü, hukuk firması ve vatandaşlar Beyaz Saray başta olmak üzere bir çok devlet kurumunun önünde ve bilhassa büyük havalimanlarının dış hatlarında protesto gösterileri yapmaya başladılar. Bu gösterilerin neticesinde Amerikan federal mahkemesine yapılan başvurular neticesinde Donald Trump’ın almış olduğu karar Amerikan hukuku ve yargı sistemi çerçevesinde durduruldu
Üstüne üstlük Başkan Trump, Yeni Başsavcı Adayı Sessions’ı Kongre’den onaylatıp atayana kadar göreve vekalet edecek olan Obama yönetiminden gelen Başsavcı Sally Yates’i görevden aldığını açıkladı. Beyaz Saray’dan gelen açıklamaya göre Sally Yates, Adalet Bakanlığı bünyesinde görev alan avukatlara Başkan Trump’ın getirdiği ülkeye giriş engellerini desteklememeleri ve uygulamaya geçirmemeleri yönünde direktif vermiş ve ABD vatandaşlarını korumak için atılan yasal adımı yok sayarak ABD devletine ihanet etmişti. Bunun karşılığında Demokrat senatörler de Başkan Trump’ın bazı atamalarını durdurmak veya geciktirmek için büyük çaba sarf ediyorlar. Medyada da bu konuda durum farklı değil; bir yanda Trump’ı destekleyen medya, diğer yanda ise Trump aleyhtarı medya. Kısacası düello devam ediyor. Ancak bir gerçek de var ki Başkan Trump’ın göçmenler noktasında aldığı bu karardan dolayı tepkiler çığ gibi büyümekte. Ancak açıkça görüldüğü gibi Başkan Trump’ı destekleyenler ve ona karşı duranlar sadece vatandaşlar nezdinde gözlemlenen bir ayrım olmaktan çıktı.
Dün bu yaşanan protestoları ve son gelişmeleri takip etmek üzere Washington havalimanına gittim. Havalimanındaki protestocuların yanı sıra çıkan bütün yolcuların yanına yaklaşan bir grup kişi vardı. Bu kişiler çıkan yolculara kendilerinin avukat olduğunu söylüyor ve içeride gözaltına alınan herhangi bir kişi olup olmadığını soruyorlardı. Her çıkana büyük bir tezahürat vardı. Havaalanında bekleyen kalabalık bilhassa başörtülü ya da Ortadoğu geleneksel kıyafetleriyle havaalanından çıkış yapanlara tezahürat ve sevgi gösterileri yapıyordu. Göstericilerin ve sivil toplum kuruluşlarının ellerindeki pankartlar “Ülkemize hoş geldiniz, burası sizin de eviniz. Her zaman burada bir yeriniz var” gibi kucaklayıcı ve müspet anlamda tepkilerle doluydu.
Amerikan halkının göstermiş olduğu bu sağduyu ve Amerika'nın kuruluş felsefesinin temelinde yatan özgürlük ve göçmen yakınlığı algısı hala bir çok Amerikalı tarafından sahip çıkılan ve bir o kadar da daimi kılınması için mücadele edilen bir konu. Nitekim bu söylemler ve bu tepkiler neticesinde Başkan Trump, bu kararın Müslümanlara ve Müslüman ülkelere karşı olmadığını ancak Amerika'nın güvenliğini sağlayabilmek için bazı önlemlerin alınmasının gerekli olduğu ve bu kararnamenin de o önlemlerden başlıca bir tanesi olduğunu ifade etmeye devam etti.
Kimilerine göre Başkan Trump’ın tüm bu sözleri bir yumuşamanın, kimilerine göre ise tam tersine aldığı karardaki kendince olan haklılığının devamı olarak vurgulandı. Ancak buradaki asıl mesele dünya medyasına sadece Beyaz Saray'ın ya da havalimanının önünde yapılan protestolar yansımakla beraber gözden kaçmaması gereken önemli bir şey daha var. Trump’a olan destek.
Washington’da gerek Trump’ın yemin töreni esnasında, gerekse farklı toplantılara giderken metro kullanırım. Metroda bilhassa yarım saate yakın yolculuklarda yanınızda oturan kimseyle sohbet etmeye başlarsınız. Hele ki bugünlerde, en azından birkaç kez şahit olduğum, Amerika'nın farklı eyaletlerinden gelmiş, politikaya çok aşina olmayan sade vatandaşların bir kısmında var olan Trump'ın uyguladığı ve aldığı kararların doğru olduğuna olan inanç küçümsenemeyecek kadar fazla. Sohbet ettiğim bir Alaskalı vatandaş bana babasının ona zamanında Amerika'nın çok büyük bir ülke olduğunu ama artık bu gücünden çok uzakta seyrettiğini söyledi. İşte bu yüzden Donald Trump’ın aldığı seyahat kısıtlamaları başta olmak üzere Meksika sınırına inşa edilmesi planlanan duvar ya da orduyu güçlendirmek ile ilgili alınan karar gibi birçok politikanın ne denli doğru olduğunu savundular.
Metrodaki sohbetlerim neticesinde Başkan Trump’a destek veren vatandaşların toplumun hangi yüzdesini temsil ettiklerini yıllardır internet üzerinden ABD başkanlarının halk tarafından beğenilme oranlarını takip eden ve yayınlayan sitelerden öğrenmek istedim. Karşılaştığım sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı. 30 Ocak tarihinde Gallup tarafından yayınlanan anketlerde halkın Başkan Trump’ın politikalarını yüzde 43’e yüzde 50 oranında onaylamadığı, aynı tarihte yayınlanan Rasmussen anket sonuçlarına göre ise halkın Trump’ı yüzde 53’e yüzde 47 onayladığı ortaya çıkıyordu. Ülkenin doğru ya da yanlış yönde ilerlediğine dair kanı ise yüzde 47’ye 47 eşit çıkmıştı. Diğer bir deyişle anket şirketlerinden medyaya, sivil toplum kuruluşlarından iş dünyasına, sanattan spora, ama en önemlisi halkın Başkan Trump’ın bu politikaları noktasındaki kanaati öyle çok da büyük marjlarla net değil. Ortada büyük ve sert bir bölünmüşlük var.
İnsan ister istemez net bir şekilde soruyor “Hangi Amerika?” diye. Trump politikalarını destekleyenlerin Amerika’sı mı, protestocularınki mi? Yıllar yılı Amerikan politikası üzerine çalışırken bir şey gördük. Amerika’da hiç bir zaman devlet politikası bir düşüncenin ağırlığını benimsememiş ve her daim farklı görüşlerin bir mutabakat politikası olmuştur. Ama en azından bir müddet daha bu mutabakat sağlanana kadar sert bazı değişimler gözlemleyeceğiz.
Bu tasarılardan biri kürtajı destekleyen uluslararası sivil toplum kuruluşlarına federal fon desteğinin kesilmesi oldu. Kürtaj konusunda önemli bir duruşu bulunan ve kürtaja karşı olan Başkan Trump’ın bu çıkışı demokrat partide uygulanan politikaların tam tersi yönde önemli bir değişiklik olarak görülmeye başlandı.
Trump yönetiminin aldığı ikinci önemli karar bir çok kişinin eleştirilerinin aksine Obama döneminde durdurulan önemli boru hattı projesinin tekrar hayata geçirilmesi oldu. Boru hattı projesinin Obama döneminde durdurulmasının en önemli sebebi şüphesiz çevreye vereceği zarar ve aynı zamanda da işçi haklarından kaynaklı bazı problemlerdi. Trump almış olduğu bu kararla yine Obama yönetiminden çok farklı bir çevre politikası izleyeceğine, Amerikan hükümeti açısından enerji ve ekonominin çevre politikalarından daha önemli bir noktada seyredeceğine olan yaklaşımını gözler önüne serdi.
Donald Trump’ın aldığı bir diğer önemli yürütme kararı ise federal devlet memuru alımının bir çok noktada daha aza indirgenmesine, hatta belli devlet dairelerinde işe alımların önünün kapanmasına vesile olacak bir karar oldu. Gelenekselleşmiş olarak Cumhuriyetçi Parti her daim daha küçük ve işlevleri sınırlandırılmış devleti, Demokrat Parti ise daha geniş ve büyük devleti savunur. Amerikan sisteminde Trump’ın almış olduğu bu yürütme kararı hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri’nin daha az işe alımlarla Federal devleti küçültmeye gidebileceğinin de bir göstergesi.
Alınan bütün bu yürütme kararlarından belki de en önemlisi bir çok protestolara sebep olan, ama protestoların da ötesinde bir çok kimsenin aklına Amerika'nın bundan sonraki göçmen politikalarının, güvenlik politikalarının, ticaret politikalarının nasıl şekilleneceği ile ilgili soruları getiren Meksika sınırına yapılması planlanan duvar meselesi.
Amerika Birleşik Devletleri ile Meksika sınırına yapılması öngörülen bu duvar maliyet olarak yaklaşık yirmi milyar dolar civarında. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’a bu yirmi milyar dolarlık fonun nerden bulunacağı sorulduğunda ilk tepkisi bunun Meksika tarafından ödenmesini sağlayacağı olmuştu. Meksika devlet başkanından bu konuyla alakalı ret cevabı gelince ve bu duvarın fonlanması noktasında Meksika'nın herhangi bir dahiliyetinin olmayacağı Meksika devleti tarafından belirtildiğinde, Donald Trump ve Meksika devlet başkanı arasındaki ilk randevunun iptal olduğu duyuruldu. Buna ek olarak Meksika ile yapılan ticaretin vergilendirme oranının yüzde yirmiye çıkarılacağı, Meksika'dan ithal edilen ürünlere uygulanacak bu vergilerden sağlanacak gelirle iki sene içerisinde yirmi milyar dolarlık bütçenin fazlasıyla karşılanacağı belirtildi.
Şimdi akıllara gelen asıl soru Donald Trump’ın uyguladığı bu sert göçmen politikaları, aynı zamanda ticaret politikalarıyla, Amerika'nın yıllardır öncülük ettiği NAFTA gibi önemli ticaret birliklerinin ve serbest ticaret algısının bu saatten sonra ne şekilde değişeceği.
Amerika Birleşik Devletleri'nin bir göçmen ülkesi olduğunu düşündüğümüzde ve göçmenlerin çoğunluğunu Meksika'dan ve Latin Amerika’dan gelenlerin oluşturduğu düşünüldüğünde, Amerika Birleşik Devletleri'nin; başta Meksika olmak üzere Latin Amerika'nın geri kalanıyla olan politik ilişkilerinde, NAFTA gibi bir çok örgüt ile olan diyaloglarından dolayı ticari ilişkilerinde ve hepsinden ziyade uluslararası arenada sürdürdüğü diğer ilişkilerinde kopukluklara sebep olma ihtimali ciddi anlamda Amerika'nın kamuoyunu da, dünya kamuoyunu da düşündürmeye başladı.
Buradan sonra asıl soru şu: Donald Trump seçim vaatlerini (biraz da kendini göstermek maksadıyla hızlı bir şekilde aksiyona geçerek) aldığı bazı kararlarla üç ila altı ay gibi bir zamanda devam ettirip daha sonra bir yumuşama sürecine mi gidecek? Yoksa artan oranda bu ve bu tarz kararları almaya devam mı edecek?