Son yüzyıl içinde yaşam beklentisi dramatik olarak arttı. Nüfus öngörüleri önümüzdeki on yıllarda da bu artışın devam edeceğini yansıtıyor. Avrupa ülkelerinde 1990-2010 arasında 65 yaş ve üzeri nüfusun oranı yüzde 13.9’dan yüzde 17.4’e yükseldi. 2060’da bunun yüzde 30 olacağı öngörülüyor. Türkiye’de de 65 yaş üzeri nüfus yüzde 8.3’e ulaştı. 2050’de bu oranın yüzde 20.8’e ulaşacağı hesaplanmış bulunuyor.
Söz konusu hızlı artışta doğum oranlarının giderek düşmesinin yanı sıra yaşam beklentisinin uzaması da rol oynuyor. Üzerinde pek çok çalışmanın yapıldığı sağlıklı yaşlanmanın üç temel özelliği dikkat çekiyor: Hastalıklardan korunabilme, bilişsel ve fiziki işlevselliği en üst düzeyde sürdürebilme. Birbiriyle etkileşim içinde bu üç özelliğin birlikteliği sağlıklı yaşam beklentisini artırıyor.
GENLER YÜZDE 25 SORUMLU
Çalışmalara göre yaşlanma sürecimizi etkileyen genlerimiz, yaşam süremizin belirlenmesinden yüzde 25 oranında sorumlu. Geriye kalan yüzde 75’i ise hayat tarzımız (yani kendimiz) ve sosyal çevremiz belirliyor. Hayat tarzı ifadesi, tuz kısıtlı dengeli bir beslenmeyi, tütünden uzak durmayı, düzenli egzersiz yapmayı ve kirli çevrelerden olabildiğince kaçınmayı tanımlıyor. 90 yaşını aşan kişilerin en önemli özelliği, yaşamı olduğu gibi kabul eden olumlu bir bakışa sahip olmaları. Bu insanların aile fertleri, dostları ve içinde yaşadıkları toplumla olan bağlarını korudukları dikkat çekiyor.
Öte yandan, yaşlısına değer veren, sağlık eşitsizliklerini gideren; uygun barınma, çevre ve emeklilik şartları hazırlayan toplumlarda artan yaşam kalitesine bağlı olarak ömür de uzuyor. Ottawa Sözleşmesi de sağlığın insan hakları, eşitlik, sosyal adalet, topluma katılım, kişisel yeterliliğinin artırılması, destekleyici çevre ve kurumların yaratılması ile korunabileceğini ifade etmiş bulunuyor.
AŞILAMA TAKVİMİ ŞÖYLE
Varisler, toplumda sıkça görülen ve yaşam kalitesini belirgin şekilde azaltan bir sağlık sorunudur. Genellikle toplardamar yetmezliği sonucunda oluşurlar. Varis oluşumundan korunmak amacıyla ve yakınmaları azaltmak için bazı yaşam tarzı değişiklikleri önerilir. Bu önerileri özetleyecek olursak:
1. Düzenli egzersiz: Düzenli egzersiz yapmak önemlidir. Haftanın 5–7 günü 20-30 dakika süreyle yürümeniz önerilir. Yürüyüş, yüzme ya da bisiklete binmek gibi baldır kaslarınızı çalıştıran egzersizler yakınmalarınızı azaltmaya yardımcı olur. Egzersiz yapmak varislerinizin hızla kötüleşmesini önler.
2. Varis çorabı: Varis çorabı kullanmak yakınmalarınızı azaltır. Eğer ağrı, bacak şişliği, bacakta dolgunluk hissi gibi yakınmalarınız varsa varis çorabı giydiğiniz günün sonunda daha iyi hissedersiniz. Varis çorabını medikal ürün satan firmalardan alabilirsiniz. Varis çorabı almaya mutlaka kendiniz gidin. Çünkü ayak bileği, baldır ve dizüstü seviyesinde bacağınızın ölçüsü alınarak size en uygun varis çorabı belirlenecektir. İlk birkaç gün alışmakta zorlanabilirsiniz. Ancak sabrederseniz kısa sürede alışır ve ileride çok rahat edersiniz. Varis çorabınızı sabah saatlerinde ve işe başlamadan önce giyin. Akşam saatlerinde ve işten eve döndüğünüzde ise çıkartabilirsiniz.
3. Bacaklarınızı sıkça hareket ettirin: Eğer işyerinde ya da seyahat ederken uzun süre hareketsiz oturuyorsanız sık sık hareket etmek önemlidir. Baldır kaslarınız toplardamarlar içinde biriken kanı yukarıya, kalbe doğru pompalamaya yardım eder. Eğer uzun süre hareketsiz oturur ya da ayakta durursanız yerçekimi etkisiyle kan bacaklarınızda göllenir. Bu da bacaklarda şişliğe yol açar. Ayrıca, hareketsiz durmak derin toplardamarlarda pıhtı oluşması riskini de artırır. Bu nedenlerle örneğin ayakta iken parmak uçlarınızda yükselmek ve ardından topuklarınızı yere basmak şeklinde basit bir egzersizi işyerinizde yapabilirsiniz. Bu egzersizi 10 kez yapmak bacaklardaki toplardamarlarda kan akımını destekler. Özellikle işiniz uzun süre ayakta hareketsiz durmayı gerektiriyorsa (öğretmen, güvenlik görevlisi, berber vb.) bu egzersizi yapmak bacaklarınızı rahatlatacaktır. İdeal olarak, eğer yapabiliyorsanız 30-60 dakikada bir en az 2 dakika süreyle yürümek önerilir.
4. Bacaklarınızı kaldırın: Fırsat bulabilirseniz gün içinde 2-3 kez 10-15 dakika boyunca bacaklarınızı kalp seviyesi üzerine kaldırın. Bunu yapmak için sırtüstü düz yatın ve bacaklarınızın altına koyacağınız yastıklarla bacaklarınızı destekleyerek kalp seviyesinden 20-30 cm yükseltin.
5. Yüksek topuklu ayakkabı kullanmayın: Yüksek topuklu ayakkabı giydiğinizde ayak ve baldır kaslarınız toplardamarlardaki kan akışına ideal pompa katkısında bulunamaz. Bu yüzden günlük kullanım için 5 cm’den fazla olacak şekilde yüksek topuklu ayakkabı tercih etmeyin. Bu ayakkabılar ağrı ve bacaklarda kramp gibi yakınmalarınızı artıracaktır.
Öksürük solunum yollarını zararlı etkilerden koruyan vücudun en önemli savunma refleksidir. Bazen çocuğunuzun kendi ağız salgısının solunum yollarına kaçması gibi basit bir nedenden olabileceği gibi, çoğunlukla solunum yollarının bakteri ya da virüs denilen mikroplar tarafından tutulması gibi daha önemli bir nedenle olur.
Mikroplar solunum yollarına girdiğinde vücudun savunma hücreleri onlara karşı koymakta ve solunum yollarında ilerlemelerine engel olmaktadır. Öksürük, solunum yollarında ilerleyen bu mikropları ve mikroplarla vücut hücrelerinin savaşı sonucu ortaya çıkan artıkları dışarıya atan vücudun en önemli savunma mekanizmasıdır. Solunum yollarının bir çeşit süpürgesidir.
Eğer çocuğunuzun neşesi ve canlılığı yerindeyse, sizi emiyor ya da mamasını yiyorsa bırakın öksürsün. Çünkü öksürerek solunum yollarını temizler. Çocuklar, erişkinler gibi öksürük sıvısını öksürerek dışarı çıkartamayabilir. Çoğunlukla yutarlar. Bunun hiçbir sakıncası yoktur. Bazen kusmalarında öksürük sıvısı olabilir. Bu da önemli değildir. Çocuk öksürüyor diye hemen öksürük kesici ilaçlar kullanmayın. Hastalığını daha da ağırlaştırırsınız. Çocuğunuzu huzursuz eden, uykusunu bölen şiddetli bir öksürük varsa doktorunuzun önerileri doğrultusunda solunum yollarındaki koyu yapışkan salgıları yumuşatıcı, balgam söktürücü ilaçlar ya da uykuyu etkileyen aşırı öksürükte kısa süreli öksürük kesici ilaçlar kullanabilirsiniz.
EN ÖNEMLİ İLAÇ SU
Öksürükte öncelikle çocuğunuzun aldığı sıvı miktarını artırın. Anne sütü, su ve sulu besinleri sık sık çocuğunuza sunun. Ayrıca, solunum salgılarını yumuşatmak için geleneksel yöntemlerden de yararlanabilirsiniz. Bunlar; ıhlamur, papatya, rezene çayı, zencefil, nane-limon, limonata, 4 yaş üzerinde de adaçayı gibi sıvı besinlerdir. Bal, etkinliği kanıtlanmış tek öksürük kesicidir. 1 yaş üzerinde doğrudan verilebildiği gibi ekmek üzerine sürülüp yağlı ballı ekmek ya da ballı limonlu çaylar şeklinde de verilebilir. Geleneksel olarak kullandığımız çorbalar da öksürüğün gerilemesine yardımcı olur. Et ve tavuk suyu ile yapılan pirinç, un, şehriye çorbaları, tarhana çorbası, havuçlu, patatesli, kerevizli, soğanlı, sarımsaklı, maydanozlu çorbalar da öksürüğün gerilemesine yardımcı olurlar.
Çocuğunuzun bulunduğu odayı havalandırın. Odadaki havanın nemli olmasını sağlayın. Öksürükte burun yolunun açık tutulması da çok önemlidir. Eczaneden alacağınız, halk arasında tuzlu su olarak adlandırılan serum fizyolojik içeren burun damlalarını kullanabilirsiniz. Küçük çocuklarda damla damlattıktan 2-3 dakika sonra burundaki fazla sıvıyı almak için ağızla çekilen aspiratörleri de kullanabilirsiniz.
Kaliforniya Üniversitesi’nde yürütülen bir araştırmaya göre mutluluğumuzun ve huzurumuzun yüzde 40’ı tercihlerimizin ve hayata bakışımızın sonucu. Kendi kendinizi telkin edin, gaza getirin: Önemli değil, iyiyim, aslan gibiyim... Doktor Sibel Akkol’un moralinizi yükseltmek için bir yöntemi var: Bilinmeyen vitaminler. Mizah ve müzik. Akkol’la M1 ve M2’yi konuştuk.
Fakültede halk sağlığı derslerine gelindiğinde hastalıkları teşhis ve tedavi etmek için hekim olacağımızı sanan biz öğrenciler asıl görevimizin korumak ve hatta geliştirmek olduğunu öğrenirdik. ‘Sağlık’ tanımını herkes öğrendi artık! “Sağlık sadece hasta olmamak hali değil, bedenen, ruhen, sosyal, çevresel, hatta ekonomik ve politik tam bir iyilik halidir” diye tanımı genişletmek gerekiyor. Burada, “Koruyacağımız ve geliştireceğimiz sağlık durumumuzdaki faktörlere nasıl etkili olacağız?” sorusu hemen aklımıza takılıyor. İşte tam bu noktada, “Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ver” cümlesini hatırlayalım. Kendimizden başka hiçbir şeyde tam kontrolü sağlayamayacağımıza göre, gelelim kendimiz için neler yapabiliriz konusuna...
BIRAKMAK İSTEYENE METOT VAR
Yıllardır bağımlılıktan uzak yaşamın önemine dikkat çekiyorum. Alkol ve merkezi sinir siteminde geçici-kalıcı değişiklikler yapan sigara başta olmak üzere kimyasal maddeler ve şimdilerde teknoloji gibi farklı bağımlılıklar ciddi uzmanlık alanları oldu. İçlerinde sigara, nikotinik etkiye bağlı fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yarattığı, ayrıca sosyal çevrede kabul gören, ikram edilen bir madde olduğu için çok ciddi yaygın ve sağlık bozucu bir ajan olarak içen-içmeyen herkesin mücadele vermesi gereken bir savaş! Muayenehane açmama ve sonrasında da gönüllü olarak okullara-işyerlerine eğitime gitmeme, savaşta aktif nefer olmama yol açan bu konuya ilgim doktor olmadan önce anne-babamın sıkı içiciler olması nedeniyle hem kendi hayatlarını erkenden kaybetmelerinden, hem de benim pasif içici olarak çok kez hastanelerde yatarak tedaviye mecbur olmamdan kaynaklandı. Sigara bırakmak için metodları burada anlatmak istemiyorum. Zira, öğrendiğim şu oldu: Bırakmak isteyen herhangi bir yardımcı metodla bırakabiliyor, bırakmak istemeyene bıraktıracak metot halen bulunmadı.
Kalbimiz günde yaklaşık 100 bin defa atarak bütün vücudumuza temiz kanı gönderen en önemli hayati organlarımızdan biridir. Bu kadar çok çalışan bir organın zamanla yorulması ve bazı hastalıklara yakalanması da kaçınılmazdır. Hepimizin bildiği gibi dünyadaki ölümlerin en sık sebebi kalp ve damar sistemi kökenli hastalıklardır. Bununla beraber hipertansiyon, kalp yetersizliği, kapak hastalıkları, kolesterol yüksekliği, ritim bozuklukları, şeker hastalığı ve stres de kalbimizin hem direkt yaşadığı, hem de zarar gördüğü sıkıntılardandır.
Bütün bu istenmeyen durumların yanında 2019’da ortaya çıkan koronavirüs enfeksiyonu kalp damar sistemimize büyük zararlar vermiştir. Koronavirüs enfeksiyonunun kalp kaslarımıza direkt saldıran, kalp krizini tetikleyen, ritim bozukluklarına neden olan, toplardamar pıhtısını artıran ve ani ölüme sebep olan bir enfeksiyon olduğu artık çok iyi bilinmektedir.
PEKİ, ONA NASIL BAKALIM?
Peki; özellikle 2019’da koronavirüs, ekonomik nedenler, stres, kötü beslenme, karantinaya bağlı hareketsizlik, hastaneye gitme korkusu ile şikayetlerin ötelenmesi gibi sebeplerle de çok yorulan kalbimize yeni yılda nasıl bakalım?
Kalp damar sağlığı kavramı aslında doğuştan itibaren çocuklara öğretilmesi ve ona göre baştan tedbirlerin alınması gereken bir durumdur. Öncelikle çocukluktan itibaren sağlıklı beslenme, tuz kısıtlaması, kilo kontrolü, egzersiz ve kötü alışkanlıktan sakınma gibi durumların çok iyi oturtulması gerekir.
Üstelik bu durum bazı çocuklarda hem gece, hem gündüz meydana gelebiliyor. İdrar kaçırmada erken tedavinin önemine değinen pediatrik nefrolog Prof. Dr. İpek Özunan, çocuklarda idrar kaçırmayı şöyle anlattı:
Gelişimi olağan seyreden bir çocuğun 5 yaşından sonra gündüz ve/veya gece idrar kaçırması normalin dışında bir durumdur. İdrar kaçırma bazen damla damla olabileceği gibi bazı durumlarda kıyafeti ve bulunduğu yeri ıslatacak sıklık ve fazlalıkta olabilmektedir. Gece uykuda idrar kaçırma (enürezis) daha çok erkeklerde görülmekte olup 5 yaştakilerin yüzde 15-20’si, 7 yaştakilerin yüzde 10’u, 10 yaştakilerin yüzde 5’i, ergenlik dönemi ve sonrasının yüzde1’i gece idrar kaçırmaktadır. Gündüz idrar kaçırma ise kızlarda daha fazla olup okul çağı çocuklarının yüzde 10 civarını etkilemektedir.
BU SORUN PSİKOLOJİK Mİ?
Önemli bir sorun ise genellikle idrar kaçırmanın zamanla düzeleceği inancıdır ki, bu kalender yaklaşıma çok sık rastlamaktayız. Evet, idrar kaçırmanın zamanla düzelme potansiyeli elbette ki vardır. Ancak düzelmesi için bazen uzun yıllar beklenmekte, bu süre zarfında çocuk ve ailenin yaşam kalitesi ve konforunda önemli bozulmalar olabilmektedir. Aileler gece kaçırmanın önüne geçebilmek için bazen çocuğu iki saatte bir uyandırmaya çalışmakta, bu ise sağlıklı gece uykusu olmaması nedeniyle okul başarısında düşmeye dahi neden olabilmektedir. Yine ilk bakım veren kişinin (çoğunlukla annenin) psikolojik olarak yıpranması ve istenmeden de olsa bunun çocuğa yansıması durumun kısır döngüye girmesine sebep olabilmektedir.
Aile tarafından bazen çocuğun tembel olduğu, annenin çok yorulmasına rağmen halen gece idrar kaçırmaya devam etmesinin inat nedeniyle olduğu bile öne sürülmektedir. Çocukta ise öz saygıda azalma, vücut imajının hatalı gelişimi söz konusu olmaktadır. Özellikle gece ev dışında kalma dönemleri büyük bir gerginliğe yol açabilmektedir. Aslında idrar kaçırmanın çoğunlukla psikolojik olduğu düşünülse de yaklaşık yüzde 10’u psikolojik kökenlidir. Daha çok gördüğümüz ise idrar kaçırma devam ettikçe çocuğun psikolojisinin bozulmasıdır. İdrar kaçırmanın daha çok görülen nedenlerinin başında genetik faktörler ve bunlara bağlı uykudan uyanma eşiğinin olgunlaşmasında gecikme, idrar kesesine (mesane) bağlı sebepler yer almaktadır.
NEDEN TEDAVİ EDİLMELİ?
Bu çocuklarda benlik saygısında azalma, endişe, öz güven kaybı, utangaçlık ve içe kapanıklık gibi problemler ortaya çıkabilmektedir. İdrar kaçırmanın zamanla düzeleceğinin beklenmesi özellikle çocukların büyüme çağında sosyal aktivitelerden uzak durmalarına ve akranlarıyla kaliteli zaman geçirmelerine engel olacağı için tedavide gecikme olmamasında fayda vardır. İdrar kaçırma problemleri olan çocuklarda çok yönlü ve ayrıntılı bir öykü alma ve fizik değerlendirme yapılması gerekiyor. Hasta ve ailenin doğru bilgilendirilip rahatlatılması tedavinin ilk ve önemli basamağını oluşturmaktadır. Tedavide işeme ve dışkılamadaki problemlerin düzeltilmesi, mesane ve bağırsak sağlığı için önemli olan besin düzenlemeleri, uyku hijyeni ile ilgili öneriler ve altta yatan nedene bağlı gereken ilaç ve rehabilitasyon programları eklenip sorun kalıcı olarak çözülmektedir.
Bu noktada aşının insanlık için ne anlama geldiğini Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji İmmünoloji Uzmanı, Bulaşıcı Hastalıkları Önleme Derneği Başkanı Prof.Dr. Şükran Köse, anlatıyor...
Şüphesiz bütün dünyayı etkileyen Kovid-19 salgınında önemli bir yere sahip olacak aşı çalışmaları son hızla devam ediyor. Bir aşı piyasaya çıkmadan önce defalarca kontrol ediliyor, oluşabilecek yan etkiler ve etkililiği aylarca araştırılıyor. Bu nedenle bu salgının çözümünde de aşının anahtar role sahip olduğu açık.
Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) da bu salgından çıkışın tek yolunun aşı olduğuna vurgu yapıyor. Farklı ülkelerde farklı metotlarla üretilen bütün aşı çeşitleri tek bir amaca hizmet etmek üzere yapılıyor: İnsanları hastalanmadan korumak, virüs bulaşsa dahi çok daha hafif, hatta anlamadan geçirmesini sağlamak. Binlerce kişinin katılımı ile çeşitli ülkelerde üretilen 11 aşının üçüncü aşama çalışmaları bugünlerde hala sürdürülüyor. Ara sonuçlar etkinliklerinin yüzde 90’ın üzerinde olduğunu gösteriyor, bu da oldukça umut verici bir durum. Şimdiye kadar hiçbir aşıda ciddi bir yan etki de gözlenmiş değil.
WHO her ne kadar milyarlarca insana uygulama kolaylığı nedeniyle tek doz aşıları tercih etse de geliştirilen aşıların şimdilik iki doz uygulanması gerekiyor. Hastalığı geçirmiş kişilere şimdilik aşı uygulaması yapılmayacak. Bu kişilere aşı yapılması durumunda nasıl cevap alınacağı elbette yine bilimsel çalışmalarla ortaya konulacak.
Çocukluğumuzdan itibaren birçok aşı oluyoruz. Aşı olmak aslında bizim için yeni bir kavram değil, tam aksine yıllarca uygulanan ve bizi güvende hissettiren bir kavram. Aslında artık hayatımızın bir parçası bile denilebilir. Çok hızlı ve kolayca yayılan bulaş oranı yüksek bir virüsün yol açtığı bu hastalıktan korunmak için devletimizin de gayretiyle ülkemize getirilecek olan aşının en yüksek yararı sağlaması adına şu günlerde halkımızın aşıya özendirilmesi gerekiyor. Aşılama ile bir an önce normal yaşantımıza dönmek, eski dünyamızı geri kazanmak her yaş grubu için büyük önem taşıyor.
Sağlık, tarafsız ve oldukça kontrollü bir sistemdir. Sağlıkta hiçbir şeyin şakası olmaz. Dünya, ülkemiz, bilim insanlarımız ve doktorlarımız da bu durumun bilincinde. Doktorunuza güvenin, aşı olun.
Fonksiyonel tıp modeli, hastaları ve hekimleri, hastalığın altında yatan nedenleri ele almak ve en uygun sağlığa, iyileşmeye kavuşmak için birlikte çalışmaya teşvik eden bireyselleştirilmiş, hasta merkezli, bilim temelli bir yaklaşımdır. Her kişinin genetik, biyokimyasal ve yaşam tarzı faktörlerinin ayrıntılı bir şekilde anlaşılmasını gerektirir ve bu bulguları kişiye özel tedavileri planlamak ve en iyi sonuçları almak için kullanır. Bu yaklaşımda semptomlardan, şikayetlerden ziyade, kök nedenini ele alarak hastalığın karmaşıklığını tanımlamaya yönelmişlerdir. Bir durumun birçok farklı sebebi olduğunu ve aynı şekilde bir nedenin birçok farklı soruna yol açabileceğini görebiliriz. Sonuç olarak, fonksiyonel tıp tedavileri her bir bireydeki hastalığın spesifik belirtilerini hedeflerken, sistemlerin ve tüm bedenin sürekli sağlıklı olmasını da sağlar. Özellikle kronikleşmiş sağlık sorunlarının altında yatan beslenme, yaşam şekli, duygusal, genetik yapı bir arada değerlendirilir ve tümü için kişi desteklenerek sağlığına kavuşur. En önemlisi de bu sağlığı sürdürmeyi öğrenir.
YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİN
Besinler ve beslenme, fonksiyonel tıbbın ana konusudur. Sağlıklı bir hayatın sürdürülmesinin merkezinde yer alır. Fonksiyonel tıp, genel tıbbın hastalık merkezli yaklaşımından daha ileriye giderek, kişi merkezli bir yaklaşımla 21’inci Yüzyıl’ın sağlık ihtiyaçlarına cevap verecek bir metotla çalışır. Fonksiyonel tıpta esas olan, kişinin bütünüdür ve hekim topladığı detaylı bilgilerle genetik, çevresel, yaşam tarzına bağlı faktörlerin kişinin sağlığı üzerindeki etkilerini ve o kişi için kompleks-kronik hastalıkları nasıl tetikleyebildiğini değerlendirir. Bu analizin sonunda kişi için uzun vadeli olarak sağlığın korunabileceği bir plan, hayat tarzı programı oluşturulur.
Beslenme alışkanlıklarımızdaki yanlışların yaşam boyu süren hemen bütün sorunlarda karşımıza çıktığını artık biliyoruz. Biyolojimizi ve dolayısıyla psikolojimizi de beslenmemizi değiştirerek istediğimiz iyilik haline dönüştürebilir ya da hiç istemediğimiz sorunlara yol açabiliriz. Fonksiyonel beslenmede temel kurallar geçerli olduğu gibi daha önemlisi kişinin sağlık sorunları ve yaşam şekline göre de planlama yapılır. Bu konudaki çalışmalar ve sonuçlar sadece sağlıklı yaşam için değil, çok önemli hastalıkların tedavisi için de şaşırtıcı ve umut vericidir.
Örneğin, bağışıklık sistemimiz ve zihinsel faaliyetlerimizin de bağırsak floramızla ne kadar yakın ilişkili olduğunu biliyor musunuz? Dolayısıyla yediklerimiz burada da çok önemli. Bağışıklık sistemimizi güçlü tutmamız hem akut, hem de kronik hastalıklarımız için çok önemli. Bunun için günlük beslenme şeklimizi ve yediklerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Bu değişiklikler aynı zamanda zihinsel faaliyetlerimizi de kuvvetlendirir.
YARARLARI SAYMAKLA BİTMİYOR