Paylaş
Ben zannediyorum ki o sırada evde 1 Cem, 1 ben varız. Akşamın zifirisinde. Bir de işte her evde olan bakliyat, makarna, sebze, ıvır zıvır, saksı ve mobilyalar. Kendi halimizde sessiz sakin takılmaktayız.
Heyhat, sen öyle san. Sonra Cem’den ani bir “Ahahahaha” yükseliyor. Üstüne, “Abi sen zıttırı vıttırı zabazingoyu fıttırı mıttırdın mı?” gibi bir cümle savuruyor.
Paçalarından teknoloji, oyun ya da kimbilir belki de en Japon’undan manga akan bir dilde.
Emin ol. Filipinler’in resmi dili Tagalogca’dan bile daha zor. Söylediğinin yüzde 10’unu anlasam köyün meydanına inip, davul - zurna eşliğinde zeybek oynayacağım. Üzerine çifte telli ziyafeti sunup, bütün mahallenin avuçlarına kına yakacağım. Ama zalim gerçeklerin tir tir titreten gölgesinde; “Ha? Pardon, Cem ne dedin sen şimdi tam olarak?” diyorum. Şüpheli. 3 litre sersem, 100 gram ezik, bir tutam kavruk. Alttan alta bir tencere dolusu da bozuk. İnsan koskoca kapılar gibi annesine abi der mi abi diyorum içimden. Cık, cık. Biz deseydik zamanında annemize, terlikler leylek olur, vızır vızır dolaşırdı tepemizde. Ooooh bakıyorum Cem oralı bile değil. Bir tumturaklı zıttırı, fıttırı cümlesi daha ve kahkaha. Neyse ki anlamam uzun sürmüyor. Aaaah diyorum, bak! Yine aynı taklaya geldim, bir avcumu dizimin üzerinde şaplatarak:
Tabii ya, Cem takmış kulaklıklarını ya bir oyun oynuyor 100 sınıf arkadaşı kişiyle... Ya bir youtube video’su izliyor kuzenleriyle... Ya da toplu Skype yapıyor tüm sevdikleriyle... Yani seninle konuşmuyor o başka bir düzlemde. Ve buyur:
Geçenlerde Cem odasında ve ben tek başıma salonun göbeğindeyken, birden bire, en can arkadaşı Can bana: “Ooo tişörtün de çok güzelmiş Bilge Teyze” diye seslendiğinde az kalsın oracıkta 2.80 şıp diye ölüyordum sevgili okur. Şıpır şıpır ter, küp küp buz kestim. Senin de başına gelmiştir. O sırada fiziken bizden 60 kilometre ötede olan Can, meğer koltuğun arkasına saklanmamış da, bilgisayarın içindeki kameranın içinde Cem’in dönmesini beklemekteymiş. Tişörtümün rengi ilgisini çekmiş. Çekmese haberim bile olmayacak kamera arkasında bizde olduğundan. Aynı salonda nefes almasak da aynı salonda cirit attığımızdan.
Çığlığımdan korktu çocuk.
Hayatlarımız çoktan birer bilimkurguya evrilip, devrildi. Her birimiz Uzay 1999’u yüze katlayıp ceplerimize soktuk. Sonra usta bir sihirbaz titizliğinde tek bir buruşuk olmadan cillop gibi şıkır şıkır ütülü, floş royaller gibi masalara çıkardık.
Düşün artık; ben çocuk olduğum yıllarda, televizyonun içinde minik minik insanlar yaşadığına yüzde yüz emindim ve birgün o televizyonu kırıp hepsini özgür bırakmak için ne andlar içmiştim.
Ve fakat annemin şimşekli gazabını, üstelik kırık televizyonun yedi sülalemiz ve komşularımızda yer açacağı tahribatı bir türlü de kestiremediğim için susup, oturmuştum.
Cem’in bilgisayarının içinde yüzlerce insan yaşıyor canımdan daha can sevgili okur. Cem de çoğu zaman evdeymiş ve benimleymiş rolü oynayıp, bilgisayarının içinde onlarla vakit geçiriyor.
İşte mesela bu duruma alışamadım. İstiyorum ki hep aynı elle tutulur, gözle görülür düzlem, eylem, boylam ve koordinatlarda olalım. Kristal bir şekerlik, sehpa üstü dantel kadar somut takılalım.
Çocukken televizyon içinde yaşayanları kurtaramamıştım. Ama şimdi kimbilir bakarsın bir gün o bilgisayarı kırıp bir süreliğine de olsa bizimkileri kurtarırım.
Çıkın derim, haydi çocuklar sokaklara. İp atlamaya, ağaçlara tırmanmaya, top kovalamaya! Bir çocuk şarkısı endamında. Tamam o bilgisayar içinde döndürdüğünüz dünyalar da iyi, güzel, hoş ve tam da zamanın ruhu... Ama; Birazcık da özlediğimiz bizim çocukluğumuzun hatırına.
Çıkın, çıkın sokaklara.
Çocukların sokaklara çıkması, yüzyüze karşılaşması ne zaman bu kadar marjinal oldu?
Üstelik biz artık kocamanların en dev kocamanı İstanbul değil de gözümün sürmesinden de küçük ve güvenli Foça’dayken.
Taş basmak zorundayım sanırım. Dünya değişirken ve ben bir yandan değişimi desteklerken... Ama bir yandan da değişime ayak diretirken. Çelişkili, çelişkili böğrüme.
Ve özetle; arada bir de olsa çocuklarımızı bilgisayarlardan söküp, alışveriş merkezi değil de sokaklara çıkarabiliyorsak, ne mutlu, ne mutlu bizlere!
NEYSE İŞTE DİĞER ALIŞAMADIKLARIM:
* Yakın gözlüğü kullanmaya. Hiç sorma. Ah, of.
* Dijitalden kitap okumaya.
* Dere tepe dört bir yanımızı boğan, gözlerimizi kırbaçlayan çirkin binalara. Alışmayacağım da. Zır, inatla.
* Nasıl uçuyor yahu bu koca uçaklara?
* Öyle konuşurken böyle davranmalara.
* Böyle davranırken öyle konuşmalara.
* Savaşlara. Bir insanın diğerine yaptığı tüm kötülük ve haksızlıklara.
* Televizyonların en çok rating alan programlarına.
* F klavye barındırmayan bilgisayara.
* Plastik görünümlü domates, biber ve elmalara.
* Şekersiz çaya.
Hadi ekle sen de. Uzayıp da Everest’lere çıksın bu liste.
HAFTASONU KAÇKINLARI
Bu haftasonu Banu, Müjde, ben tam pansiyon çalıştık. Arkadaşlarımız, akrabalarımız yatak ve kanepelerimizden taştı. Yastıklarımız, borsamızda kapanın elinde kaldı. Nisanın son gününde misafirlerimiz eşliğinde denize de girdiğimize göre, demek ki yaz geliyor Ege’mize. Karpuzun kabuğu çatladı. O zaman önümüzdeki yazın gölgesinde; sahil kasabalarımızda ne yerliler turistleri kazıklasın. Ne de turistler çok gürültülü davranıp, çöplerini kumsallara saçıp yerlilerin keyfini kaçırsın.
Başlarımızın tepesine, gül yaprakları döke döke, güzel bir yaz diliyorum hepimize.
Paylaş