Hafif hafif serpiştirerek gelmedi kar; annesi Zeynep Abla’nın üzerine çığ düştü. Ölümünden 10 gün sonra Zeynep ve eşi Mustafa’ya yaşadıkları Ankara dar geldi. İçlerindeki dünyanın o en konsantre acısı, değil Ankara’ya dünyaya sığamama hissini getirdi. Bindiler arabaya, Ogan’ın çok sevdiği yazlıklarının olduğu Ayvalık’a doğru düştüler yola. Önce evin bahçesini ekip biçtiler, rengarenk çiçeklerle cennete çevirdiler. Sonra da bahçeye “Ogan’ın Dünyası” adını verdiler.
3 ay sonra Ogan’ın ilk Ogan’sız doğum gününe (18 Kasım) bir hafta kala, Zeynep Abla’nın telefonu çaldı:
“Zeynep teyze, haftaya doğum günü olacaktı ya... Biz arkadaşları olarak aramızda para toplayıp mama alacağız, Ogan’ın Ankara’da gönüllü olarak çalıştığı hayvan barınaklarına bağış yapacağız. Böyle bir hediye Ogan’ı çok sevindirirdi diye düşündük...”
Zeynep Abla o sırada eşiyle arabada. Duydukları onu çok mutu etmişken, telefonu kapattığı anda gözüne bir levha ilişiyor: Ayvalık Köpek Bakım Çiftliği.
Kır diyor direksiyonu eşine. “Şu barınağa bir bakalım.”
BARINAKTAN HASTANEYE
1932 İzmir doğumlu ve bugün onun doğum günü.
Hava soğuk ve yağmurlu... Olsun. Üşenmez ve türlü türlü bahanelerle fikir değiştirmez. Onu fırtınalar ve tsunamiler bile yapacağı işten döndüremez.
Konser de çay partisi de İzmir şubesi başkanı olduğu Türkiye Kas Hastalıkları Derneği yararına.
Bütün arkadaşlarımız Serdar’ın annesi olduğu için Türe Teyze diye hitap ediyor ona...
“Teyze” deyince havada yufkalara yedi takla attıran, dumanı tüten baklavalar açan, ağzına 40 baharatlı ballar tıkmaya çalışan tonton biri gelir ya aklına... En azından Adile Naşit filmleriyle büyümüş bizim nesillerin.
Halbuki Türe Teyze, her ne kadar birbirinden nefis yemekler ve reçeller pişirse de bildiğimiz bu klişe teyzelerden biraz farklı.
Taşı ver ellerine, şrik şrak, hop diye altına çevirirler.
Bataklığı ser önlerine, sen gözlerini kırpana kadar çiçek tarlasına döndürürler.
Lütfen, “Amma da abarttın yine. Mübalağa etme bizlere!” demeyin de güzel bir hikaye anlatayım sizlere.
İzmir Türk Koleji mezunu Aslı, benim üniversiteden sınıfdaşım. Üstelik 90’ların başında İstanbul’daki ev arkadaşım.
Yeni mezunduk ve amma da havalı işler bulmuştuk. Ben Sabah’tan atv’ye transfer olmuştum. Aslı, Serdar Erener’in Reklamevi’nde, 3. ev arkadaşımız Didem de en artistik halkla ilişkiler şirketinde... Çalışmaktayız, gençlik ateşiyle.
Nişantaşı’nın göbeğindeki en az işlerimiz kadar havası üçbinbeşyüz evimizde, önce yangın çıktı; ucuz atlattık. Tam ortalığı toparladık derken bir sabah yataklarımız sular içinde yüzmekteyken uyandık. Venedik evimizi tam da kurutmuşken, kaloriferler patladı. Arkasından evi fareler bastı.
3-4 kişilik gruplar halinde çığlık çığlığa, patır patır bir oraya koşuyorlar. Bir buraya. Bir güneye, bir kuzey kutbu yönüne. Tozlar, bulutlar havada karışır. Hepsi de çocuk ve teneffüsteler. Fırıl fırıl ışıklı bir lunaparktaymışsın gibi başını döndürürler. Halbuki ne yangın çıkmış, ne son tren kaçmış. Ne de olimpiyat finalinde kıran kırana bayrak yarışındalar. Demek ki öyle bir enerji taşması var ki bünyelerinde, Etna Volkanı patlıyor kalplerinde. En büyük hedefleri kantinden bir şey almak olsa da (ki genellikle serbest koşu ve hiçbir hedef yok) ille de koşacaklar. Asla yürümeyecekler.
Halbuki biz, yaş aldıkça koşmayı bırakıp yürümeye geçtik. Önce hızlı hızlı ve tempoluydu yürüyüşümüz; Gençliğimizde.
Sonra gittikçe ağırlaştı; 30’ları geçtiğimizde. Ayaklarımızın her bir tanesi 3 gramken 30 kilo çekmeye başladı. Sürükle babam sürükle ayaklarını... Kolaysa sürükle de göreyim... Kelebek ruhlu umudunun peşinde. Bazen tek ayakla yolumuza devam ettik... Seke, seke. Çaktırmasak da, ilerleyen günlerimizde.
Eh be güzelim... Hayat tabii bu. Hayat; seni de, beni de, dedemi de yordu. O mis kokulu güller, paslar ve dikenler serili yollarında... Bırak ayaklarını, kirpiklerin bile 5 ton ağırlaştı. Öyle ya da şöyle bir şey yapabilsek mesela. Yapabilsek de çocukların o güzelim umutlarını en derin donduruculara koyup muhafaza edebilsek. Baktıkça neşeyle koşan çocuklara, yollarda ne ara, neleri kaybettik ve neden kaybettik soruları gelir tabii aklına.
Eyvah gidişat kötü. Bu ağlak, zırlak, kötümser bir yazı olmak üzere sonunda. Ama ne yapayım? Oğlum Cem’in okuluna her geldiğimde, teneffüste cıvıl cıvıl koşuşturan çocukları her gördüğümde şu istatistikler hançer gibi saplanıyor kalbime.
* Dünya üzerine 250 milyon çocuk işçi olarak çalıştırılıyor
Ne desen haklısın. Ama çektiğim yemek belgeseli sayesinde yeni keşifler yaptım ya, sana anlatmazsam çatlarım. İnan bugün son... Uzun bir süre yemek konusunu açmayacağım. Ölümcül bir müsabakaya hazırlanan Rocky Balboa misali antrenmandan antrenmana koşup yediklerimin günahını son damlasına kadar çıkaracağım.
Daha önce de yazmıştım burada; bir İzmirli’nin annesi Balkanlar’dan ya da Midilli’den gelmiştir mesela. Babası belki Trabzon, belki Urfa’dan. Anneannesi Rum ya da Yahudi, dedesi Levanten olabilir.
Bir İzmirli’nin saçının her teli rengarenktir. Soyağacı bütün meyveleri içerir.
Dolayısıyla mutfağı da böyledir. Binlerce, yüzlerce yıllık farklı kültürler birbirini etkilemiştir. Sonra hepsi havada çarpışıp İzmir tenceresine girmiştir.
Buyrun işte, nefis bir İzmir yemeği daha pişmiştir size.
Soğanı rendelemeyi sevmezmiş. Bıçakla ince ince kıymak tercihiymiş. Soğanı, maydanozu şef Jamie Oliver hızında bir güzel kıydı, içine 1 yumurtayı kırıp galete unu, tuz, karabiber eklediği kıymanın içine kattı. Her şey göz kararı. Eli tıkır tıkır hızlı.
Sema Pekdaş başarılı bir avukat, insan / işçi / kadın hakları konusunda didinen birçok STK’nın kurucusu / yöneticisi, 102 yıllık İzmir Barosu’na seçilmiş ilk kadın başkan, yıllardır yerel siyasetin içinde yer almış günümüzün Konak Belediye Başkanı.
Açıp da benim iki cümleye sıkıştırdığım upuzun biyografisini okursan eğer, yok canım dersin bu kadar aktif çalışma hayatı olan bir insan, mümkünatı yok, tavaya tek bir yumurta dahi kıramaz. Böyle fani işlerle uğraşamaz.
Senin de inatçılığın bir alem. Ama haklısın tabii. Sen de beklemezsin bu kadar aktif, bu kadar ciddi işlerde çalışan bir insandan önüne annen ve teyzen gibi yemekler pişirip sermesini.
Halbuki biz mutfaktayken öyle hızla yuvarlayıp aynı boyda öyle güzel dizdi ki köfteleri, bir yandan sohbet hiç kesilmedi, zaman su gibi ilerledi.
Sanki ben annemişim de o da teyzemmiş gibi... Hani anneler ve teyzeler bir yandan muhabbetin dibine vurup bir yandan da ellerini otomatik pilot ayarına getirip birbirinden lezzetli yemekler pişirirler ya... Ne pişirdiklerinin farkında bile değillermiş gibi... İşte öyle.
Geçen hafta 8 bin 500 yıllık İzmir’in yemek lezzetleriyle ilgili bir belgesel çekiyorum diye anlatmıştım ya sana. Sema Pekdaş’la da işte bu yüzden buluştum.
Belgesele başlamadan önce 1 Bilge’ydim. Bittiğinde 2 Bilge olmam inşallah. Aramıza neşeyle, süratle, samimiyetle ve de fütursuzca katılan yeni kiloları hemencecik kabullenip, şal gibi atmak istemem omuzlarıma.
İşte bu yüzden, belgeselin konusu İzmir’in yemekleri olunca, hem sevinç, hem hüzün aynı anda çöktü bulutlarıma.
Düşün, tarihi ta 8.500 yıl öncelerine kadar uzanan bir şehrin yemeklerini anlatacaksın. Kilometrelerce uzunluğundaki masalara sığmayacak dillere destan bütün bu yemekleri, sıkıştırıp tıkıştırıp 20-30 dakika sığdıracaksın.
Ve görev aşkına, kahramanca hepsinden tadacaksın. (Ki yalan yok, en sevdiğim bölüm de bu.)
İzmir’in tenceresinde neler neler pişmiş bir kere. 500 yıldan fazla burada yaşayan Sefarad Yahudileri’nin, 400 yıldır yaşayan Levantenler’in, mübadeleyle gelenlerin, Balkanlar’dan dönenlerin, Girit, Rum, Tatar Türklerinin daha kimlerin kimlerin yemekleri havada çarpışıp tek tencereye düşmüş.
Neyse ki, bana göre ayların en kralı eylül geldi de Küçükkuyu’dan Söğüt’e, Cunda’dan Datça’ya bütün sahil kasabaları sonunda oh şöyle derin bir nefes aldı.
Şimdi sahillerin en ama ennnnn güzel zamanı.
Bak mesela Foça’ya. Güneş tembelleşti. Bulut bile ağırdan satıyor kendini. Zaman desen, içine bol kabartma tozu bastığın hamur gibi serpilip, genişledi.
Yazın o haldur huldur kalabalığında fark edemediğim, 2 yeni mekan bir yeni etkinlik keşfettim sana. Bir eylül günü Foça’sında.