Bu hayatımda gördüğüm, protokolde en ön sıranın çocuklara verildiği, ilk etkinlikti. Üstelik çocuk bayramı değil, çoluk seyranı değildi. İşte sırf bu yüzden bile, etkinliğe Adatepe ruhunun işlediği belliydi.
Güz Kumpanyası’nın güzelim şarkıları, köy meydanına kurulan sahneden taşıp, kalplerimize sızdı. Şehirde bizden saklanan yıldızlar, tepemizde kamp kurdu. Kutladığımız, Adatepe Taş Mektep etkinliklerinin 20’nci yılıydı. Ve biz de Türkiye’nin en mühim, muadili olmayan koku uzmanı Vedat Ozan’ın seminerini dinlemek üzere gelmiştik Taş Mektep’e.
Verdiğim bilgiler, ortaya çok mu karışık oldu?
Dur, ey sevgili okur, hemen kaçma. Kaçma da Rapunzel’in saçlarını saç kremiyle tel tel açar gibi, tek tek açayım konuları sana.
ADATEPE: EN SEVDİĞİM KÖY
Önce Alaçatı’da çocukluk arkadaşlarıyla vur patlasın, çal oynasınlı iki günlük bir buluşma.
Kah karnını patlatacak kadar gülmeler, aynı anda bağıra bağıra konuşup, sonra aniden kaybettiklerini hatırlayıp hüzünlenmeler...
Düşün her biri beyaz yakalı, siyah önlüklü hallerini bildiğin arkadaşların. Araya upuzun yıllar girse de hayat her birinizi bir o yana, bir şu yana çekiştirip sürüklese de bak yine neşeyle biraradasınız işte...
Ennnn Amerikan filmi bile çatlar bizi izlese. Üzülür yıllardır takılıp kaldığı acıklı klişelere...
(Havalı ve New York’lu Suzın yıllar sonra Yıl Sonu Balosu’nda horlanıp, kakıldığı Orta Amerika kasabasına geri döner. Geçmişle hesaplaşa heseplaşa intikam hayalleri kurar.)
“Tarallelli Beach’teyiz, hadi siz de gelin” diye.
Hakkında hoş sözler sarf edemeyeceğim için plajın gerçek adını vermiyorum, sevgili izleyiciler.
Giriş parasını ne sen sor ne ben dillendireyim. Üzerine bir de ‘halacım acıktım bir hamburger alabilir miyim’, ‘teyzecim içim yandı bir dondurmayla serinleyebilir miyim’ şeklinde çocuklardan haklı talepler gelince o gün ruhumu olmasa da İstanbul’daki evimin 1 aylık kirasını oracıkta teslim ettim.
Üstelik İstanbul’da bir türlü denk getirip buluşmayı beceremediğim canımdan daha çok sevdiğim kardeşim Demet Dağıstanlı’yla denizin içinde yüzerken çarpıştım. Kafayı bir kaldırdım “Aaaa Demet!” Düşün, denizin içi de bir o kadar tıklım tıklım. Bir o kadar İstiklal Caddesi...
FOÇA’DAKİ Q BEACH ÇOK GÜZEL AMA
Frankfurt yakınlarında yaşayanla hani neredeyse vur patlasın çal oynasın bir gün geçirdik. Tekerlekli sandalyesi hayatla arasında bir engel değildi.
Tek başına evinden yardımsız çıkabiliyor, ulaşım araçlarına binip inebiliyor, sokak, park, ve alışveriş merkezlerinde dolaşabiliyor, tuvalet, sanat galerisi, müze ve sinemalara girip çıkabiliyor, bankamatikten, çöp sepetine, alışveriş kasasından, jetonmatiklere tüm şehir mobilyalarına erişebiliyordu.
***
İkinci randevum Taksim Meydanı'ndaydı. Randevulaştığım kişi yardımsız, iki karış yol alamayacağı için yanlız gelmemişti.
Buluşmamızla dağılmamız bir oldu, diyebilirim.
Hemen her gün ayak bastığım, sokaklarında gezdiğim Beyoğlu hiç bu kadar ciğerimi delmemişti.
Böyle kapkara, asık suratlı, resmi bir arabadan, sıkıcı döpyesler giymiş, çatık kaşlı bir kadının inmesini beklerken ben oturduğum cafe'de, bir bisiklet yanıştı dibime.
- Pardon Bilge, siz misiniz? diye sordu kot pantolonlu, beyaz tişörtlü, lastik ayakkabılı, gülümseyen kadın.
Tüh, herhalde işi çıktı da kardeşini yolladı diye düşünürken ben, "Ben Meryem" deyip kendini tanıttı.
Meryem Kaçar, Flaman Yeşiller Partisi'nden Belçika parlementosuna seçilmiş ilk Türk milletvekili ve ilk yabancı senatördü. Ve 30 yaşındaydı.
Eskişehir Çifteler'den 10 yaşındayken imam babası ve 5 kardeşiyle Belçika'ya gelmişti. Babası işçi olarak çalışırken, Meryem meslek okulunda 6 yıl dikiş, nakış, terzilik eğitimi almıştı.
Ve aldığı eğitime rağmen zoru başarmış, üniversitede hukuk fakültesi kazanmış ve avukat olmuştu. İnsan hakları, göçmen sorunları, doğa ve dünyanın korunmasıyla ilgili projeleri üzerine öyle güzel konuşuyordu ki, bildiğin zehir gibiydi.
Çevirirsek, "Ben gençlik ne demek bilirim koçum da, sen yaşlılıktan gram anlamazsın" minvalinde birşeylere denk gelir anlamı.
Bizim çocuklar (oğlum Cem'in de dahil olduğu İzmir Gelişim Koleji Belgesel Kulübü) şarkının tam tersinden bakarak "Yaş: 12" adında bir belgesel hazırladı. Kulüp saatlerinde, cep telefonlarıyla okulun içinde çektiler.
Önce birbirleriyle röportajlar yaptılar. Malum 12, ergenliğe giriş yaşı. İlgi alanlarını, duygusal dalgalanmalarını anlattılar. Sonra da okulun içinde karşılarına çıkan tüm yetişkinlere "Siz 12 yaşınızı hatırlıyor musunuz acaba?" diye sordular.
Yani konunun özü şöyle bir şey oldu: Biz 12 yaşın ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Ama siz hatıralarınıza ne kadar hakimsiniz ve o hatıralarla bizleri ne kadar anlayabilirsiniz?
Ortaya öyle naif bir hikaye çıktı ki, lütfen bul linkini ve izle.
Bir kere bu yaşlarda çocuğu olmayan biri, onların ilgi alanlarıyla ilgili röportajları dinlese Japonca konuşuyorlar diye tahmin eder.
Hayat da bu dükkanlara rastgele dalan devasa bir fil...
Bakalım sakar filimiz, bugün içimizden hangi şanslı züccaciye dükkanına teşrif edecek? Bir raf yoksa 5 raf mı devirecek?...
Veyahut, tek bir hortum darbesiyle sırf bizimkini değil, mahalle züccaciyelerinin topunu mu yerle yeksan edecek?
Bazen aynen böyle hissediyorum.
***
Bazen de diyorum ki, yahu şu tatlı meltem ne kadar da güzel değdi yanağıma. Gider ayak şu güneş, ne de güzel göz kırptı ruhuma.
Sanki biz her birimiz bulunmaz birer hint kumaşıyız da, hayat doyamıyor saçlarımızı öpüp, okşamaya.
Evet oyum 1 tanecik. Tıpkı evladım, annem, eşim gibi.
Oyuma saygı duyun; verdiğiniz sözleri tutun.
İnsanın karnesinin, söyledikleriyle yaptıklarının sağlaması olduğunu unutmayın.
***
Bütçemizi kendi babasının parası zannetmeyen, çar çur etmeyen, çalmayan, çırpmayan, hak yemeyen, adil kadrolar kurun.
İşi, eş, dost, akrabaya değil, bilene havale edin.