Paylaş
Tıp dünyasında süren bu tartışmadan, Radikal gazetesi sağlık muhabiri Mine Tuduk sayesinde haberdar olduk. Tartışmayı tetikleyense Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili’nin kaleme aldığı makaleydi.
Kaçınılamaz biçimde ölüme giderken son anlarını evinde, sevdiklerinle mi geçirmek istersin, yoksa son ana kadar hastanenin yoğun bakım ünitesinde, borulara bağlı halde savaşmak mı? Bu soru genelde hasta ya da yakınları tarafından cevaplanması beklenen bir soru değil. Pek az hekim hastasına ya da yakınlarına tercihini sorma ‘lüksünü’ bahşediyor.
Ölümden konuşmak, insanoğlunun 21. yüzyılda varlığını hâlâ sürdüren son birkaç tabudan biri. Hepimizi leylekler getirdi ve zamanı geldiğinde yine leylekler alıp götürecek gibi davranıyoruz. Kimse uzayıp giden bir ölüm sürecini kendine yakıştıramıyor. Hepimiz ansızın uykumuzda, kazada ya da kalp krizinden tek nefeste öleceğimizi umuyoruz. Oysa gerçek bu değil. İnsanoğlunun yaklaşık yüzde 85’i kanser, Alzheimer, bunama gibi kronik hastalıklardan ölüyor ve hastalığın son dönemlerinde kendi kararlarını verebilecek durumda olmuyor.
SON DOKUNUŞA BİLE İZİN VERMEDİLER
Durum sanki bu değilmiş gibi, tabumuza sıkı sıkı sarılıyor, en yakınlarımızla bile nasıl ölmek istediğimizi konuşmuyoruz. Sevdiğim pek çok insanı, hastanelerin yoğun bakım servislerinde kaybettim. Vedalaşamadan, son kez konuşamadan, elini tutamadan. Yalvar yakar yanlarına girmeme izin veren doktorlarsa dokunmama, sarılmama izin vermedi. Bir itaatsizlik eder de dokunurum diye başımda bekleyen hemşirelerin gözetiminde, mahrem hiçbir söz edemeden ya da camların ardından baktım onlara son kez. Bedenlerinde onları yaşatmaya yetmeyeceği en başından belli olan sayısız iğne delikleri, soğuk sesler çıkaran makineler ve vücutlarına takılı borularla gittiler ölüme. Korkuyorlar mı, huzurlular mı öğrenemedim. Böyle bir ölümü tercih ederler miydi, bilmiyorum. Çünkü
ölüm konuşulmaz. Oysa insan haysiyetiyle ölebilmeli. Ölümün de hayırlısı olabilmeli.
Paylaş