Burası Türkiye. Elin Avrupalısı’nın bir ayda yaşadığı gündemi 24 saatte, Fiyord’larda yaşayan bir Norveçli’nin gözlerini fok balığı gibi açtıracak gündemi, 5 dakikada tüketiriz biz bu coğrafyada.
Burası Türkiye. Adaletimiz, iki kez verdiği beraatı, müebbette çevirir. Aynı adalet sistemi, 37 canın diri diri yakıldığı bir davanın sanıklarına, zaman aşımından “öptüm canım, byee” çekiverir.
Burası Türkiye. Hayat hızlı akar burada. Bugün başladığın inşaat, yarın bitiverir. Dün gördüğün tarihi eser bir kıvılcımla yok olur, yerinde ansızın bir gökdelen bitiverir.
Karılarımızı döverek, kızlarımızı söverek severiz. Ayrılmayız. Boşanmayız. Bu uğurda gerekirse öldürür, namusumuzu temizleriz. Kadın çalıştırmayı sevmeyiz. Yapılacak bir iş varsa biz yaparız. Boşta gezip, kahvehanede pişpirik oynuyorsak Bize layık iş olmadığındandır. Burası Türkiye, anaerkil büyür, ataerkil yaşarız.
Gazetelerimiz haftalık çıkarmış çok eskiden. Sonraları günlük yetmez olmuş. Şimdilerde haber portallarının müptelasıyız. Çünkü burası Türkiye. 5 dakkada değişir bütün işler.
İzmir’in mandalina davası beraatla bitti!
Kendi halinde yaşayan, az biraz eğlencesine, rahatına düşkün bir büyük şehrin, namusuyla çalışan belediye başkanını çete lideri ilan ediveririz. Yaverleri de çete üyesi oluverir otomatikman. 633 gün boyunca mandalina yolsuzluğundan suçladığımız çeteyi bir günde beraat ettiririz.
Güreşte başarılıydık. Halterde de. Cirit desen, ana sporumuz. Ne derecelerimiz var silkmede. Futbolda da fena sayılmayız hani.
Ama bu güne kadar tartışmasız, en başarılı olduğumuz alan “atıp tutma” sporuydu.
Gerçeğini, aslını bilmediğimiz konularda 500 metre ileriye sallayabiliyorduk rahat rahat. Üstelik bir takım ruhu ile yarışıyorduk.
Kimi doktor, kimi inşaatçı, kimi siyaset bilimci oluyor; pası alan sallamaya başlıyordu. Artık Allah ne verdiyse.
Şimdilerde yeni bir alanda daha rekorları zorluyoruz...
Linç Sporu! Nedenine nasılına bakmadan, pata küte girişiyoruz.
Atıp tutma sporuyla bir birleştirip Ege köylerinde, kahvehanelerinde yıllardır tatlı tatlı sürdürülen bir geleneği; kin ve nefret duygularımızla sulayarak iğrençleştiriyoruz. Sosyal medyayla taçlandırıp içimizdeki zehri üzerine sosluyoruz.
PERŞEMBE gecesi azı dişimde bir ağrıyla uyandım. Önce tatlı tatlı başlayan sonra şiddetlenen ve nihayet 15 dakika içinde beni kafamı duvardan duvara vuracak kıvama getiren.
Aslında hafta sonundan yoklamaya başlamıştı. Üstelik bir yıla dayanan hikayesi de vardı. Ama ben hiç oralı değildim. Hatta ani bir kararla, en iyi doktor insanın kendisidir hesabı; cücük kadar aklımla gidip antibiyotiğe bile başladım. Sabah akşam 1000’er mg’lık Augmentin!
Ben antibiyotik tedavisi uygulayacak, henüz başlangıç aşamasındaki diş ağrımı geçirecektim. Yılanın başını küçükten ezecektim yani. Ve fakat tabii ki, öyle olmadı.
Geceleri beni bir güzel uyutan antibiyotiğin etkisi, nasıl olduysa perşembe gecesi fayda etmedi ve ben ağlayarak evin içinde dolaşmaya başladım. Bir yandan da deliler gibi sağlık sigortamın dosyasını arıyorum. Dünyanın en boş işi, diş parasını bile ödemeyen sağlık sigortası yaptırmakmış o an anlıyor insan (Allah daha büyük dert vermesin).
Bir yandan acıdan ağlıyor bir yandan sigortanın sözleşmesini okuyorum. Acilden ambulansla giriş yaparsam sigortam bir şey ödüyor mu diye? Tabii ki ödemiyor. Bu arada 2 adet de ağrı kesiciyi peş peşe çaktım. Hayır, ertesi sabah diş doktorumdan o randevuyu almayacağım. Hayır, koltuğa oturmayacağım.
RAHMETLİ Şadiye Hanım’ın lafıdır. Ki, anneannem olur kendileri. Ne zaman Trakya’ya sular seller gibi yağmur yağsa, cumbalı evinin penceresine geçer “çıkhh çıkkh çıkkh afat olacak yine” diye söylenirdi kendi kendine.
Yaramazlığımdan bıkıp usanmış annem beni her yaz, 10-15 günlüğüne de olsa Kırklareli’ndeki bu eve postalamış olduğundan anneannemin kendine has kelimeleri ile büyürdüm.
Ancak; o küçücük şehre ne kadar yağmur yağarsa yağsın, afatın büyüğünü ben hep İzmir’de gördüm.
Tıpkı çarşamba akşamı sadece 2 saat yağan şiddetli yağmurun, yaşadığım, çalıştığım, yürüdüğüm küçücük semt Alsancak’ı perişan ettiği anı gördüğüm gibi.
Anlatayım...
Tarih, 16 Ocak 2012 Çarşamba. Saat 18.30 suları. Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden çıktım ve az önce kanal tedavisi görmüş şiş suratımı da alarak tek dileğim, 10 dakika mesafedeki evime ulaşmak.
BUNDAN dört yıl önce, sosyal medyada ilk Alaçatı Ot Festivali paylaşımını gördüğümde, “Bu ne yav” dedim. Yok artık, otun festivalini de mi yapmaya başladı Alaçatılılar?
Doğru ya, ot var, ot var!
Muzipliği bir yana bırakırsak; 3-5 gönüllü heyecan, 2 salkım ot, işini gücünü bırakıp gelmiş jüri üyeleri ve 6-7 yarı profesyonel gezgin fotoğrafçı ile başlayan Alaçatı Ot Festivali dördüncü yılına giriyor. Üstelik; hem Egeli, hem de Türkiye’nin dört bir yanından gelen gezginler bu festivale öyle bir sahip çıktı ki, organizasyon dönemi otel rezervasyonları daha ocak ayından dolmaya başlıyor (yani bu yıl, elinizi çabuk tutun).
Alaçatı Ot Festivali, bu iki kadının aklından çıktı
Biri, Tülin Onaner. Alaçatılıların deyimi ile “Tülin Hanım”. Uzun yıllar kamuda önemli görevler almış, kendi isteği ile Güneydoğu’da kadınlar yararına üç yıl görev yapmış, Turizm Bankası’nda üst düzey yöneticilik yapmış; zarif, yaratıcı ve girişimci bir kadın. 2008’de ateşe olan eşi ile birlikte Alaçatı’da küçük bir ev almışlar ve o tarihten itibaren bir daha bu güzel beldeden hiç kopamamışlar. Tülin Hanım doğal hali ile bile o kadar saygı uyandırıyor ki, insan nezaketi ve genel kültürü karşısında kendine çeki düzen verme ihtiyacı duyuyor.
Diğeri, Yaprak Uziş. Uzun yıllar enerji sektöründe profesyonel yönetici olarak çalıştıktan sonra yeter deyip mimar olan eşi ile birlikte 10 yıl önce Alaçatı’ya yerleşmiş ve tamamen kendine ait nefis tarifleri pişirdiği Kuytu Restoran’ı açmış.
İşte bu iki profesyonel ve girişimci kadın, “Ne yapsak da Alaçatı’yı daha bahar aylarından itibaren yaşayan, cıvıl cıvıl bir yer haline getirsek; toprağına, insanına, yerlisine, köylüsüne nasıl fayda sağlasak” diye düşünürken; günlerden bir gün Alaçatı Ot Festivali ortaya çıkıvermiş.
Eski editörleri arasında olduğum ve ilk göz ağrım olan DİVA Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Sevgili Pako’dan (Pakize Sükan) telefon geldiğinde çığlığı bastım.
“Neee 500. sayı mı? Yani 500 hafta!”
Sonra oturup bir hesap yaptım. 500 hafta neye tekabül ediyor diye...
500 hafta, 9.6 yıl eder! (bebek doğar, büyür, ilköğretim 3. sınıfa başlar)
500 hafta, 115 ay eder! (bir fabrikanın temelleri atılır, kurulur, üretime geçer, ihracata başlar) 500 hafta 3500 gün eder! (2 üniversite bitirirsin, yaz ve sömestre tatilleri de cebine kalır) 500 hafta 84.000 saat eder! (İngilizce, Fransızca ve Almancayı su gibi; biraz kassanız İspanyolcayı da derdini anlatacak kadar öğrenirsin. Bir de üzerine İspanyol sevgili yaparsın)
Bu bilgileri neden verdim?
Çünkü bu insanlar tam bu kadar yıl, bu kadar ay, bu kadar hafta ve bu kadar saattir, bir dergi için emek veriyor. Sırf, bu şehrin insanı biraz daha sosyalleşsin, eğlenmeyi öğrenelim, yeni yerler, yeni ülkeler, yeni restoranlar keşfedelim, görgümüz, adabımız, kültürümüz artsın ve tüm bunların sonucunda İZMİR EKONOMİSİ CANLANSIN diye.
HAYATTA en hayranlık duyduğum beceri, analitik zeka.Ofiste, hayatta, pazarda, aşkta en önemli kolay artık çözüm odaklı düşünebilmek. Aşağıdaki kısa hikayeyi, uluslararası bir insan kaynakları şirketinde önemli pozisyonlardan birinde olan bir arkadaşım göndermiş geçtiğimiz hafta.Önce okuyun, sonra size yorumumu yapacağım.
Şirketin insan kaynakları yöneticisi, iş başvurusuna gelen adaylara bir soru sormuş:
“Sorunun doğru cevabı yok, vereceğiniz cevap sizi tanımamızda etkili olacak.
Karanlık, yağmurlu bir gece, fırtına var, gök gürlüyor ve siz sabaha karşı iki sularında yalnız ve ıssız bir yolda araba kullanıyorsunuz. Araba iki kişilik. Biraz ilerde otobüs durağında üç kişi bekliyor. Birincisi, doktor. Daha önce hayatınızı kurtarmış. İkinci kişi çok yaşlı ve hasta. Soğuktan ölmek üzere. Üçüncüsü, aşık olduğunuz ve bugüne kadar söyleme fırsatı bulamadığınız kişi. Hava gittikçe kötüleşiyor ve arabanızda sadece bir kişiye yer var. Böyle bir durumda ne yapardınız?”
Görüşmecilerden bazılarının cevapları tahmin edebileceğiniz gibi şöyle:
A. Hasta adamı en yakın hastaneye götürürdüm.
Geçen hafta bir davet için hayatımda ilk kez profesyonel makyaj yaptık yüzüme. Yaptık diyorum, çünkü bu konuda İzmir’in en iyilerinden birini, Şerife’yi buldum. O boyadı, ben sordum; ben sordum o cevapladı. Nemlendiriciden başka bir şey kullanmayan, çok arada derede 2 pudra ve rimel süren ben; bildiğin Hollywood yıldızına dönüştüm 40 dakika içinde. Evet, 40 dakika ya. Ne sandınız? İyi bir makyaj, hiç de öyle göründüğü kadar kolay yapılmıyormuş.
Şerife’nin dükkanı MİSK, Alsancak’ta, Reyhan’dan içeri girince, soldan ikinci sokakta. Yıllardır o kadar çok duyuyorum ki ismini; yahu bu kadınlar neden makyaj yaptırır ve neden bu kadına yaptırır diye merak ettim ve çaldım kapısını.
Ve böylece tanıştık. Şerife Bacanak; İzmir’deki duayen kuaförlerden Kemal Mustafa’nın kız kardeşiymiş meğer. Makyöz olmak da çocukluk hayali. Öyle bir dükkanda büyüyünce, ister istemez işin estetik tarafına meraklı oluyorsunuz. Kendini makyaj konusunda eğitmiş, yetmemiş New York’a gitmiş. Orada kalmış bir süre. Konusunun en iyileriyle, hatta Madonna’nın makyözü ile çalışmış. Sonra yeniden ver elini İzmir. Ve kendi salonunu açmış. İyi ki de açmış.
Şerife’ye göre “çok makyaj, hiç makyaj”. Çünkü ağır makyaj yapmış bir kadın kadar rahatsız edici başka bir görüntü yok. Yüzü fondötene bulanmış, hem gözünü, hem dudağını ve bu arada bir de yanaklarını vurgulamış bir kadın; makyaj yapmıyor, boyanıyor sadece.
Ama yerine göre yapılan, yüzünüzün sadece en güzel kısmını ortaya çıkaran ve mümkün olduğunca sade yapılmış makyaj en güzeli. Özellikle gelin makyajı; tamamen natürel olmalı ve gelinin masumiyetini asla gölgelememeli.
Fotoğraflardan da göreceğiniz üzere benim makyajım; önce yüzümün temizlenmesi ile başladı. Ardından şu ara tüm dünyada çok popüler olan MAC’in B.B. Cream’i ile yüzüme incecik bir baz oluşturuldu ve yüzümdeki homojen bir görünüm sağlandı.
Yıllardır gözlerimin küçüklüğünden yakınırken ikimizde aynı anda gözlerimi büyütmemiz gerektiğini söyledik. Sonrasını anlatmak zor. Bir kuyruklar yaptı, içini boyadı ve sonra ben Türkan Şoray gözlü oldum.